Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Çin mi oluyoruz?

Çin, katı merkeziyetçi otoriter rejime rağmen ekonomik kalkınmayı sağlayan ülkelerin başında geliyor. Türkiye de otoriterleşme anlamında hızla Çin’e benzemekle birlikte ekonomik açıdan başarı sağlayamıyor.

Yayına hazırlayan: Gamze Elvan

Merhaba, iyi günler. Bu yayının başlığını gören bazıları “Nerede o günler?” diyebilirler; çünkü “Çin mi oluyoruz?” sorusu aslında bazıları için olumluluğu ima ediyor olabilir; zira Çin, dünyanın ekonomik anlamda en önemli ülkelerinden biri, hatta ABD’ye meydan okuyabilen bir ülke, gerçekten çok büyük bir dev; hatta bazılarına göre, gerçekten dünyanın en büyük ekonomik gücü. Ama bu soruyu ben AKP iktidarının başlangıcıyla bugün geldiği noktayı kıyaslamak anlamında sormak istiyorum bu yayında; çünkü 2002 sonunda AKP tek başına iktidara geldiği zaman, kısa bir süre sonra Recep Tayyip Erdoğan –ki o tarihte yasaklıydı, ama genel başkandı, henüz yasağı kalkmamıştı, yani başbakan olmamıştı– 2003 Ocak ayında, yani yaklaşık 16 yıl önce Çin’e uzun bir gezi yaptı. Bir uçak dolusu –büyük bir uçaktı– gazeteci, iş adamı, bürokrat, siyasetçi vardı ve günlerce orada temaslarda bulundu, esas olarak Şanghay’da ve Pekin’de temaslarda bulundu ve iktidara yeni gelmiş olan Adalet ve Kalkınma Partisi, Milli Görüş’ün değil, yani Refah Partisi, Milli Selamet Partisi ve Fazilet Partisi’nin değil de Turgut Özal’ın ANAP’ının devamı gibi bir havaya bürünmüştü ya da böyle bir hava vermek istiyordu. Her şey bir yana, ekonomik açıdan Erbakan’dan ziyade Turgut Özal’a yakındılar, bu çok bariz bir şekilde ortadaydı. Küresel kapitalizme eklemlenmek, yabancı sermaye çekmek ve böylece kalkınmak, Türkiye’yi dünyanın önde gelen ülkelerinden birisi yapmak için Çin gerçekten bir model gibi görülüyordu. 

Büyük bir heyecan vardı heyettekilerde; özellikle yeni iktidara gelmiş olan AKP’li siyasetçilerde — ki birkaç bakan vardı; Kürşad Tüzmen’i hatırlıyorum, galiba Binali Yıldırım o tarihte Ulaştırma Bakanı’ydı o da vardı, ama Erdoğan’ın kendisi vardı en önemlisi. Orada serbest bölgeler ziyaret edildi — yabancı sermayenin en yoğun bir şekilde çekildiği serbest bölgeler. AKP’lilerin kafasında şöyle bir Çin vardı: Bir tarafta komünist rejim, çok katı; ama diğer tarafta ekonomik anlamda ihtiyacı olan, yabancı sermayeye ihtiyacı olan bir rejim. Dolayısıyla ülkenin bir yanında alabildiğine katı bir merkeziyetçilik varken, bir diğer yanında bürokrasinin neredeyse sıfırlandığı bir yönetim. Yabancı sermaye çekmek için böyle bir yönteme başvurduğunu düşünüyorlardı, bekliyorlardı ve Özal çizgisine de hâkim olan, bürokrasinin neredeyse sıfırlandığı, kararların çok hızlı bir şekilde alındığı bir ülke ile karşılaşmayı umuyorlardı; ama tam tersi oldu, çünkü gittiğimiz her yerde, özellikle serbest bölgelerde yetkililer, bütün kararların, bütün yabancı sermaye girişlerinin, yatırımların vs. hepsinin Komünist Parti yönetiminin onayıyla gerçekleştiğini söylediler ve bu büyük bir şaşkınlık, büyük bir hayal kırıklığı yaratmıştı ve tam da çözemediler aslında — o tarihte bunu hatırlıyorum: Bir burukluk olmuştu. “Nasıl olur da her şeye, ekonomiye, özellikle yabancı sermayeye doğrudan devletin en tepesindeki parti yönetimi karar verir? Bu kadar büyük bir ülkede üstelik?” diye düşünmüşlerdi. Ama buna rağmen yine de Çin büyülemişti AKP’lileri o tarihte, Erdoğan’ın söylediği birtakım cümleleri aktarmak istiyorum: “Burada güven ve istikrar oluşmuş. Biz de güven ve istikrarı sağladığımız sürece yabancı sermaye bize de gelir”. En önemli husus zaten yabancı sermaye çekmek, Çin’de güven ve istikrar oluştuğunu vurguluyor — ki doğru, ama sorunlu bir güven ve istikrar, birazdan ona geleceğim. 

