Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Kemal Can ile 5 Soru 10 Cevap (32): Kılıçdaroğlu’na saldırı

Kemal Can bu haftaki 5 Soru 10 Cevap yayınında CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun Ankara’nın Çubuk ilçesinde katıldığı şehit cenazesinde uğradığı saldırıyı ele aldı.

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Merhaba iyi haftalar.

Kılıçdaroğlu’na yapılan bu saldırı, içinde bulunduğumuz şartlar düşünüldüğünde ne anlama geliyor?

Kılıçdaroğlu daha önce de saldırılara uğradı. Türkiye’de pek çok siyasi lider saldırılara uğradı. Dünkü olay sadece yaşanma anı itibariyle değil, o olayın öncesi, hazırlanışı, onu var edecek koşullara sağlanan imkanlar birlikte düşünüldüğünde, asla kendiliğinden ve anlık gelişmiş bir olay olarak değerlendirilemez. Çok açık biçimde, Türkiye’de sadece siyasi aktörlere değil, belirli insan guruplarına, etnik, dini azınlıklara dönük sık sık gündeme gelen, düğmesine basılarak harekete geçirilmiş bir linç güruhunun eylemi olarak tarif edilmek zorunda. Hatırlanacağı gibi iktidar sözcüleri, birkaç yıldır sistemli biçimde yükseltilen ama özellikle seçim kampanyası sırasında zirveye ulaşan, hatta iktidar seçmenini bile rahatsız eden düşmanlaştırıcı, suçlayıcı, ötekileştirici bir dili kullandılar. Öözellikle CHP’yi de içine alarak, çok uç, abartılı seviyelere taşıdılar. Dolayısıyla, bu hazırlanmış bir zemin. Ama bu dil, ne seçim sonuçları itibariyle, ne seçim kampanyası sırasında hedef aldığı kitle üzerinde de büyük etkiler yaratmadı. Yani, “bu meseleyi tırmandırdılar, kutuplaştırma yarattılar, böyle bir zemin oluştu, burada da en küçük bir tahrik bu tür olaylara yol açıyor” gibi bir yorumun doğru olmadığını düşünüyorum. Tam tersi, bu tırmandırmanın sonuç vermemesi karşısında, işin doğrudan yapılmasının söz konusu olduğunu düşünüyorum. Ayrıca, olayın yaşanma biçiminde gördüğümüz kadarıyla, hızla olaya müdahale etmek ya da olayı söndürmeye çalışmak yerine, birazcık görünür, gösterilir halde tutmak gibi bir tavrın da olduğu anlaşılıyor.

Peki, neden hem bu zemini hazırlayan dil çok tırmandırıldı, hem de seçimden sonra bunun politik olarak bir fayda getirmediği görülmesine rağmen devam ettiriliyor? Bence bu bir mecburiyetler serisi halinde gidiyor. Seçim sırasında yürütülen bu sert kampanyadan bir fayda, bir oy getirisi, bir siyasi beklenti değil, iktidarın bir kanadının zorladığı mecburiyetler belirleyiciydi. Ve iktidar bunu, -özellikle iktidar sözcüsü olarak zaten doğrudan Erdoğan meydanlardaydı, belki onun yanına Süleyman Soylu ve Bahçeli’yi eklemek mümkün- bir zorlama olarak, bir mecburiyet olarak sürdürüldü. Sonuç almadıkça da dozu artırıldı. Sonuç almadıkça seviyesi yükseltildi. Seçimden sonra da, alınan büyük yenilgi ya da moral bozucu sonuç, bunu daha da büyüttü ve katladı. Muhalefetin zafer havasına girmesini ya da moral bozukluğundan çıkarak tekrar toparlanmasını engellemek istendi. Bir yandan itiraz süreçleriyle örgütlü mızıkçılık arttırılırken, bir yandan da sertleşme yaşandı.  Bazı çevrelerin Erdoğan’a atfettiği gibi yumuşama ya da dil değiştirme, kucaklama görüntüsünden uzak açıklamalar yapıldı ve daha sonra da böyle bir eylem ortaya çıktı. Çünkü, bu dil ve bu siyasi tarz, artık kendi hedef kitlesinde bile karşılık bulmuyor ve hızlı bir erimenin engelleyicisi olarak işlev göremiyor.

Kılıçdaroğlu’na saldırıya verilen tepkiler ve mesajlar neyi gösteriyor?

