Hani Türkiye normalleşiyordu!

Son dönemde gözaltıların azalıp tahliyelerin artmasıyla başlayan “Türkiye normalleşiyor” tespit ve temennileri Cuma sabahı yapılan Anadolu Kültür gözaltılarıyla geçersiz kaldı. Ruşen Çakır, normalleşmenin neden söz konusu olmadığını, nasıl yaşanabileceğini yorumladı.

Yayına hazırlayan: Gamze Elvan

Merhaba iyi günler, iyi haftalar. Bir süredir Türkiye’de bir normalleşme konuşuluyordu; Türkiye’nin normalleşmeye başladığı, Olağanüstü Hal’in (OHAL) kalkmasının ardından –her ne kadar OHAL kalıcı bir şekilde inşa edilmiş olsa da, adı başka olsa da– yine de birtakım şeylerin iyiye gittiği, temel hak ve özgürlükler konusunda olumlu gelişmelerin olduğu yolunda değerlendirmeler yapılıyordu. Rahip Brunson’ın bırakılması, bazı hak savunucularının tahliye olması gibi olaylarla beraber ve Avrupa Birliği’yle kurulan temaslarda bir hareketlilikle beraber böyle bir hava vardı; yavaş da olsa bir iyimserlik hâkim olma başlıyordu ve cuma sabahı Anadolu Kültür üzerinden yapılan operasyonda 13 kişinin gözaltına alınmasıyla beraber, birden tekrar, iyimserlik yerini kötümserliğe bıraktı. Ve “Ne güzel normalleşiyorduk, demek ki olmuyormuş” şeklinde yorumlar gelmeye başladı. Bunu birazcık kurcalarsak; aslında Türkiye’de bir normalleşmenin falan olmadığını görürüz. Birtakım şeylerin, kötü haberlerin yerine iyi haberlerin daha fazla geliyor olması, temel hak ve özgürlükler konusunda, hak savunuculuğu konusunda ve özellikle de Adliye’den gözaltı ve tutuklama haberleri yerine tahliye haberlerinin gelmesi –tabii ki bunlar iyi haberler–, bunların daha çok geliyor olması, aslında tek başına normalleşmeye işareti etmiyordu. Ancak insanlar bir nevi bunu temenni ettikleri için, bunu normalleşme olarak görmeye eğilimliydi. Bu insanlık hali, böyle bir… hepimizde var olan, ülkeyi sevmekle ilgili bir olay bu — böyle bir temenni vardı. Ama cuma günü yaşananlar bize hiç de bunun böyle olmadığı gerçeğiyle bir kere daha yüzleşmemizi sağladı.

