Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Kadri Gürsel kitabı ‘Ben de Sizin İçin Üzgünüm’ü anlattı

Kadri Gürsel ile, gazetecilik hayatını, gazeteciliğe bakışını, Cumhuriyet Davası’nı, medya tetikçilerini anlattığı kitabı Ben de Sizin İçin Üzgünüm üzerine yaptığımız söyleşi.

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

 

Merhaba, iyi günler. Kadri Gürsel’le bir aradayız. Kadri’nin “Ben de Sizin İçin Üzgünüm” kitabını konuşacağız. Kadri hoşgeldin.

Hoşbulduk. Teşekkür ederim bana bu imkânı verdiğin için.

Estağfurullah. Lâfı mı olur? Sen Medyascope.tv’nin ilk gününden beri bizimle olan birisin zaten. Onun da ötesinde, 40 yılı aşkın bir…

Ben kitabım adına konuşuyorum.

Tamam. Kitabın adına. Kitaba baktığım zaman, merkezinde esas olarak gazetecilik var. Senin hayatın ve gazetecilik var. Gazetecilikte yaşadıkların, gördüklerin ve başına gelenler var. Mâlûm, en son Cumhuriyet Davası. Ama bir yerde de Kadri Gürsel var. Ben de seni 1972 yılından beri tanıyan birisi olarak… Bayağı eski, kaç oldu?

46 yıl mı?

45-46 yıldır tanıyan birisi olarak bunların birçoğunun ayrıntısını biliyordum, ama benim de bilmediğim bazı ayrıntılar var. Sana demin yukarıda da söylüyordum. Seni sadece televizyonlardan ya da gazetelerden bilen birisinin bu kitabı okuduğunda çok şaşıracağı, ağzının açık kalacağı hususlar var. Tabii bunları spoiler yapmayalım.

İstersen bunlardan bahsetmeyelim.

Evet, spoiler yapmayalım. Ama kendini bu kadar açma ihtiyacı neden hâsıl oldu? Bazı insanlar genellikle belli bir mesafede durur, kendilerini çok fazla anlatmazlar. Daha çok yapıp ettiklerini anlatırlar. Sen bu kitapta kendini de epeyce anlatmışsın. Neden böyle bir ihtiyaç duydun? İhtiyaç mıydı bu? Neydi?

Türkiye’de gazetecilerin soru soramaz hale gelmeleri neden oldu buna.

Yani?

Yanisi şu: Türkiye’de gazetecilerin ülkeyi yönetenlere gazetecilik sorularını soramaz hale gelmelerinden sonra, bu kez –kitapta da belirtiyorum bunu– gazetecilere sorular sorulmaya başlandı. Bu, bir arada oldu. Gazeteciler giderek daha az soru sorabilir hale gelirken, gazetecilere daha çok soru sorulur haline gelindi. Neticede, gazeteciler hiç soru soramaz hale geldiler ve bu kez gazetecilere savcılar ve hâkimler soru sormaya başladı.

Ya da troller…

Troller. Onlar daha çok tetikçiler. Onlar soru sormuyorlardı. Onlar doğrudan yok etmek ya da hedef göstermek, değersizleştirmek için saldırıyorlardı. Ama kendimden bahsetmem gerektiğini bana hissettiren faktör, bana sorulan sorulardı. Mesela, bir soru var ki, zaten bu kitabın içeriği hususunda tartışma genellikle o şahıs üzerinden yürüdü. CNN Türk’te Dört Bir Taraf’ta birlikte program yaptığımız Nagehan Alçı. Onu “O kadın” diye bana soruyorlardı. Nagehan Alçı da demiyorlardı çoğunlukla.“O kadına nasıl tahammül ettiniz?” Bu sorunun cevabı o kadar basit değil. Birkaç cümlede özetlenebilecek bir cevap değil. Bu sorunun cevabı, benim kim olduğumda saklı. Dolayısıyla kim olduğumu anlatmak zorundaydım. Artı, tutup hapse attıkları ve 11 ay hapiste tuttukları, bir terör örgütüne üye olmamakla birlikte ona bilerek ve isteyerek yardım etmekle suçladıkları Kadri Gürsel’in, yani benim, kim olduğunun da bilinmesi, bunu bana yapanlar için de gerekliydi bence. Sadece o da değil. Bu noktaya gelene kadar, bana saldıran tetikçilerin de bunu bilmesi bence gerekliydi. Bunlar gerekli şeylerdi. “Konuşturulmamak” ve “yazdırılmamak” için, önce programlara çıkması engellenen, sonra yazdığı gazeteden kovdurulan, sonunda da yazmaması ve konuşmaması için hapse atılması dışında başka bir çare bulunamayan bu kitabın yazarı olan bendenizin kim olduğunun, nereden geldiğinin, nasıl gazeteci olduğunun, bu hikâyeyle dolaylı ya da dolaysız, uzaktan yakından ilgisi olan herkes tarafından bilinmesi lazımdı. Çünkü bana sorular soruluyordu. “Hapiste en çok neyi özlediniz?” diye bir soru soruldu. “Hapiste en çok neyi özlediniz?” diye bir sorulmasını tabii ki üzüntüyle karşıladım. Hapiste, dışarıdaki hayatta yapmaktan keyif aldığım şeyleri özlememeyi başardığımı bilmeleri gerekiyordu. Bunu da nasıl başardığımı, kim olarak başardığımı bilmeleri için kendimi anlatmam gerekiyordu.