Tabii en önemli ve en dikkat çekici meselelerden biri, resmi ağızların olaya nasıl isim verdikleri. Bunun en dikkat çekici örneklerinden biri, Ankara Valiliği’nin, resmi açıklamasında olayı bir protesto olarak nitelemesi. İkinci önemli mesele ise, oradaki kalabalığı yatıştırmak için megafonla konuşma yapan Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar’ın, saldırgan kalabalığa “Değerli arkadaşlarım” diye hitap etmesi. Ayrıca, “mesajınızı verdiniz, artık çekilin” mealinde sözler sarf etmesi. Yani Hulusi Akar’ın da, yapılan saldırıyı bir mesaj olarak isimlendirmesi. Bir de tabii, iktidar yanlısı medyada aynı gün yapılan İmamoğlu`nun Maltepe’deki mitinginin ertelenmesi ya da CHP’nin geri çekilerek sükuneti sağlanması gibi çıkışlar da gördük. “Kınama” kılığında, ama kınamanın altına çeşitli argümanlar eklenerek, bunun CHP’nin ya da Kılıçdaroğlu’nun veya genel olarak bütün muhalefetin alması gereken bir mesaj olduğu iması resmi ağızlara yansıdı. Bunu çok net biçimde gördük.

Fakat  -şu anda çok ölçülebilir bir şey değil ama- bence bunlar, kamuoyunda karşılık bulan bir tavırlar olmadı. Sosyal medyada, hatta AKP”ye yakın medyanın bir kısmında, bu yaklaşıma çok uymayan, meselenin rahatsızlık verici olduğunu gösteren sözlere de rastladık. Genel kamuoyundaki hal de sosyal medyadan izleyebildiğimiz kadarıyla, ortalama iktidar seçmenin, hatta 31 Mart’ta oy vermiş olanların bile bu tablodan hiç de memnuniyet duymadıklarını düşündürüyor. Çok küçük bir yüzdenin, belki iktidar seçmeninin beşte birini oluşturan, toplam seçmenin yüzde 10’u kadar dar bir kesimin, bu resmi açıklamalardaki mesaj iddiasına yakın bir hissiyat, refleks gösterdiğini söyleyebiliriz. Cumhurbaşkanının, bu olayla ilgili bu saate kadar herhangi bir açıklama yapmamış olması da çok özel bir durum. Açıkçası çok da anormal bir durum. Bu, gerçekten hem neden olduğu konusunda çokça tartışma yaratacağı gibi, hem de zaten sadece böyle olmasıyla bile, -yani, ülkenin Ana muhalefet partisi liderine açık bir saldırı yapılıyor, ülkenin Cumhurbaşkanı 24 saat boyunca bununla ilgili bir kelime söylemiyor- kendi başına bir meseledir. Bu da kayıt edilmesi gereken bir nokta.

Devlet Bahçeli’nin verdiği tepkiyi ne anlama geliyor?

Devlet Bahçeli, dün olaydan sonra gazetecilere gerçekten infial yaratabilecek sözler içeren açıklamalar yaptı. Kabaca şöyle özetleyebiliriz: Bahçeli, başına gelebilecekleri dikkate alarak, Kılıçdaroğlu’nun geri çekilmesi, YSK’nın buna uygun davranması gerektiğini, İmamoğlu`nun da  “tamam bırakıyorum” demesi gerektiğini ima eden, hatta imadan ileriye giden bir açıklama yaptı. Daha ileri giderek, bu seçim, demokrasi, hukuk meselesinin, her şeyin dışarıda tutulabileceği gereklilikler manzumesinden bahsetti.  Beka davasını vardırılabilecek noktayı yeniden tarif eden, oldukça uç sözler söyledi. Bunların çoğunda, bir yandan açık ve örtülü tehditlerle muhalefeti geri çekilmeye zorlarken, bir yandan da iktidar ortağına çok net mesajlar verdi. Bir süre önce Erdoğan’ın “Türkiye İttifakı” diye bir şey telaffuz etmesine de gönderme yaparak, asıl olanın cumhur ittifakı olduğunu söyleyip, Türkiye ttifakı arayışlarının risklerini işaret ederek, tehdit alanını hayli büyüttü.