Suç olmayan hususlardan suç üretmek

Her ne kadar cuma günkü operasyon ve gözaltılar daha öncekiler gibi günlerce sürmemiş de olsa, bir bir buçuk gün içerisinde durumlar netleşmiş de olsa, 13 kişiden sadece bir kişinin, Yiğit Aksakoğlu’nun tutuklanmış olması –ki bence başlı başına onun tutuklanmış olması bile çok vahim bir durum– ama 13 kişiden sadece bir kişinin tutuklanmış olmasıyla da normalleşmede hâlâ ısrar etmenin bence imkânı yok. Bu olay bize gösterdi ki Devlet, Adliye, Polis, tamamen suç olmayan hususlardan suç üretmeye ve bu ülkedeki baskı ortamını sürdürmeye niyetliler ve bunu istedikleri zaman, istedikleri gibi yapabiliyorlar. Bu kişilerin içlerinde dekanlar var, profesörler var, yerleri yurtları belli olan Türkiye’nin saygın sivil toplum çalışanları var, aktivistleri var. Bunların sabahın köründe şafak baskınıyla alınması; kaçmayacakları belli olan, istedikleri zaman ülkeyi kolaylıkla terk edebilecek ve yurtdışında rahat bir hayat sürme potansiyelleri, imkânları bayağı olan, Türkiye ortalamasının bu anlamda çok üstünde olan bu kişiler, bu ülkede yaşayan, bu ülkeden gitmek istemeyen kişilerin sanki kaçacaklarmış gibi sabahın köründe alınıyor olması bile başlı başına anormal bir durum. Bunların tutuklanmamış olması normalleşmeye delâlet etmez.
Bazı yorumlar yapıldı, en son bugün Murat Yetkin kendi kişisel bloğunda, bu olayın arkasında Emniyet içerisindeki MHP’li yani ülkücü polislerin olabileceği iddiasının Ankara’da konuşulduğunu yazdı. Evet, ilginç bir iddia ve bunun MHP’yle AKP arasındaki koalisyonun çatırdamasıyla da bir ilişkisi olabileceği de o yazıda dile getiriliyor. Ama ben açıkçası buna çok fazla ihtimal vermiyorum. Ciddiye alıyorum; ama, bir bilgiye dayanarak değil, ama şunu biliyorum ki bugün böyle bir operasyon, Bilgi Üniversitesi’nin Hukuk Fakültesi dekanını ya da Türkiye’de Açık Toplum Enstitüsü’nün geçmiş dönem başkanını vs. yönetim kurulu başkanı bunları –pardon, genel müdürünü– bunları alabilecek bir irade, Tayyip Erdoğan’dan bağımsız bir irade olabileceğini sanmıyorum. Hele onu zor durumda bırakmak için bu tür operasyonlar yapmaya kimsenin cesaret edebileceğini açıkçası sanmıyorum. Böyle bir noktada olduğumuzu düşünmüyorum. Bu anlamıyla bakıldığı zaman, Fethullahçıların zamanında AKP’yle ittifak yaptıkları dönemde AKP’den bağımsız kendi işlerini kendilerinin gördüklerini, hatta AKP’yi zor durumda bırakacak hareketler yapabildiklerini görmüştük — MİT Krizi bunun başlı başına en somut göstergesiydi. Ama bugünkü iktidar konumlanmalarında, Emniyet içerisindeki ya da devletin başka yerlerindeki MHP’li ya da başka bir yapının, cemaatin, vs.’nin Erdoğan iktidarıyla böyle bir meydan okuyuş içerisine gireceğini sanmıyorum. Belki yanılıyorumdur, o zaman da yanıldığımı söylerim. Bence bunlar abartılı; biraz da, Erdoğan’ın aslında normalleşmeyi istediği tezi üzerine bina edilmiş hususlar. Erdoğan’ın normalleşmeyi istediği tespiti de bence tespitten çok bir temenni. İşte esas nokta burada; Türkiye’de bugün uzun zamandan beri bir anormallik yaşanıyorsa –ki yaşanıyor–, Türkiye’de demokrasi rayından çıkmışsa, hukuk devleti rayından çıkmışsa, temel hak ve özgürlüklere yönelik ihlâller çok yaygınsa, bütün bunlar bir anormalleşmeyse –ki öyle–, normalleşmenin yolu nedir? Normalleşmenin yolu, normal olarak bütün bunlara itirazı olan güçlerin, iktidara karşı olan güçlerin, iktidarın bu yaptıklarını eleştiren güçlerin etkili bir şekilde varlık gösterip iktidarı attığı adımlardan vazgeçirtmeleridir. Ama Türkiye’de böyle bir şey olmuyor. Türkiye’de iktidar birtakım adımlar atıyor ve iktidar bazı adımlarından geri adımlar atıyor. Anormalleşmeyi yapan da iktidar, eğer normalleşme olacaksa onu da yapması beklenen yine iktidar. Şu anda Türkiye’de uzun bir süredir gerek Parlamento’daki, gerekse Parlamento dışındaki muhalefetin etkili olmaması nedeniyle biz bütün her şeyi iktidar üzerinden okuyoruz, okumak durumunda kalıyoruz. Bu da Türkiye’nin en büyük çaresizliği ve zavallılığı bence.