Seni tanıyan bizler için bu şaşırtıcı değil, ama tanımayanlar için hakikaten…

Evet. Yoksa bir gazetecinin yazdığı kitapta, Türkiye’deki kötü gidişatı kendi başından geçenler bağlamında anlatırken, aynı zamanda o kitapta otobiyografik öğeler de kullanması çok arzu edilir bir şey değil. Gazetecilik yapılan bir ülkede, gazeteci, haber ve yorum yazmak için, analiz yazmak için sorular sorar. Bu artık yapılamıyorsa ve gazetecilere sorular soruluyorsa o zaman bize başka bir şey kalmıyor.

Gazetecilik bahsini uzun uzun konuşalım, ama burada sana sormak istediğim bir şey var. Kitabı okuyanlar da görecek ki sen 12 Eylül’ün hemen öncesinde cezaevine girdin, o dönemde yargılandın, mahkûm edildin ve hapis yattın. Yıllar sonra, Türkiye’nin önde gelen gazetecilerinden birisi olarak, bu kez bambaşka bir şekilde hapse girdin. İki ayrı cezaevi deneyimin, iki ayrı yargılanma deneyimin var.

Ben de 12 Eylül döneminde içeri girdim, biliyorsun. Daha sonra bir hapis deneyimim olmadı, ama Oda.tv ve Cumhuriyet Davası gibi davaları bir gazeteci olarak ve arkadaşınız olma hasebiyle izledim. Açıkçası benim şöyle bir değerlendirmem var ve bunu da birkaç yayında söyledim: 12 Eylül dönemindeki yargılamalar, her türlü faşizan koşullar altında ve Sıkıyönetim Askeri Mahkemeleri’nde yapılmasına rağmen –özellikle sivil yargıçlar vardı biliyorsun, en azından bizim davada vardı–, onlar işi kitabıyla, olabildiğince evrensel hukukun içerisinde kalarak yapmaya çalışırlardı. Ama şu son dönemde, sizlerin yargılandığınız davalardaki süreçlere baktığımız zaman, gerek savcıların, gerek yargıçların çok lâkayt olduğunu gördüm. Yani 12 Eylül dönemindeki yargılanmayı bile aratır bir hale döndüğünü düşünüyorum. Katılır mısın?

12 Eylül yargısında usûle riayet edilirdi. Gerçi ben gıyabında hüküm giymiş biriyim. Yani hüküm giydiğimi 12 Eylül’de radyodan dinledim. Ama buna rağmen vicdanî rahatlıkla şunu söyleyebiliyorum. Bunu aradığımdan yahut 12 Eylül’ü aklama ya da meşrulaştırma çabası içinde olduğumdan değil. Çünkü 12 Eylül’le bu dönemi kıyaslayarak, “12 Eylül’de bu döneme göre şunlar, bunlar daha iyiydi” diye birtakım sonuçlar çıkaran insanlar var. Bu dönemin ne kadar kötü bir dönem olduğunu anlatmak için yapıyorlar bunu. Ben bunu yapmak istemiyorum. İki dönemin de kendine göre mukayese edilebilecek ve edilemeyecek yönleri var. 12 Eylül’de de, idam vardı mesela.

İşkence vardı, yargısız infaz vardı.

İşkence sistematik ve çok yaygındı. İşkencede ölümler vardı. Bu yaygındı. Şimdi yaygınlık ve istisnaîlik açısından da kıyaslamak istemiyorum ama, 12 Eylül’de bu yaygın, sistemik ve aynı zamanda sistematikti.

12 Eylül’de “Ceza Muhakemeleri Usûlü Kanunu” dediğimiz şey var ya, bugün, usûle de riayet edilmiyor. İddianameler de son derece kalitesiz. 12 Eylül’de deliller işkenceyle toplanıyordu. Soruşturma safhası işkenceli sorgularla tamama eriyordu. Aslında gerçek bir soruşturmadan söz edilemezdi. 12 Eylül öncesinde, 70’li yıllarda da öyleydi. Türkiye’nin AB sürecinin başlamasına kadar geçen süre içinde Türkiye’de işkence uygulanmaktaydı. Bir dönem, sıfır tolerans benimsendi. Soruşturmalar böyleydi. Soruşturmalarda işkence altında toplanan delillerin delil olmadığını sanıklar mahkemelerde ispat edebiliyordu. Bu bakımdan da mahkemeler düzgün çalışırlardı. “Bu bakımdan” diyorum, ama sözlerim bağlamından koparılmasın.

