31 Mart’ta SP İstanbul adayı Necdet Gökçınar 103 bin oy aldı. Bu oyların geleceği 23 Haziran’da belirleyici olabilir. Ortada farklı seçenekler var.
Yayına hazırlayan: Gamze Elvan
Merhaba, iyi günler. Dün burada HDP’nin 23 Haziran’da yenilenecek olan İstanbul seçimlerinde ne yapabileceğini yorumlamıştım, değerlendirmiştim. Bugün de Saadet Partisi’ne bakmak istiyorum. Saadet Partisi’yle HDP kıyaslandığı zaman aralarında çok ciddi bir oy farkı olduğu muhakkak. Ancak İstanbul seçiminde 31 Mart sonuçlarına baktığımız zaman, çok başa baş bir seçim olduğu için Saadet Partisi’nin oyları 23 Haziran’da gerçekten çok değerli oldu, değer kazandı. Şöyle ki; Saadet Partisi’nin adayı Necdet Gökçınar Büyükşehir Belediyesi’nde oyların yüzde 1,02’sini aldı, bu yaklaşık 103 bin oy anlamına geliyor. 103 bin oy tabii ki zayıf bir oy, ama en son bıraktığımız haliyle Ekrem İmamoğlu’nun Binali Yıldırım’a farkının 13 bin civarında olduğunu kabul edersek, bu 103 bin oy gerçekten çok değer arz ediyor. Tabii ilk akla gelen husus Saadet Partisi’nin AKP’yle kan bağı nedeniyle bu oyların en azından önemli bir kısmının, hatırı sayılır bir kısmının 23 Haziran’da AKP’ye dolayısıyla Binali Yıldırım’a geçebileceği ihtimali.
Şimdi burada öncelikle bakmamız gereken, partinin genel merkezinin kararı. Parti Genel Merkezi net bir karara henüz ulaşabilmiş değil. Üzerinde tartıştıklarını vurguladılar; ama görülen, ortaya çıkan eğilim son anda değişmezse, Necdet Gökçınar’ın yeniden yarışacağı yolunda. Yani bu 23 Haziran’da Necdet Gökçınar bir kez daha Saadet Partisi’nin adayı olarak diğer adaylarla birlikte yarışacak. Şimdi değişik seçenekler var tabii. Bütün bu seçeneklerin hepsinin ayrı ayrı sonuçları olabilir. Sonuçların ne olabileceği üzerine çok fazla kafa yormayalım, çünkü yanıltıcı olabilir; ama seçenekler ne?
1) Necdet Gökçınar’ın tekrar aday olması;
2) 31 Mart’ta çalışıldığı gibi elinden geldiği kadar Saadet Partisi’nin bu seçime asılması. Ama “elinden geldiği kadar”ı özellikle söylüyorum, çünkü imkânları diğer partilerle, özellikle AKP ve CHP’yle kıyaslandığında çok fazla değil. Gücünü daha çok kendi inanmış üyelerinden alan bir parti söz konusu. Dolayısıyla normal şartlarda Necdet Gökçınar’ın yeniden yoğun bir kampanya yapacak — artık yoğunluk ne kadar olursa; aslında kampanyanın yoğunluğu diğer adaylar İmamoğlu ve Yıldırım için de aynı şekilde soru işareti. Bu kadar kısa süre içerisinde, yapmadıkları neyi yapacaklar? Büyük bir ihtimalle yaptıklarının üzerinden geçeceklerdir.
Neyse, Saadet Partisi o haliyle en fazla 100 bin civarında oy alabilecektir demektir, en iyimser ifadeyle baktığımız zaman. Ama bir diğer seçenek, Necdet Gökçınar’ın tekrar aday olması, yani adaylığını sürdürmesi, ama partinin bunu nasıl olsa kaybedilmiş bir seçim olarak görüp çok da fazla kampanya yapmaması — yani adayı var olup da kendisinin etkili olmaması, görülmemesi. Bu durumda bu 103 bin oy büyük bir ihtimalle dağılacaktır. Bir kısmı sandığa bile gitmeyebilir; ama bir kısmı da diğer adaylar, özellikle Binali Yıldırım ve Ekrem İmamoğlu arasında dağılacaktır diye düşünmek lâzım.