İktidarı kâr-zarar hesabına davet etmek

Cuma günü operasyon olduktan sonra TÜSİAD Başkanı, yaptığı açıklamada mealen şöyle diyordu: “Siz daha yeni yurtdışından tersine beyin göçü olması için program açıklıyorsunuz, ama daha sonra da sabahın köründe akademisyenleri içeri alıyorsunuz, kendi kendinizle çelişiyorsunuz”. Başkaları da yaptı buna benzer yorumları. Burada da hep şu yapılmaya çalışılıyor: Siyasî iktidara, “Ya, bunu yapıyorsunuz ama, bu yaptığınız sizin de işinize yaramaz” şeklinde, iktidarın yaptığının yanlış olduğuna kâr-zarar hesabıyla ikna etmeye çalışmak. Halbuki, “Bu yaptığınız yanlıştır, bu yaptığınız hukuk devletine sığmaz, bu yaptığınız Evrensel İnsan Hakları Beyannamesi’ne aykırı, bu yaptığınız Türkiye’de çoğulculuğa hizmet etmiyor, demokrasiye hizmet etmiyor” demek yerine, “Bunu yapıyorsunuz, ama bu yaptığınız sonuçta sizin de aleyhinize olur. Bakın, yapmayın” şeklinde, siyasî iktidarı ikna etmek, “tavlamak” gibi adlandırabileceğimiz perspektif var. Bu perspektiften başka, siyasî iktidarı yanlıştan caydırıcı bir muhalefet, bir toplumsal hareket, toplumsal muhalefet, siyasî muhalefet olmadığı için dönüp dolaşıp her şeyi iktidardan bekliyoruz ve dolayısıyla da anormalleşmeyi yapan iktidar, bunun tekrar normalleşmeyi –ki Türkiye’nin normalleşmesi lazım– normalleşmeyi de “yapabilecek olan tek güç iktidardır” diyerek, onun üzerine iktidara birtakım iyi niyetli girişimler arayışlar vehm ediliyor. Bunların büyük ölçüde doğru olduğunu sanmıyorum açıkçası.
Sonuç olarak şurası doğru: Bu yapılanlar, bu edilenler; demokrasiden, hukuk devletinden bu kadar uzaklaşma, siyasî iktidarın da lehine bir durum değil. Ama burada, buna karşı çıkanların, pozisyonlarını alırken siyasî iktidara, “Ya biz siz bunu yapıyorsunuz, tamam bu kötü bir şey, ama sizin için de kötü” diyerek onu kandırabileceğinizi sanmak artık çok anlamlı bir olay olmaktan çıktı. Burada Türkiye’nin temel sorunu dolayısıyla tabii ki siyasî iktidar; tabii ki bu hukuksuzlukları yapan, hukuksuzlukların önünü açan, bunun sorumlusu siyasî iktidar. Ama bu hukuksuzluklara karşı bir politik bilinç geliştiremeyen, bir muhalefet geliştiremeyen tüm odaklar da Türkiye’de bütün bu yaşananların sorumluları.

Etkili bir muhalefet olmadığı müddetçe Türkiye’deki her şey Erdoğan’ın insafına kalmış durumda