Bugün ise, işkence altında ifade alma pratiğinin sistematik olması durumundan söz etmek mümkün değil. O zaman kural olan bir şeydi. Bugün belki polisteki işkence vakaları istisnaî durumlar olabilir. Kötü muamele vardır. Bunu biliyoruz. Bu, haber de oluyor. Medyada haber olmuyor belki; ama en azından sosyal medyada doğrulanması gereken haberler olarak geçiyor bu. Poliste kötü muamele oluyor.

Fakat bugün şöyle bir problem var. Delil diye sunulan şeyler aslında delil değil. Ve bunların delil olmadığını mahkeme önünde ispatlamanız mümkün. Fakat ispatlayana kadar tutukluluk süresi bir cezalandırmaya, bir infaza dönüşüyor. Sistem bu şekilde işliyor. Yani iddianame yazanlar, aslında iddianame yazmıyor, delilsiz bir suçlama metni hazırlıyorlar. Suçlamaların bu manada hukukîliği söz konusu değil. Misal, benim yargılandığım davada, iddianamede, daha önce de polis fezlekesinde, benim Cumhuriyet Vakfı’nın Başkanı olduğum iddia edildi. Bu iddianameye yansımadı, ama Cumhuriyet Gazetesi’ni çıkaran Yenigün Şirketi’nin 1. dereceden imza yetkilisi olduğum iddianameye girebildi — ki dosyada, MASAK raporlarında bunun böyle olmadığı yazılıydı. Savcı –soruşturma savcısından bahsediyorum– bilirkişi vasfı taşımayan bir kişiye bir rapor yazdırdı — ki kendisi de FETÖ sanığıydı. Bilirkişi olma vasfı taşımayan bu kişinin neden bilirkişi olarak re’sen atandığının da gerekçesi yazılmadı. Ve iddianame de, bu sözde bilirkişinin yazmış olduğu bilirkişi raporu ve buna ilaveten yazılmış olan polis fezlekesine bağlı olarak, bundan hareketle yazıldı ve bu polis fezlekesinde de 5 kişinin aynı anda Cumhuriyet Vakfı Başkanı olduğu yazıyordu. Böyle bir fezlekeydi. Neticede, delil olmayan şeyler –ki bunlar gazetecilik faaliyetiydi, atılan başlıklardı, haberlerdi, yazılmış köşe yazıları ve tweetlerdi– delil olmayan şeylerin delil olarak, yardım bağlamında bir suça dönüştürülmesi: Terör örgütüne yardım. Terör örgütüne yardım ediyor olmamız için bunun ilişkilerinin ortaya çıkması, bilerek ve isteyerek yardım ettiğimizin kanıtlanması lazım.

Kitapta bunu çok açık bir şekilde vurguluyorsun. Sizleri, üye olmamakla beraber terör örgütüne yardım ve FETÖ’cülükle suçlayıp, cezaevinde de size FETÖ’cülerle aynı muamele yapılıyor, değil mi? Çünkü anladığım kadarıyla cezaevinde FETÖ’cülere başka muamele, başkalarına da başka muamele gibi kategoriler var.

OHAL şartları altında bizi de cezaevinde kategorize etmişlerdi. Bizler FETÖ olarak kategorize edilmiştik. FETÖ’den tutuklanan bütün kişilere uygulanan bütün kısıtlamalar bize de uygulanıyordu. Bundan kitapta bahsediyorum tabii. Ama tabii FETÖ kategorisinde olmanın başıma getirdiği son derece traji-komik hâdiseler de var.

Bir de bu çok büyük rahatsızlık veriyor değil mi?

Elbette.

Herhalde FETÖ’cüler de buna çok şaşırıyorlardır. Yılların Kadri Gürsel’inin kendileri gibi…

Ben, şaşırdıkları kadar, buna sevindiklerini de düşünüyorum. Çünkü ne kadar çok kişiyi FETÖ’cülükle suçlarsanız, Fethullahçı örgüte mensup olmanın o nispette sulandırıldığını, seyreltildiğini de görüyoruz, göreceğiz. Çünkü ciddiyetini yitiriyor. Buna kitapta da değiniyorum; bazen bizim tutukluluğumuzu eleştiren bazı figürlerin, “Cumhuriyetçilere atılan FETÖ’cülük suçlaması en çok FETÖ’ye yarıyor” minvalli eleştirileri söz konusuydu ki bu aslında bir kâr-zarar ayrımı üzerinden yapılan bir eleştiri. Hâlbuki asıl eleştirinin, hukuksallık, insan hakları…

Basın özgürlüğü…

Basın özgürlüğü, hukukun üstünlüğü noktasından yapılması gerekirdi.