Bir diğer seçenek; Saadet Partisi’nin Necdet Gökçınar’ın adaylığını sürdürmeme kararı alması, böyle bir deklarasyon yapması ve partilileri, taraftarlarını serbest bırakması. Bu serbest bırakma nasıl oluyor? “İsteyen istediğine versin, isteyen sandığa gitmesin” şeklinde — ki bunun olacağını çok fazla sanmıyorum. Saadet Partisi belli bir disiplini olan bir parti olarak ne kadar az oy alsalar da parti disiplinini pek fazla terk etmezler — etmemeye çalışırlar en azından. Bu seçenek olsa bile bana çok gerçekçi gelmiyor açıkçası. Yani aday çıkartmama ve tabanını serbest bırakma.
Bir diğer seçenek tabii ki aday çıkarmamak ve tercihini bir parti ya da aday olarak açıklamak. Mesela Saadet Partisi, “Biz 23 Haziran’da Necdet Gökçınar’ı aday göstermiyoruz ve partillerimizi –diyelim ki– Ekrem İmamoğlu’na oy vermeye çağırıyoruz”. Böyle bir şey olur mu? Sanmıyorum; ama bunun düşünüldüğünü de duyuyorum, böyle bir seçeneğin düşünüldüğünü de duyuyorum. İlginç bir şekilde, duyup öğrendiğim kadarıyla bu seçenekte Binali Yıldırım opsiyonu yok. Yani “Seçime adayımızla girmiyoruz ama Binali Yıldırım’a taraftarlarımızın oy vermesini talep ediyoruz” şeklinde bir seçenek gözükmüyor. Bir ihtimal Ekrem İmamoğlu’nun lehine çekilmek söz konusu olur deniyor; ama bu da Saadet Partisi’ni siyaseten çok zor durumda bırakır. Kaldı ki böyle açık bir taraf tutma, kendi adayını CHP adayı lehine yarıştan çekme olayı, Saadet Partisi seçmeninin bir kısmında ters tepki de yaratabilir ve tam tersine Binali Yıldırım’a gidişe de yol açabilir.
Normal şartlarda –başta söyledim– bir kan bağı var. Çünkü bu iki parti aslında tek bir partiden çıktı. Milli Görüş Hareketi, sonra 80’li yıllarda Refah Partisi ardından Fazilet Partisi ve Fazilet’in kapatılmasından sonra Saadet ve AKP ayrı ayrı çıktılar. Tabanda hâlâ çok büyük bir yakınlık vardı; hatta kimi zaman evlerde, kardeşler arasında farklı parti tercihleri, hatta eşler arasında farklı parti tercihleri olduğunu da gördük. Bunca zaman süren AKP iktidarı döneminde Saadet Partisi’yle AKP’nin arasında üst düzeyde çok ciddi sorunlar oldu, çok ciddi atışmalar ya da mesafe koymalar oldu; özellikle Saadet Partisi’nden AKP’ye yönelik eleştiriler –ki Erbakan da zamanında bunu yapmıştı– daha sonra daha fazla oldu ve 24 Haziran’da zaten Saadet Partisi Millet İttifakı’yla beraber doğrudan Erdoğan’a karşı başkalarıyla işbirliği yaptı. Dolayısıyla partiler arasında yolların ayrılmış olduğunu görüyoruz. Ancak tabanda parti genel merkezlerinde yaşanan ayrım kadar büyük bir ayrım olduğunu görmüyorum, duymuyorum, gözlemiyorum. Hâlâ bir geçişkenlik var, hâlâ tabanda birbirlerini gözetme ve yakınlık söz konusu. Dolayısıyla Saadet Partisi’nin 103 bin oyunun bir kısmının –hatta önemli bir kısmının– Binali Yıldırım’a yönelmesi teorik olarak mümkün; ya da şöyle söyleyeyim: Aslında 4-5 yıl önce benzer bir