Bir diğer söylediği de şu: “Tanıdığım komünizmi burada göremedim, liberal bir anlayış var. Siyasî irade çok iyi işliyor, hatta Türkiye’de komünizmi savunanlar gelip buraları teneffüs etmeliler” diye Türkiye’nin komünistlerine Çin komünizmini satmaya, pazarlamaya da çalışmıştı. 

O günden bugüne Türkiye’de ve Çin’de çok şey değişti; ama Çin rotasını büyük ölçüde değiştirmedi, hâlâ o katı merkeziyetçi yönetimini sürdürüyor; merkeziyetçi yönetimin kontrolünde bir özel sektör ve yabancı sermaye girişine teşvik var ve bu anlamda inişli çıkışlı da olsa Çin istikrarlı bir çizgide yürüyor. En önemli istikrarı, Çin’de demokrasinin olmaması, temel hak ve özgürlüklerin çok ciddi bir şekilde kısıtlanıyor olması. Ama Türkiye o günden bugüne çok değişti ve özellikle son dört-beş yılda çok ciddi bir şekilde olumsuz anlamda değişti. Ve bu anlamda Türkiye bayağı Çin’e benzemeye başladı. İşin acısı şu ki ekonomisi Çin’e benzemiyor; yani bu anlamda özellikle son dönemdeki büyüme rakamlarına baktığımızda, yabancı sermaye girişlerine baktığımızda, Çin’le kesinlikle kıyaslanabilecek bir ülke değiliz. Ama ekonominin yönetimi noktasında ve temel hak ve özgürlükler, demokrasi noktasında Türkiye hızlı bir şekilde Çin’i yakalamak üzere. Yani Türkiye demokrasiden otoriterliğe giden bir yolda Çin’le kucaklaşıyor, ama ekonomik kalkınma anlamında, ekonomik büyüme anlamında, dünyada ekonomik anlamda ciddi bir güç olma anlamında Çin’in hayli hayli gerisinde ve kolay kolay da belini doğrultabileceğe benzemiyor. Çünkü Türkiye’de en önemli husus; Türkiye’de ekonomik hareket daha çok finansal hareketlerle oluyor. Çin’de olduğu gibi reel sektörün güçlü bir şekilde geliştiği bir Türkiye söz konusu değil. Daha önemlisi, Çin’in en büyük artılarından birisi, yeni teknolojilerle beraber yaşanan bir ekonomik gelişme var. Türkiye yeni teknolojiler konusunda da özellikle araştırma-geliştirme konusunda da çok geri bir noktada; bu anlamda da büyük ölçüde dışarıya bağımlı bir ülke. 