Evet, o vurgu çok önemli. Gerçekten bu konuya bayağı bir yer vermişsin. “Bunları aldınız, FETÖ’yle mücadeleyi sulandırıyoruz” diyen insanlar, yarın öbür gün senin karşına çıktığı zaman “Ben sana sahip çıktım” deme hakkını kendinde bulacağını sanıyor değil mi? Hâlbuki sana sahip çıkmıyor.

Reddediyorum. Benim indimde, şahsımda bu tür bir sözde desteğin değeri ve hatırası yok.

O aslında başka bir şeye sahip çıkıyor.

O başka bir şey. O, sûret-i haktan görünmenin en kurnaz biçimi.

Sizi en son Cumhuriyet Davası’nda gazeteci olduğunuz için yargıladılar.

Evet.

Ve hepiniz ayrı ayrı –sen de özel olarak– savunmanızda, gazeteci kimliğinizle İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi ile teminat altına alınmış anayasal hakkınızı savundunuz. Bu kitap da aslında bu anlamda bir gazetecilik savunusu. Ama bunun da ötesinde, gazetecilik üzerine yazılmış bir kitap. Bir eleştiri ve kısmen de özeleştirinin birlikte olduğu bir kitap. Bunu öyle görüyorum. Kadri Gürsel’in hayatı, başına gelenler, yaşadıkları… Ama esas olarak, çok klişe bir cümle belki, ama gazeteci olmak isteyenlerin muhakkak okuması gereken bir kitap.

Teşekkür ederim.

Evet, öyle bir kitap olarak görüyorum. Anılardan ziyade, perspektif. “Gazeteci nedir? Ne değildir?” gibi konular.

Özeleştirilerin ne olduğunu benimle paylaşabilir misin?

Onları bilâhare paylaşırım. Özeleştiri derken şunu kastediyorum: Sonuçta, hep beraber, bir yerde 30 küsur yıldır gazetecilik yapıyoruz. Bir yerden sonra, “Çoğu insan yanlış yapıyordu, ama ben sütten çıkmış ak kaşıktım” demek söz konusu olamıyor. Gazetelerde, televizyonlarda, hep birlikte yaşadığımız süreçler vardı. Mesela, sen şimdi “Dört Bir Taraf” programındaki duruşunu anlatıyorsun. Zaten izleyenler de biliyor. Ama televizyonlarda bu tür tartışmaların yapılması ne kadar normaldi, iyiydi? Sadece ve sadece “Birilerine karşı ses çıkartsın” diye insanlar oturtuluyor. Sen onu tarif ediyorsun. Bir tarafta donanımlı, bilgi sahibi insanlar var. Diğer tarafta da, siyasî iktidarı korumak adına onları sürekli tekzip etmeye çalışan insanlar var. Normal olarak baktığımız zaman bu bir gazetecilik faaliyeti midir? Bu başka bir şey aslında, değil mi?

Şöyle baktım ben bu duruma: Bu geçici bir durumdu. Geçici olduğunu da biliyordum. Çünkü bir kötüleşme sürecinin içindeydik. “Dört Bir Taraf” programına gelene kadar, 2011 seçimlerine kadar, ben iktidara yakın televizyonlara konuk olarak çağrılıyordum. Ondan sonra çağrılmaz oldum. İktidar, kendisinin yerini, gücünü sağlamlaştırdığını anladığı andan itibaren, benden sağlayacağı meşruiyete de, benim iktidar yanlısı televizyonlarda çıkıp konuşuyor olmamdan elde edeceği çokseslilik, çoğulculuk, demokrasi ve basın özgürlüğü görüntüsüne de ihtiyaç duymaz oldu. Bu görüntüye gerek kalmadı.

Yine kitaptan bahsediyorum; televizyonda profesyonel olarak yorumculuk yapmaya TRT’de başladım. Üç ay süren bir programdı, ama TRT’de başladım. O dönemde TRT’de bana teklif edildi, ama sadece üç ay sürebildi bu. O dönemde, bu tür programlarda görünmek gerçek gazeteciler açısından fevkalâde külfetli, manevi yükü oldukça fazla bir işti. Ama o dönemde, bir ana akım haber kanalında görüşü olanın, görüşünü söylemeye cesareti olanın ve geçerli bir görüşü olanın ödemekle mükellef olduğu bir bedeldi bu. Üstelik de profesyonel bir uğraştı. Biz o programa, kamuoyu çatışan görüşleri mukayese ederek görsün, anlasın ve bunun sonucunda sağlıklı bir fikre sahip olsun, bir tercih geliştirebilsin diye çıkmadık sadece. Bu bir iş önerisiydi. İş olarak da çıktık. Ama ben bunu bir iş olarak görmedim. Gazeteciliğimin bir parçası olarak, bunun tazminatı olarak gördüm. Bir televizyon programında, tartışılması zor olan bir ya da iki figürün karşısında, dirayetini, basiretini, soğukkanlılığını koruyarak söyleyeceklerini söylemenin insanda yarattığı tahribatın tazminatı olarak ücretini aldım. Bu bir tazminattı benim gözümde.

