Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Yeni Zelanda terör saldırısının anlamı

Yeni Zelanda’nın Christchurch şehrinde iki camiye düzenlenen ve 49 kişinin ölümüne yol açan terör saldırısı nasıl bir dünyanın habercisi? Yeni saldırıların önünü almak mümkün mü?

Yayına hazırlayan: Şükran Şençekiçer

Merhaba, iyi günler. Normalde bugün İslamî feminizmden bahsetmeyi düşünüyordum — 8 Mart olayında bir kere daha gündeme gelen hususla. Ama Yeni Zelanda’da yaşanan katliam –terör saldırısı– bunu iptal etmeme neden oldu. Daha iyi, pozitif bir şeyden bahsedecekken, yine bir kara tablo ile, bir kâbusla uyandık. Türkiye saati ile sabaha karşı, Yeni Zelanda’nın saati ile Cuma öğle saatlerindeki Cuma namazı sırasında iki birbirine yakın camiye bir saldırgan, Brenton Tarrant adında 28 yaşında Avustralyalı bir saldırgan, Christchurch kentinde –önemli bir şehir Yeni Zelanda’da– iki camiye saldırıp, rastgele ateş açıp, saldırılarını kafasına yerleştirdiği kamera ile sosyal medya üzerinden canlı yayınlayıp, yayına girdiğimdeki en son rakamlara göre 49 kişiyi katletti. Ve büyük bir şokla, Batı, saat farkı nedeniyle sabah kalktığında, Türkiye dahil olmak üzere hepimiz bu katliamın, bu saldırının, terör saldırısının haberiyle uyandık.

Tabii daha çok yeni. Ayrıntılar çok hızlı bir şekilde akıyor. Bu saldırganın kim olduğu, saldırısından önce hazırladığı manifesto vs., birçok detay var. Ve tabii ki demin de söylediğim, saldırının canlı yayınlanan görüntüleri var. Şahsen seyretmedim. Seyreden tanıdıklarım var; ama seyretmek istemiyorum, belki seyrederim bilmiyorum, ama çünkü bunu şöyle düşünüyorum: Daha önce IŞİD saldırılarında, IŞİD’in kafa kesme görüntülerinde de bu tartışma olmuştu. Bu tür görüntüler insanlarda bir aydınlanma ya da teröre karşı mücadele azmi yaratmıyor. Tam tersine, teröre karşı çaresizlik duygusu uyandırıyor. Zaten öyle olmasa teröristlerin kendileri bu görüntüleri çekip servis etmezdi. Burada da Brenton Tarrant herhalde bu saldırıyı canlı yayınlayarak propaganda yapmak istedi. Ve o yayınlanan görüntüleri izlemek ve yaymak da o propagandaya bir şekilde alet olmaktır diye düşünüyorum.

Onun kaleme aldığı manifesto gibi bir şeyin, araştırmacılar için, uzmanlar için belki bir anlamı olabilir; ama onun da çok hızlı bir şekilde, bu kadar yaygın bir şekilde elden ele dolaşması, oradan yapılan alıntılar vs. de sonuçta terörle mücadeleye hizmet eden bir husus olarak bana gözükmüyor. Tam tersi bir durum ile karşı karşıya olduğumuz kanısındayım.

Bu olay, yani 15 Mart 2019 olayı, bir anlamda yeni bir 11 Eylül 2001 olayı gibi bir olay. Çok önemli bir olay ve birçok hususu buna göre değerlendireceğiz. 11 Eylül saldırısı tabii ki New York’u ve Washington’u hedef almıştı, ABD’yi hedef almıştı. Ve bir anlamda saldırganların hedefinin Amerika olması bir yere kadar anlaşılabilir bir şeydi, şaşırtıcı değildi. Tabii eylemin kendisi şaşırtıcıydı, ama burada Yeni Zelanda gibi nispeten az bir göçmen nüfusa ve Müslüman nüfusa sahip ve sakin bir yer, çatışmaların, terör meselelerinin çok da olmadığı, mesela bir Avustralya’ya kıyasla olmadığı bir yer seçilmiş olması tabii işin rengini biraz değiştiriyor ama daha da anlamlı kılıyor. Nitekim saldırganın iki yıldır kafasında bu saldırı olduğu ve üç aydır da Christchurch kentinde bu camileri hedef aldığını ve ona hazırlandığını öğreniyoruz. Bu da kendisi Avustralyalı olan saldırganın özel olarak Yeni Zelanda gibi bu tür saldırıların daha az bekleneceği ve dolayısıyla da güvenlik önlemlerinin daha az olduğu bir yeri seçmiş olduğunu varsayabiliriz.