Zaten iktidarın söyleminde sağladığı patronluğu, fiiliyatta ve eylemde de iddia etmenin bir biçimi olarak tanımlanabilir. Bahçeli, bu iktidar üzerindeki patronluğunu sadece söylem ve siyasi dil itibarıyla değil, kontrol imkanları itibarıyla da ortaya koyuyor.  Erdoğan’ın önüne, bunu kabul ederek devam etmek dışında bir seçenek vermiyor. Başta muhalefet olmak üzere diğer herkese de, buna itaat etme mecburiyeti gibi bir çerçeve çiziyor. Bu, 31 Mart’tan sonra rejimin ismini kendi başına koymayıp topu YSK”ya atmaya çalışan iktidarın yeni aşamaya geçmenin eşiğinde olduğunu düşündürüyor. Bunun da pek hayırlı bir çerçeve olmadığı ortada. Bahçeli, daha sonra kalacak memleketin bir beka davasına bile ihtiyacı olmayacağı bir sertliği kışkırtıyor. Çünkü beka davası dediği şey, ortada kalabilen bir şey için geçerlidir. Bu tür bir yaklaşımla, ortada beka davasına ihtiyacı kalmayacak  bir memleket tablosu yaratılabilir. O yüzden de, bu sözlerin  bir siyasi gaf, ağızdan çıkmış bir söz gibi de algılanması pek mümkün değil.

Kılıçdaroğlu ve genel olarak muhalefet, bu olay karşısında nasıl tavır takındı?

Kılıçdaroğlu olaydan hemen sonra, parti genel merkezine geldikten sonra, orada toplanan kalabalığa bir konuşma yaptı. Pek çok şey söyledi konuşmasında; şehit yakınlarına ve şehidin kendisine ya da oradaki cenazeye bir saygısızlık yapıldığını, buna üzüldüğünü belirtti. Ama bence en kritik, en önemli söz, doğrudan kendisine dönük olan tehdide verdiği cevaptı: “çok farklı siyasi görüşleri olan insanların ortak ve birlikte davranmasından büyük bir endişe duyuldu. Ben bu konuda asla geri adım atmayacağım, bundan vazgeçmeyeceğim.” Bu çok temel bir şeydi. Çünkü, Bahçeli’nin de çok açık biçimde ifade ettiği tehdit veya mesaj karşısında; Kılıçdaroğlu bu mesajı kabul etmediğini, bu mesajı gerçek bir toplumsal dinamik değil, çok dar bir iktidar endişesi olarak gördüğünü, bunu kabul etmediğini ve ne pahasına olursa olsun buna direneceğini söyledi. Erdoğan’ın çok sık kullandığı bir tabirle “diklenmeden dik durmanın” sahici bir biçimini gösterdi.

Bu saldırının yaşandığı saatlerde İmamoğlu’nun Maltepe’de kutlama mitingi vardı. İktidar yanlısı medyada, bu mitingin bu saldırı yüzünden iptal edilmesi, kısa kesilmesi orada provokasyonlara olabileceği yolunda yayınlar yapıldı. Ama Maltepe’deki miting de son derece büyük bir kalabalıkla sakin fakat kararlı bir tutumla gerçekleştirildi. İmamoğlu da konuşmasında, Kılıçdaroğlu’na yapılan saldırıyı doğal bir durum olarak görmediğini ve buna asla prim verilmemesi gerektiğini belirterek, şiddet, saldırganlık ve nefret dilinin karşısında aynı gürültücü karşılığı vermeden de çok güçlü cevap verilebileceğini söyledi. Yeni bir başlangıç temasını kullandı. Diğer muhalefet partilerinin, İYİ Parti’nin,  HDP’nin, Saadet Partisi’nin hızlı ve güçlü bir dayanışma göstererek Kılıçdaroğlu’na yapılan saldırısı karşısında ortak tutum alması da, bence çok önemli bir göstergeydi. Muhalefet, provokasyonlara, kışkırtmalara, seçim sırasında ve seçim sonrasındaki organize mızıkçılık sürecinde olduğu gibi bozulmadan bir karşılık vermeyi başardı

Bütün bu olan bitenler, bu saldırı, Türkiyenin siyasi iklimini ve yakın geleceğini nasıl etkileyecek?