Seni tanımayanlar için, “Ava giden avlanmış” diyebiliriz. Bizim bildiğimiz yılların Kadri’sini televizyonda öyle iki-üç kelime oyunuyla kolay kolay pusuya düşürecek insan yok Türkiye’de.

Teşekkür ederim. Bunu bir iltifat olarak alıyorum.

Ama öyle. Bu olay sadece birikimle alâkalı bir şey değil. Aynı zamanda, bir karakter, bir duruşla da alâkalı. Çok bilgili bir insan olur, ama çok saf olur, karşısındakine uzun uzun bir şeyler anlatmaya çalışır. Ve her seferinde de karşısındaki bir cümleyle, “Öyle değil” der, diğerinin bütün anlattıkları çöpe gider. Senin o programda sergilediğin duruş sadece bilgi anlamında değildi, aynı zamanda bir duruş da vardı. Zaten o duruşunla oyun bozuluyordu. Bana öyle geliyor. Bu duruşun bazılarına çok rahatsız edici gelebilir.

Öyle oldu zaten. Öyle oldu ki o program kapatıldı. Kapatılmasına da 2014 yılının Haziran’ında o programdan benim el çektirilmem neden oldu aslında. Ben bunu kitapta da anlatıyorum. Milliyet gazetesinde o zamanki işverenim Demirören’ler, “Dört Bir Taraf” programından ayrılmam için aylardır baskı yapıyorlardı bana. Taciz noktasına varmıştı artık. “Ya biz, ya televizyon” deniyordu. Ama o günkü şartlarda, benim açımdan televizyonun sürdürülebilir ve güvenilir bir mecra olmadığı hükmüne vardım. Ve bana önerilen anlaşmayı –ne olduğu kitapta var, ben buna “futbolcu anlaşması” diyorum– kabul ettim. Çünkü benim muhkem mevkiim köşe yazarlığı. Ben profesyonel televizyoncu değilim, televizyonda kariyer yapmadım. Gazeteciliğe yazılı basında başlamış, öyle götürmüş biriyim. Ve orada köşe yazarlığına çekildim. Onun da ilânihâye sürdürülemeyeceğini biliyordum. Çünkü neredeyse her seçimden önce bana yazdırmamak veya televizyona çıkmamamı sağlamak gibi bir çaba söz konusuydu. Bunu da kitapta örnekleriyle anlatıyorum. Aslında bu kitapta kendi şahsî öyküm bağlamında anlattığım…

Aslında Türkiye’nin öyküsü.

Evet, bir yerde Türkiye’nin öyküsü. Türkiye’deki gazeteciliğin öyküsü. Ama sadece gazetecilik değil aslında, Türkiye. Çünkü kötü şeyler önce gazetecilerin başına geliyor. Bir ülke kötüye gitmeye başladığı zaman önce gazeteciler kayboluyor ortadan. Önce gazeteciler susturuluyor. Ondan sonra da zaten olan biten oluyor.

Twitter’da şöyle bir paylaşım gördüm: “Dünyanın bir köşesinde –adını unuttum– önce gazetecileri götürdüler, sonra olanlardan haberimiz olmadı”.

Evet, zaten amaç da bu. Olanlardan haberimizin olmaması. Haberin olmaması. Zaten esas burada hedef alınan konu: “Haber”. Haber ve haberle birlikte, geçerli ve gerçekçi yorum. Bu da hedef alınıyor.

Senin kitapta bahsettiğin önemli yerlerden biri de “gri gazetecilik”. Dün Karar gazetesi ile ilgili bir yayın yaptım, izlememiş olabilirsin.

İstanbul dışındaydım.

Tam da seni referans verdim; “bir beyaz gazeteciler bir de siyah gazeteciler” var diyorsun.

“Beyaz” derken alan tarifi yapıyorum.

Tamam. Beyaz alanda duran, siyah alanda duran, bir de gri alanda duranlar var.

Siyah alanda duranları gazeteci olarak tarif etmiyorum. Anti-madde, yani anti-gazeteci olarak görüyorum.

Bir de şöyle düşün: İktidar yanlısı birisi için de sen, ben, gazeteci değiliz, kendi insanları beyaz alanda. Ama bir de ortada olan, yani gri alanda olanlar var. Karar gazetesi buna çok çarpıcı bir örnekti. Hükümetin destekçisi değil ama –senin de kitapta söylediğin gibi– parti ilk yıllarına dönse asla… yani biliyorsun orada yazanları. Onlar da dün bir duyuru yayınladılar, görmüşsündür: “Reklam alamıyoruz. Devlet bize baskı yapıyor”. Devlet demiyorlar, ama adı tanımlanmamış bir öznenin kamu reklamı vermediğini, özel sektörden reklam vermek isteyenlere baskı yaptığını, ambargo uyguladığını anlatan, okuyucuya şikâyet eden bir açıklama yayınladılar. Belli ki ekonomik olarak zor bir durumda. Ben de yaptığım yayında senin o söylediğine referans verdim. Gri alan olamıyor artık Türkiye’de. Gri alanda belki belli bir süre kalıyorsun. Ya bu tarafa geçeceksin, ya da öteki tarafa.