durum olsaydı, herhalde bu oyların ezici bir çoğunluğu Binali Yıldırım’a giderdi. Ancak yakın zamanda, özellikle birkaç senedir ve özellikle de 31 Mart seçimleri öncesinde, iki parti arasındaki ayrım çok keskinleşti ve yakın bir zamana kadar –24 Haziran öncesinde mesela– Cumhurbaşkanı Erdoğan Saadet Partisi’ni çok fazla muhatap almazdı, ama 31 Mart öncesinde çok sert bir şekilde muhatap aldı. Çok ilginç, Saadet Partisi Millet İttifakı’nın tanımlı bir üyesiyken, parçasıyken göstermediği eleştirelliği ya da öfkeyi diyelim, bu seçim öncesinde gösterdi. Saadet Partisi Millet İttifakı’nın parçası olmamasına rağmen, Erdoğan onu sürekli olarak “zillet” diye tanımladığı ittifakın bir parçası gibi gösterdi. Bazı yerlerde –Adıyaman gibi, Şanlıurfa gibi yerlerde– Millet İttifakı’nın diğer partilerinin ve hatta HDP’nin Saadet Partisi adaylarına teveccüh gösterdiğini biliyoruz. Ama bunların ikisi de başarısız girişimler oldu, Adıyaman’da ve Şanlıurfa’da AKP adayları Saadet adaylarına karşı bâriz bir üstünlük elde ettiler.
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
Erdoğan Saadet Partisi’ne ve lideri Temel Karamollaoğlu’na yönelik bayağı sert çıkışlar yaptı. En son Çamlıca Camii üzerine süren polemikler de mâlum; ama en ilginci, konumuzu birinci derecede ilgilendiren husus şu: Erdoğan seçimden önce bir televizyon yayınında Saadet Partisi’nin nasıl Millet İttifakı’nın –onun tabiriyle Zillet İttifakı’nın– parçası olduğunu kanıtlamak için “İstanbul’da aday bile göstermediler” dedi — ki doğru değildi, Necdet Gökçınar adaydı. Hatta hiç unutmuyorum o çıkışından bir ya da iki gün sonra Necdet Gökçınar Medyascope’un konuğuydu, Saadet Parti’nin İstanbul adayı olarak. Burada, Saadet Partisi’nin İstanbul’da aday çıkardığını bilmemesi söz konusu olabilir mi? Açıkçası sanmıyorum. Hele, Türkiye’nin her yerinde aday gösteren; kasabalara, ilçelere kadar, hemen hemen her yerinde kendi adayını gösteren Saadet Partisi’nin İstanbul büyükşehir adayı göstermemesi diye bir şey söz konusu olamazdı. Demek ki burada başka bir niyet vardı. Saadet Partililerin özellikle İstanbul’da buna çok içerlediklerini biliyorum, bundan çok rahatsız olduklarını biliyorum. Şimdi çok az bir süre var ve AKP, öncelikle kendi seçmeni olduğunu düşündüğü, ama 31 Mart’ta sandığa gitmemiş olan kesimleri sandığa çekmek isteyecek. Zaten Binali Yıldırım YSK kararı açıklandıktan hemen sonra, sandığa gitme çağrısı, katılımın yüksek tutulması çağrısı yaptı. Belli ki AKP’nin önceliği öncelikle kendi küskünlerini, kırgınlarını yanına çekmek. Bunu nasıl yapacaklar? Açıkçası bilmiyorum; ama ikinci sırada Saadet Partisi olacağı kesin. Yani buradaki 103 bin oyun önemli bir bölümünün Binali Yıldırım’a geçmesini sağlamak ya da en azından Ekrem İmamoğlu’na gitmemesini sağlamak. AKP’nin 23 Haziran stratejilerinde bence bu önemli bir husus olacak.