Bu sadece Müslümanlara yönelik bir saldırı mı? Sanmıyorum. Tabii ki hedef camiler. Ama bu kişinin yaptığı açıklamalarda, manifestosunda vs. yazdıklarına baktığımızda Müslümanlar ilk akla gelenler. Zaten camiler ilk akla gelenler. Ama o yabancı düşmanı bir ırkçı. Yabancı düşmanlığının içerisine her türlü kendisinden olmayan, beyaz olmayan giriyor. Ve bu anlamda, hatta bir ölçüde Yahudiler de giriyor ki benzer görüşteki aşırı sağcı saldırganların, özellikle Amerika Birleşik Devletleri’nde sinagoglara saldırdıklarını da biliyoruz.

Dünya çapında bir yeni dalga söz konusu. Bu dalganın cihadcılık diye adlandırılan El Kaide, IŞİD gibi yapıların beraberinde getirdiği dalgaya paralel bir dalga olduğunu belki söyleyebiliriz. Ama buradan hareketle bu El Kaide ve IŞİD gibi yapıların bunları doğurduğunu söylemek çok basite kaçmak olur. Her ikisinin ayrı ayrı dinamikleri var. Birbirlerini besledikleri doğru; ama varlıklarını birbirlerine muhtaç olduklarını söylemek bence aşırıya kaçmak olur. Bir yorumcunun dediği gibi, “Beyaz ırkçıların IŞİD’i” değerlendirmesinin bir yere kadar doğru olduğunu da kabul etmek lazım.

Bu tek başına bir şahsın yaptığı bir eylem gibi, terör saldırısı gibi geliyor. Ve bunun belki de çok da büyük örgütsel bağları çıkmayabilir. Ama buradaki sorun bunun bir iki kişinin bir araya gelip, akıl edip yapmış olduğu bir terör saldırısı olsa dahi, bunun örgütlü bir saldırı olduğunu kabul etmek lazım. Çünkü dünyanın dört bir tarafında benzer düşünceye sahip olan insanlar, farklı farklı yöntemlerle nefret ettikleri göçmenlere, kendileri gibi olmayanlara yönelik eylemler düşünüyorlar. Sosyal medya üzerinden birbirleriyle haberleşiyorlar, birbirlerini besliyorlar, birbirlerine destek oluyorlar — maddi ve manevi anlamda. Ve böyle bir şebeke var. Bu şebeke bir IŞİD kadar, bir El Kaide kadar tanımlı olmayabilir, belki öyle olduğu yerler de olduğunu tahmin ediyorum. Ama tanımlı olmaması, olmayacağı anlamına gelmez. Ve de bu yapılan saldırıların daha az önemli olduğu anlamına da kesinlikle gelmez.

Öyle bir çağda yaşıyoruz ki tek başına da olsa bir kişi aynı anda kısa bir süre içerisinde 50 kişiyi katledebiliyor. Bu kişilerin kim olduğuna bakmaksızın önüne gelen herkesi katledebiliyor. Demek ki burada örgütlülük meselesini çok da fazla önemsememek gerekiyor. Tabii ki örgütlü olması halinde işin rengi belli ölçülerde değişir, ama bu haliyle de çok tehlikeli bir olgu ile karşı karşıyayız.

Buna karşı ne yapılabilir? Buna karşı çok fazla yapılabilecek bir şey maalesef yok. Çünkü Brenton Tarrant denen kişi aslında şu anda dünyanın birçok yerinde, özellikle Batı ülkelerinde iktidarda olan ya da iktidara yürüyen bazı hareketler ve siyasetçilerle aynı dalga boyunda olan bir kişi. Onun camide, iki ayrı camide 50’ye yakın Müslümanı katletmesi ile, iktidara gelir gelmez ülkeye Müslüman ülkelerden girişi yasaklamaya kalkan Donald Trump arasında en azından perspektif anlamında –tabii ki eylemlerde farklı, ama perspektif anlamında– çok fazla bir fark yok. Aynı şekilde bir Macaristan’da, Polonya’da iş başında olan iktidar –illiberal demokrasi olarak tanımlanıyor bu–, özgürlükçü olmayan, sandıkla gelen ama özgürlükçü olmayan iktidarların da İslam hakkında, yabancılar hakkında söyledikleri ile bu kişinin söyledikleri arasında tabii ki birtakım farklar var ama özünde aynılar. Ötekini kabul etmeme hali. Ve bu hal sadece aşırı sağda değil, Batı’daki bazı sol hareketlerde de etkisini gösteriyor. Kimi zaman aşırı sağın önünü kesmek için, kimi zaman başka motivasyonlarla bu tür yabancı karşıtı söylemlerin hiç umulmadık yerlerde ve kişilerde de görüldüğünü saptıyoruz.