Gri alanda durmak sürdürülebilir bir pozisyon, bir mevki değil.  Zaten bu gri alanı reddedemeyiz. Anti-gazetecilikle gazetecilik arasında bir gri alan var. Siyah giderek genişliyor. Zaten “Gazetecilik öldü” dememek için, “Derin komada” tâbirini kullanıyorum. Çünkü gazeteciliğin ölmediğinin kanıtı olan insanlar hâlâ var ve gazetecilik yapmakta ısrar ediyorlar. Burada bu gri alan da giderek daralıyor. Gri alanda yüzlerce örnek ve çok sayıda ton var. Ama siyah alana ne kadar yaklaşırsanız, gazeteciliğinizi siyah dediğimiz anti-gazetecilikle, iktidarın tarif ettiği alanla ne kadar çok müzakere ederseniz, o alan tarafından o kadar çok etkileniyorsunuz…

Yutuluyorsunuz.

Yutuluyorsunuz, giderek o alanın rengini alıyorsunuz. Giderek bir yanaşma haline geliyorsunuz. Objektif olarak bu böyle. Gazeteci olmaktan çıkıp bir rehine durumuna geliyorsunuz. Sonunda da kayboluyorsunuz. Bu sürdürülebilir bir durum değil. Gazetecilik vicdanına ve namusuna sahip olan insanların ilânihâye gri alanda durarak siyahla, anti-gazetecilikle, iktidarla bir varoluş müzakeresi içinde hayatlarını idame ettirmeleri mümkün değil.

Ama “beyaz” dediğin alan da çok zor.

Beyaz alan giderek daraldı, tamamen yutulmak üzere.

Ne yapacağız peki?

Gazetecilik yapma kararlılığında olmak, bu arzuyu sürdürmek, benim gözümde bir yurtseverlik, bir vatanseverlik görevi. Bu aynı zamanda benim mahkeme önünde de vermiş olduğum bir söz. Ben bir ara kitabımı yazmaya bir ara verdim, durdurdum. Mart ayında savcı ana mütalaasını açıklayınca son karar duruşması için detaylı bir savunma hazırladım. Karar duruşmasında bu savunmayı yaptıktan sonra, hüküm verilmezden önce son sözüm soruldu. Hâkim heyetinin karşısında onlara şunu söyledim: “Benim hakkımda ne karar verirseniz verin, şunu bilmenizi istiyorum: Ben gazetecilik yapmaya devam edeceğim”. Bunu da ispat etmenin yegâne yolu, o zaman Cumhuriyet gazetesinde köşe yazmaya devam etmekti. Seçimlerin sonuna kadar köşe yazılarıma devam ettim, hiç aksatmadım. Bunda bir ahde vefa vardı. Hakkımda verilen hükme rağmen gazetecilik yapmaya devam ettiğimi gösterme arzusu vardı. Kitaba daha sonra, Temmuz’da tekrar başladım. Ama o ara verdiğim Mart ve Temmuz arasındaki o kısa sürede Türkiye alabildiğine değişti. Doğan Medya Grubu yok oldu. Doğan Medya Grubu, iktidara yakın Demirören Grubu’na transfer edildi. Daha sonra 24 Haziran seçimi oldu ve artık Türkiye’deki rejim değişikliği tamamlandı. Bunun neticesinde, ben bu kitabı yazmaya başka bir Türkiye’de başladım. Başladım demeyeyim, kaldığım yerden devam ettim. Daha sonra 7 Eylül’de Cumhuriyet gazetesinde yönetim değişikliği oldu ve ben Cumhuriyet gazetesinden ayrıldım, istifa ettim.

Bütün bunlar neyi anlatıyor? Bütün bunlar, gazetecilerin anlatmak istedikleri şeyleri –süreçleri, hikâyeleri, durumları– zaman geçirmeden okurlarıyla paylaşmaları gerektiğini gösteren emâreler. Çünkü her şey hızla değişiyor. Türkiye’nin öngörülebilir bir ülke olmaktan çıktığını görüyor ve teşhis ediyorum. Gazeteci olarak, bu dönem bitmeden bu kitabı yazmak benim açımdan bir görevdi. Ben bunu bir görev telakkî ettim. Çünkü öyküler ancak bağlamında anlatıldıklarında değerlidir. Daha sonra tarihçilerin ve araştırmacıların konusu haline gelirler.

Son olarak şunu konuşalım. Geçenlerde twitter’da İrfan Aktan’la bir tartışma yaptınız. Aslında çok hayatî bir tartışma.

Ama twitter’da tartışma yapılamıyor.

Evet, maalesef yapılamıyor. Onun için o tartışmayı biraz buraya taşıyalım. Bir de tabii çok hassas meseleler söz konusu.