Bugün Amerika’da yaşayan Türkiyeli iktisatçı –dünya çapındaki iktisatçılardan– Dani Rodrik’in bir yazısını çevirdik ve Medyascope’ta yayınladık. Orada Dani Rodrik, bir uluslararası toplantı için Çin’e gitmiş ve Çin’den yazmış. Çin’de yaşanan ekonomik modeli ele alıyor ve buradaki başarılı noktaların altını çizdikten sonra, bunun en zayıf noktasını vurguluyor o da: Düşünce özgürlüğünün olmaması, ifade özgürlüğünün olmaması. Özellikle –şimdi tam cümle olarak aklımda değil– mealen şunu söylüyor Dani Rodrik: “Eğer düşünce özgürlüğü yoksa, bir ülkeyi yönetenlerin hatalarının söylenmesi mümkün olmaz ve onlar hatalarıyla devam ederler”. Bunun panzehiri; düşünce özgürlüğü, eleştirinin olması. Bunun Çin’de olmadığını biliyoruz, Türkiye’de de yok maalesef ya da artık hiç kalmıyor. Burada tabii şöyle bir husus var; insanlar eleştirmeyince, düşüncelerini özgürce ifade edemeyince, dolayısıyla bir itiraz ortaya çıkıyor ve bir muhalefet potansiyeli ortaya çıkıyor. Peki Çin bunu nasıl hallediyor? Bu noktada da Çin’in son dönemde geliştirdiği özellikle yüz okuma projeleri, yüksek teknolojiyle beraber geliştirdiği teknolojilerden, yöntemlerden bahsediyor Dani Rodrik. Gerçekten Orwell’in 1984’ünün çok daha ötesinde birtakım uygulamaların Çin’de hayata geçirildiğini görüyoruz. Artık neredeyse tüm vatandaşlar sokaktaki güvenlik görevlileri tarafından teknolojik olarak kontrol edilebilecekler, tam bir gözetleme yeri haline geliyor Çin. Bunun da en önemli nedeni tabii ki özgürlüklerin olmadığı bir yerde toplumsal rahatsızlıklar olabilir, toplumsal rahatsızlıklara karşı otoriter bir rejimin yapacağı şey, bu rahatsızlıkları bastırmaktır. Tabii Çin’in bu geliştirdiği yeni uygulamalar rahatsızlıkların ortaya çıkmadan önce saptanabilmesi ve engellenmesi yolunda çok daha önemli ve Çin bu anlamda gerçekten komünizm adıyla ortaya çıkıp, insanlara gerçekten bir ortak paylaşmanın mutluluğunu yaşatacak bir ütopyadan hareket edip; bir merkezin tüm vatandaşları bir şekilde kontrol ettiği bir distopyaya taşıdı, böyle bir noktada şu anda Çin ve bu anlamda da gerçekten rahatsız edici bir ülke. Özellikle kendini solda tanımlayan insanlar için, Çin gerçekten, ayrıca fazladan rahatsız edici bir ülke. Ama şunu biliyoruz ki; dünyanın dört bir tarafında ister kendilerini komünist olarak tanımlasınlar, ister liberal, ister başka bir şey ister milliyetçi… dünyanın dört bir tarafında çok ciddi bir otoriterleşme var; demokrasiden, temel hak ve özgürlüklerden uzaklaşma var. Bu anlamda Çin çok da fazla suçlanamaz; çünkü Çin zaten uzun zamandan beri böyle olan bir ülke ve bunu teknolojisiyle, yeni teknolojilerle daha da güçlendiriyor. Ama sorun Türkiye gibi demokrasi deneyimi olan, iyi-kötü demokrasi deneyimi olan bir ülkenin kazanımlarını, demokrasi, temel hak ve özgürlükler ve hukuk devleti konusundaki kazanımlarını teker teker kaybetmesi, bunlardan mahrum kalması ve o anlamda Türkiye çok kötü bir gidişat içerisinde. 

Tekrar Çin’e gelecek olursak: Siyasî olarak, demokrasi, temel hak ve özgürlükler hukuk devletine uzaklık anlamında Çin’e benzeyen, ama ekonomik kalkınma anlamında, gelişme anlamında Çin’den fersah fersah uzak olan bir ülkeyiz. Dolayısıyla Çin’e bile benzemiyoruz ya da şöyle söyleyelim; Çin gibi ülkelerin kötü yönlerini almakta, ama iyi ve daha pozitif olan yönleri –ki Çin’de bu pozitif yönler o negatif yönleri dengeleyebiliyor; ama bizde hem siyaset, hem ekonomik olarak bütün dengeler negatif seyrediyor ve bu aslında bu ülke vatandaşlarının hakkı olan bir şey değil. Bu ülke vatandaşlarının, Türkiye’de yaşayan insanların, hak ettiği bir şey değil. Bu anlamda Türkiye keşke Çin gibi olabilse; en azından ekonomisi belli bir noktada olur ve insanlar ekonomik anlamda belli bir seviyeye geldikleri için belki siyasî eksikleri, temel hak ve özgürlükler gibi konuları unutabilir diye düşünenler olabilir; ama ben şu iddiadayım ki demokrasinin olmadığı bir yerde, ekonomik gelişme vs. olmaz ya da olsa bile aldatıcı olur. Böyle bir şeyin mümkün olabileceği kanısında değilim. Dolayısıyla Türkiye’nin kendisine örnek alacağı yer Çin gibi ülkeler olmamalı. Evet, söyleyeceklerim bu kadar. İyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.