Bu da çok acı bir gidişat. Dolayısıyla Brenton Tarrant denen kişi, nasıl zamanında El Kaide ya da IŞİD bir rastlantı değildi ise, bu kişi de bir rastlantı değil. Zaten en önemli referanslarından, en saygı duyduğu isimlerden birisinin Norveç’teki kitle katliamcısı Anders Breivik olduğunu kendisi de söylüyor zaten. O kişi şu anda hâlâ cezaevinde. Takım elbise kravatıyla fotoğraflarını görüyoruz. O kadar kişiyi, o kadar çocuğu katletti ve bir anlamda yanına kâr kaldı. Muhtemelen bu kişinin de yanına bir ölçüde kâr kalacak. Çünkü istediklerine daha ilk anda büyük ölçüde ulaşmış durumda. Sevmediği 50’ye yakın insanı katletti. Kendince kendisi gibi olan insanların elinde bir sembol haline geldi. Öğretisi ya da neyse, öğreti dememek lazım ama, yazıp çizdikleri hızla tüm dünyaya yayıldı. Ve katliamın kaydettiği görüntüleri sayesinde de bayağı bir havaya girdi. Yani onun girdiği hava, beklentileri, insanî olarak tanımlanmakta zorlanacağımız bir kişi söz konusu.

Nitekim Yeni Zelanda Başbakanı Ardern yaptığı açıklamada katledilenlerin kendilerinden, ama katilin kendilerinden olmayan bir kişi olduğunu tanımladı. Çok önemli bir duruş bu; çok saygıdeğer bir duruş, çok serinkanlı bir duruş. Ama bunun yanında Avustralya’da bazı siyasetçilerin neredeyse katliamı meşrulaştırıcı söylemleri de dile getirdiklerini görüyoruz. Zor bir dönemden geçiyor dünya ve işler giderek daha da zorlaşıyor. Bu olay hiç ama hiç iyi olmadı. Bu olayın ardından, bu katliamın ardından bu Brenton Tarrant’a benzeyen, ona öykünen, onu taklit etmeye çalışan çok insanla karşılaşabiliriz. Bunların tabii ki ilk aklına gelen yerler Müslümanların gittiği yerler olacaktır, kişiler Müslümanlar olacaktır.

Ama sadece bunu bir İslam karşıtlığı olarak görmek çok doğru değil. Çok daha genel bir olay. Bir zamanlar çok konuşulan ama ne zamandır dile getirilmeyen kuzey-güney ayrımı burada bir anlamda söz konusu. Yoksul ülkelerle onları sırtından zenginleşmiş ülkelerin arasında yaşanan çok yeni bir çekişme söz konusu. Medeniyetler savaşı lafı buna pek uymuyor. Burada söz konusu olan medeniyetler değil, aslında bu bir anlamda sınıf savaşı. Bir şekilde kendilerini daha üst sınıfta gören ya da üst sınıftaki imtiyazlarını alttakilerin yanlarına gelmesiyle kaybettiklerini düşünen kişilerin bir faşist çılgınlığı. Ama bunu çılgınlık diyerek önemini azaltmamak lazım.

Tabii ki çılgınlık; ama onun dışında bu bir ideoloji, bu bir siyaset, bu bir politika. Bunun örgütlenmesi var, bunun çok ciddi finans ayağı var, çok ciddi bir kitle desteği var. Ve göreceğiz, burada da bu kişi belli yerlerde kahramanlaştırılacak. Bununla kim nasıl mücadele edecek? Açıkçası çok ciddi bir soru işareti. Her kafadan bir sesin çıktığı, bir arada yaşama kültürünün iyice darbe aldığı bir dünyada yaşıyoruz. Ve tam da bölgemizde IŞİD’in etkisinin kırılmakta olduğu yolunda analizlerin yapıldığı bir dönemde bu saldırı, IŞİD ve benzeri örgütlere yıllarca yetecek kadar bir meşruiyet zemini sunuyor. Onu da akılda tutmakta yarar var.

Evet, çok zor bir saldırı. Bunun altından, bunun peşinden gelebilecek yeni tehditleri, yeni saldırıları önleme konusunda devletlerin yapabileceği, güvenlik önlemi almanın dışında ne olabilir? Açıkçası çok emin değilim. Ama bu tür olaylarla mücadele etmenin yolunun güvenlik önlemleri olmadığını da çok iyi bilmemiz, kabul etmemiz lazım. Ama şu anda, dünyanın geldiği şu ortamda gerek Batı dünyası, gerek İslam dünyası, gerek Afrika, gerek Asya, buralar devletler olarak, toplumlar olarak, sivil toplumlar olarak, medya olarak, üniversiteler olarak bu tür büyük bir yükümlülüğün, bu tür aşırılıklar ile mücadele edebilme yükümlülüğünün üstesinden gelebilecek durumda değiller. Dolayısıyla çok fazla kötümser olduğunun farkındayım ama, gerçekten bir kıyamet senaryosu ile karşı karşıyayız. Bu Yeni Zelanda’da Christchurch’deki terör saldırısını lanetlemek ve orada hayatını kaybedenler ve yaralananlara dayanışma, destek ve her türlü iyi niyet dileklerimizle, özellikle hayatını kaybedenlere rahmet dileyerek burada noktalamak istiyorum.

Evet, söyleyeceklerim bu kadar. İyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.