Evet. Bu konuda derli toplu bir yazı yazacağım.

Tahmin ediyorum. Ama kitapta bunları söylüyorsun zaten.

Evet, söylüyorum tabii.

Twitter’a birebir yansımıyor tabii, ama kitapta daha net görülüyor. Yaşadığımız bir olay var. Gazeteciliğin bu kadar hedefte olmasının sonucunda –sadece Türkiye’de değil dünyada da böyle bir eğilim var– gazetecilikle aktivizmin çok fazla birbirine karıştırıldığı, iç içe geçirildiği, gazetecilerin aktivist kimliklerinin daha öne çıktığı bir döneme giriyoruz. Artık neredeyse temel ilke buymuş haline geldi. Ama senin benim gibi eski ekolden olanlar buna razı olamıyoruz.

Olamıyoruz, evet.

Aslında bütün mesele burada. Mesela şöyle bir şey oluyor. Gazeteci soru sorar, değil mi? Ben bir yazı yazıyorum, başlığında soru işareti var. Diyelim ki “Türkiye nereye gidiyor?” Bana hemen diyorlar ki “Sen söyle”. Ben bu soruyu irdeliyorum. Sen ne düşünüyorsun? Bazen kendi düşüncelerimi yazdığım da oluyor, ama esas olarak yaptığım, bilen insanları konuşturmak. İllâ bir pozisyon almam, tavır almam gerekmiyor. Ama özellikle de kutuplaşmanın bu kadar yoğun olduğu bir yerde, bizi kendisiyle aynı kutupta gören insanların böyle bir beklentisi var. Yani bir etiket yapıştırıyorlar: “Kadri Gürsel muhalif”. Muhalifin bir standartı var. O standarta bir şekilde uymadığını gördükleri anda hemen, “Nasıl olur da sen…”diye başlayan cümleler kuruyorlar. Bunu biraz anlatır mısın?

Birincisi, ben kendimi profesyonel bir gazeteci olarak tanımlıyorum. Hâlâ öyleyim. Çünkü profesyonellik sadece gazetecilikten para kazanmak demek değil. Profesyonellik, gazeteciliği bir meslek olarak benimsemek ve bunun hakkını vermektir. Ben amatör bir gazeteci değilim. Her ne kadar Türkiye’de insanın artık gerçek gazetecilikten geçimini sağlaması mümkün olmasa da ben gazeteciliği amatör değil profesyonel bir ruhla yapıyorum neticede. Maalesef burada esas söz konusu olan üzüntü verici durum –ki Türkiye’nin geldiği noktada ortaya çıktı bu–, insanlar gazetecileri birer matbuat siyasetçisi olarak görüyor ve tanımlıyorlar. Gazetecinin yazdığı haberin gerçekliği ve yaptığı yorumun geçerliliğinden ziyade, o haber ve yorumun kimin hoşuna gittiği, kimin hoşuna gitmediği, neye yaradığı, neye yaramadığı veyahut bir siyasî pozisyonda duran vatandaşın, okurun ruhunu okşayıp okşamadığı. İkilem, ayrım bu maalesef. Burada da aslında Türkiye’de gazeteciliğin kuruluşuna kadar giden nedenler var. Yanlış kuruluş. Türkiye’de gazetecilik siyasî iktidar mücadelelerinin bir vasıtası olarak kuruldu. Çokpartili rejim döneminde profesyonelleşme ve endüstriyelleşme başladı Bu nispette, iktidardan göreceli olarak bağımsızlaştı. Bir “ana akım” gerçeği ortaya çıktı. Evet, Türkiye’de “ana akım” sorunlu ve yanlıştı. Ama aslında tam da şu anda “ana akım” ortadan kalktığı için, “ana akım” medyadan söz etmek mümkün olmadığı için, her şeyi, gazeteciliği, “ana akım”ı, profesyonelizmi, bağımsızlığı düşünmek ve serbestçe tartışmanın tam zamanıdır diye telakkî ediyorum. Bütün ülkelerin, bağımsız, profesyonel, dürüst, namuslu, meslek etiğine sahip çıkan, ona göre davranan ve çalışan gazetecilere ihtiyacı olacaktır. Ben de bu konuyu zaten kavramsal düzeyde tartışıyorum. Yoksa “ana akım”ın gerekliliğini savunurken, bu üç niteliği hâiz gazetecilerin yaşayabilecekleri ve gelişebilecekleri ortam olması bakımından geçmişte kalan “ana akım”a selam göndermiyorum. Ama o “ana akım”ın, “Yiğidi öldür, hakkını ver” yahut “Sezar’ın hakkı Sezar’a” deyişlerinde olduğu gibi, bir dönem, özellikle 80 sonrası ve hatta 70’lerde, bu üç niteliği hâiz gazetecilerin yetişmesine imkân sağlayan bir ortam olduğunu da kabul etmemiz lazım. “Ana akım”, en geniş kitleye hitap eden, yaşayabilir, sürdürülebilir bir iş modeli geliştirmiş olan… Bu ne demektir? Profesyonel gazetecinin kendisini geliştirebileceği, sürdürülebilir bir bilanço tablosu demektir. Satış gelirleri, reklam gelirleri açısından sürdürülebilir bir iş modeli. Çünkü gazeteci öyle sanıldığı gibi 1 yılda, 2 yılda yetişmiyor. Gazetecinin yetişebilmesi için sürdürülebilir bir iş modeline ihtiyaç var. Bugün aktivist medya –bunu bir küçümseme ifadesi olarak kullanmıyorum– böyle bir iş modeli üretme kapasitesini hâiz değil. Geçmişte de değildi. Hiçbir zaman olmadı. Bu medyada iyi bir gazetecinin yetişmesi için 10 yıl, 15 yıl gibi süreler gerekiyor. Doğru ortamlarda ve doğru, geçerli rol modelleri olmak suretiyle bu gerekiyor. Bunu sağlayamıyor maalesef.