Bu olay, seçim sonrasında çok tartışılan bir soruyu yeniden gündeme getirdi. Bilindiği gibi Türkiye’nin yakın hafızasında 7 Haziran-1 Kasım süreci gibi bir önemli dönem var. Soru şu: İktidar çevreleri, iktidarı destekleyenler, 31 Mart sonuçlarına ders çıkartmak için mi bakacaklar yoksa sert bir karşılık mı verecekler? Bir yumuşama süreci mi başlayacak yoksa bir sertleşme dönemine mi giriyoruz? Bir kere şunu söylemek zorundayım; güç gösterileri, abartılı saldırganlık, yükselen baskı her zaman güç artışının ya da önünde hiçbir engel kalmamasının değil, çok ciddi zayıflamaların ve önemli problemlerle baş başa kalmanın görüntüsü olabilir. Dolayısıyla, her türlü sert karşılığı güçlenmenin bir emaresi gibi görmek yanıltıcı olabilir. Bugün iktidarın seçim sonuçlarına verdiği reaksiyonun, Bahçeli’nin açıklamalarında ifadesini bulan sertleşme dilinin devamının, bir güçlenme alameti olarak görünmesi biraz sorunlu geliyor bana. Seçim sonuçları ile ilgili tartışmalarda aynı şey vardı; “İktidar bu seçim sonuçlarını kabul etmez ve İstanbul’u vermez.” “Bunu istemez” ile “vermez” arasında çok ciddi bir fark var. “Vermez” dediğiniz anda ona her şeyi yapabilme gücünü yüklemiş oluyorsunuz. “Bunu yapmak istemez vermemek için elinden geleni yapar” ise başka bir şey. Bu bir çabadır, bunun karşısında da bir şey vardır. Denklemdeki çeşitli değişkenlerin etkisiyle, bu seçenek realize olabilir veya gerçekleşmez. Ama “yapmaz, vermez” gibi, sadece onun belirlediği bir alan olarak siyaseti daraltmak, muhalefette de çok gördüğümüz yanlış bir yaklaşım. Bugün sertleşme işareti veren açıklamalar ya da tutumlar, mutlaka sonuç alacak anlamına gelmiyor. Hatta ilk görüntüleri itibarıyla, tıpkı seçimlere verilen reaksiyonda olduğu gibi, bu olayın ters teptiği görülüyor. Yani, o mesaj diye altını çizmeye çalıştıkları şeyin hiç de öyle işlemediği, hiç de kamuoyunda ve siyasi zeminde iktidara avantaj, saldırıya uğrayan muhalefete bir risk olarak dönmediğini ya da böyle bir sonuç üretmediğini görüyoruz.

Bir başka ciddi mesele de, biraz önce Bahçeli’nin tavrı ile ilgili soruya verdiğim cevap içersinde söylediğim zorlamanın biraz daha açığa çıkacak olması. Seçim kampanyasının öncesinden başlayan, ittifaklı seçim kararı ile birlikte Bahçeli’nin Erdoğan’ın mecbur bırakmaya çalıştığı gerilim, bu son hadise ile biraz daha açığa çıkacak. Veya bu çatışmanın büyüklüğü hakkında daha fazla fikir verecek bazı gelişmeler olabilecek diye düşünüyorum. Çünkü bu gerilim, hem 31 Mart sonuçları, hem 31 Mart sonuçlarından da önce başlayan sürecin ve iktidarın koalisyonunun iç gerilimlerinin, artık göründüğünden daha büyük bir kriz ürettiğini düşünüyorum. Dolayısıyla, bu krizin ciddi bir etki yaratacağını, yakın dönem siyasi tabloyu belirleyeceğini, bu konuda, özellikle Erdoğan’ın çok ciddi bir yol ayrımında olduğunu, yol ayrımına zorlandığını düşünüyorum. Bu sessizliğin, hem 31 Mart seçimleri sonrasındaki sonuçlarla ilgili meselelerde doğrudan pozisyon almaması, hem de bu saldırı ile ilgili hâlâ net bir açıklama yapmasının buna işaret edebileceğini düşünüyorum. Bu tabloda, daha önce olduğu gibi, -yani 7 Haziran- 1 Kasım meselesinde yaşadığımız gibi- iktidarın bir blok halinde sert bir cevapla, belki buna YSK‘yı ve diğer devlet kurumlarını da dahil ederek, topyekün kendi iktidarını  kabul ettirmek ve muhalefetin bütün kazanımlarını elinden alarak tekrar çaresizlik alanına itmek konusunda bir siyasi tercih kullanırsa, kendisinin de içine gireceği çok karmaşık bir siyasi kriz üreteceğini düşünüyorum. Bunun hem konjonktürel etkiler açısından, hem de zaten yaşamakta olduğu yapısal sorunlar nedeniyle, kaldırabileceği sınırları da aştığını düşünüyorum. Dolayısıyla, önümüzdeki dönemde bu saldırı ve bu saldırıya verilen tepkiler etrafında izlediğimiz resmin, en az seçim kadar önemli siyasi sonuçlar üretmeye aday olduğunu düşünüyorum.

Şimdilik bu kadar diyelim. Tekrar iyi haftalar.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.