Sonuçta ne oldu? Cuma günü devlet, Osman Kavala’yı, bir yıldan fazla süredir iddianamesiz bir şekilde tuttuğu Osman Kavala’yı, bırakmak zorunda olduğunu bildiğimiz Osman Kavala’yı, hatta hakkında hiçbir dava bile açamayacak durumda olduğu Osman Kavala’yı yargılayabilmek ve daha uzun süre tutabilmek için arayışlara girdi — bunu anlıyoruz. Ve sonunda 2013 yılındaki Gezi sürecinde Fethullahçı savcıların ve polislerin yaptıkları birtakım çalışmalar, birtakım dinlemeler, birtakım fotoğraflar vs. üzerinden –ki bunu yapan polislerin ve savcıların bir kısmı firarî, bir kısmı tutuklu– sanki Fethullahçılarla hiçbir alâkası yokmuş gibi –devlette devamlılık esastır diyelim burada– onların bu yaptıklarını sanki kendileri bulmuş gibi yıllar sonra ortaya çıkarıp, insanları Gezi’den 5 yıl sonra suçlamaya kalktılar. Bu arada bugün Yıldıray Oğur’un yazısından da öğreniyoruz ki, kendini solcu ilan eden bir şahıs da burada gidip polise gönüllü bir şekilde ifade verip insanları ihbar etmiş; böyle birtakım eksantrik durumlar da var — ki bunlara da artık şaşırmıyoruz maalesef. Böyle bir olaydan insanları aldılar sorguladılar, saatlerce sorguladılar, hiçbir şey bulamadıkları için de bir kişi hariç –ki tutuklanan kişi hakkında da Kemal Göktaş’ın haberinden birinden öğreniyoruz– “Düzenlediği toplantının içeriği bilinmemekle beraber kanaat sonucu tutuklanmasına” karar verilmiş, Yiğit Aksakoğlu’nun böyle de bir durum. Tamamen bir hukuk garipliğiyle karşı karşıyayız.
Bunu yapmış olan bir devlet; bunu yargı yapabiliyorsa, polis bunu yapabiliyorsa, bu kadar fütursuzca, yeri yurdu belli olan insanlar sabahın köründe alınabiliyorsa, Türkiye’nin normalleştiği falan diye bir şey söz konusu olamaz. Ancak bazı durumlarda bir şeyleri sıkıyorlar, bazı durumlarda gevşetiyorlar. Niye sıkıyorlar, niye gevşetiyorlar? Bu konuda da biz de oturduğumuz yerden kendimizce birtakım akıl yürütmelerle olayı anlamaya çalışıyoruz, yorumlamaya çalışıyoruz. Ama sonunda, tam “İşler yoluna giriyor, biraz nefes alıyoruz, herhalde Osman Kavala’yı da bırakırlar” dediğimiz bir zamanda, çok yakından tanıdığımız birtakım insanların sabahın köründe apar topar gözaltına alındıkları haberiyle uyanabiliyoruz güne. Dolayısıyla normalleşme vs. yok, Türkiye’de etkili bir muhalefet olmadığı müddetçe de Türkiye’deki her şey açık söylemek gerekirse Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın insafına kalmış durumda. Onun da neyi ne zaman nasıl isteyeceği konusunda biz en fazla akıl üretebiliriz. Onun ötesindeki her şey bir yerden sonra çok anlamsız değerlendirmeler ve spekülasyonlar olur. Maalesef Türkiye çoğulcu parlamenter sistemden uzaklaştıkça, hukuk devletinden uzaklaştıkça, özgür bir medyaya sahip olmaktan uzaklaştıkça, başına gelenleri de en fazla böyle birtakım temenniler ve akıl yürütmelerle anlamaya çalışıyor ve bunun sonunda da Türkiye her geçen gün daha kötü bir yere doğru savruluyor.

Serbest bırakılan 12 kişiye geçmiş olsun diyorum, Yiğit Aksakoğlu –kendisini tanımıyorum, belki karşılaşmışızdır hayatta, tanıştığıma emin değilim– kendisine de ayrıca geçmiş olsun diyorum. Bir de ayrıca 7 kişinin daha olduğu söyleniyor dosya kapsamında. Ama dosyaya baktığımız zaman “Onun eşi, bunun vesairesi” gibi değerlendirmelerle yapılan dosyaların ne kadar gayriciddi olduğunu görmek de bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak beni gerçekten çok üzüyor. Evet, söyleyeceklerim bu kadar. İyi günler.


Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.