Burada bir parantez açayım: Medya aktivizmi şöyle oldu: Türkiye’deki siyasî, kültürel kutuplaşma, gazeteciliği, başkalarının söyleyemediği birtakım siyasî doğruları medya yoluyla dile getiren bir nevi önderler pozisyonuna oturttu. Başta dedim ya, soru soramaz hale geldiğimiz noktada soru sorulur hale geldik. O sorulara verdiğimiz cevaplar nispetinde de aktörleştik. Bu, belki de kaderin bize oynadığı bir oyun, kaçınılmaz bir şey. Nasıl aktörler olmayı seçtiğimiz, o sorulara verdiğimiz cevaplara bağlı. Ben bu noktada, bir siyasî medya aktivizminden uzak durmayı her zaman tercih ediyorum. Gazeteciliği başka türlü savunamayacağım için, suçlanmak istenen gazeteciliğin sadece ve sadece gazetecilik hattında mevzilenerek savunulabileceği kanaatindeyim.

Benim burada arkadaşlarla yaptığımız toplantılarda hep söylediğim bir şey var: Türkiye’de gazeteciliğin evrensel ilkelerine alabildiğine riayet edecek bir şekilde gazetecilik yaptığımız zaman, zaten Türkiye’nin demokrasi, hukuk devleti, temel hak ve özgürlüklerine katkıda bulunuyoruz. Türkiye’de gazetecilik artık tek başına bir misyon. Buna ayrıca ek bir misyon yüklemeye gerek yok.

Bir siyasî anlam yüklemeye gerek yok. Bu konuda da bir şeyler söylememe izin ver, galiba kapatıyoruz programı. Gazeteci taraf tutar mı? “Tarafsızlık, objektiflik, objektif gazetecilik olamaz. Ana akım olamaz, bağımsız gazeteci yoktur.” Bu sözlerin, gazetecinin bağımsızlığını, profesyonelliği ve “ana akım”ı değersizleştirmek amacıyla söylenen sözler olduğunu düşünüyorum. Burada bir siyasî gündem var. Bu önemli bir ayrım. Ama esas nokta şu: Gazetecilik tek başına demokrasinin mütemmim cüzüdür. Yani ayrılmaz parçasıdır. Siz gazeteciliği savunduğunuzda, gazetecilik yapma hakkınızı haykırdığınızda, bırakın basın özgürlüğünü savunmayı, aynı zamanda demokrasiyi, çoğulculuğu, çoksesliliği, fikir özgürlüğünü savunuyorsunuz. Ben basın özgürlüğünün, gazetecinin yapabileceği yegâne meşru aktivizm olduğunu söyleyegelmiş bir gazeteciyim. Ve bunu da yapıyorum, yaptım. 10 yıldan fazla bir süredir yaptım, hâlâ da yapıyorum. Ama tek başına gazeteciliği savunmak, zaten bir demokrasiyi savunan duruşu içeriyor. O yüzden buna daha fazla, bunun ötesinde anlamlar yüklemek bence gereksiz.

Kadri çok sağol. Kadri’nin “Ben de Sizin İçin Üzgünüm” kitabı daha yeni çıktı. 1 ay olmadı değil mi?

Hayır. 1 hafta, 10 gün oldu.

Bu kitapta çok ilginç şeyler var. Kadri’nin hayatıyla ilgili detaylar da var. Ama esas olarak, gazetecilik ve kendi gazetecilik serüveni gazeteciliğe nasıl baktığı meselesi var. Bu anlamda gerçekten çok iyi bir kitap. Özellikle Türkiye’yi ve gazeteciliği dert edinenlerin özel olarak okuması gereken bir kitap olduğunu düşünüyorum.

Kadri Gürsel’e teşekkürler. İzleyicilerimize de çok teşekkür ediyoruz. İyi günler diliyoruz.

Ben teşekkür ediyorum bu yayını yaptığın için.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.