Nasıl yapacaklar bunu? Bu 45-50 gün içerisinde nasıl yapacaklar? Çok kestiremiyorum; ancak işe Saadet Partisi’ne yönelik o sert, haşin üslûplarından vazgeçerek başlayabilirler diye tahmin ediyorum. Şu âna kadar Saadet Partisi’ne yönelik çok fazla bir şey –pazartesiden bu yana– göremedik. Belki onlara yönelik olarak özel birtakım girişimler yapılır — bir de AKP’nin İstanbul’daki Saadet Partili bu 103 bin kişiyi çok iyi biliyor olması lâzım –her birini değil tabii ki–; yoğunlukla nerelerde olduklarını, nerelere devam ettiklerini çok iyi biliyor olmaları lâzım. Muhakkak ki AKP, Saadet Partililerin gönlünü ve oyunu almak için birtakım stratejiler geliştirecektir. Ancak şunu özellikle vurgulamak istiyorum: Bugün milyonlarca oy alan AKP’yle 103 bin oyda kalmış –İstanbul’u kastediyorum– Saadet Partisi’nin örgütlerini kıyasladığınızda, açıkçası Saadet Partisi’nin örgütü her halükârda, her şartta AKP örgütünden daha dinamik bir örgüt. Çünkü belli bir aşamadan sonra AKP, örgütünü bir şeyler vererek yürütüyor, yani devlet imkânları, belediye imkânları vs.’yle motive ediyor. Motive olan, karşılığında bir şeyler elde eden bir AK Parti teşkilatı var tüm ülke çapında. Ama Saadet Partisi hâlâ veren insanlardan oluşuyor, onlar hâlâ fedakârlıklar yapıyorlar. Çünkü Saadet Partisi üyesi olmanın, Saadet Partisi seçimlerinde yoğun bir şekilde çalışmanın vs.’nin somut maddi bir karşılığı şu anda yok — olacağa da kolay kolay benzemiyor uzun bir süre. Önümüzdeki seçimde de mesela böyle.
En fazla nasıl olacaktır? Saadet Partisi taraftarı olduğu düşünülen, seçmeni olduğunu düşünen kişilere cazip birtakım şeyler vaat edilebilir. Ama aradan geçen süre içerisinde yolların bayağı bir ayrılmış olduğu gerçeğini de unutmamak lâzım. Bu arada Saadet Partisi’nin tabanında –salı günkü yayında döner dönmez burada yaptığım yayında dile getirdiğim–, Türkiye’de seçmenin kim ne derse desin belli bir vicdanı vardır, hakkaniyet duygusu vardır, herkes de olmasa bile diye vurgulamıştım; bu noktada Saadet Partisi seçmenine özel bir vurgu yapmak lâzım. Saadet Partisi seçmeninin hakkaniyet anlayışının bu seçimde daha fazla öne çıkma ihtimali ve dolayısıyla Ekrem İmamoğlu’nun hakkının gasp edilmek istendiği düşüncesi ve o anlamda da onun önüne geçme hissiyatının bu seçimde ciddi bir şekilde gündemde olabileceğini ve en azından İmamoğlu ile CHP’nin kampanyasını yürüten kesimlerin Saadet Partililere özellikle bu konuda bir yaklaşım içerisinde olacaklarını tahmin ediyorum. Zaten Ekrem İmamoğlu gerek 31 Mart öncesi gerek 31 Mart sonrası muhafazakâr seçmenin genel olarak hoşuna gidecek çok şey yaptı — belki hoşlanırlar diye yaptı, belki de çok doğal bir şekilde yaptı. Mesela onun cumaları her sefer başka bir yerde kılıyor olması meselesi, gerçekten yaptığı bir şey midir, yoksa seçime özgü bir şey midir? Bilmiyorum; ama bir yerden sonra çok fazla anlamı da kalmadı, çünkü Ekrem İmamoğlu’nun cumaları kılıyor olması çok normal ve doğal bir şey olarak –medya kaldığı kadarıyla tabii– ilgi görüyor artık. Hükümet denetimdeki medyanın Ekrem İmamoğlu’nun bu muhafazakârlığını, cumaları kaçırmamasını falan aktarmadığını da biliyoruz bu endişeyle.
Evet, toparlayacak olursam şunu düşünüyorum: Saadet Partisi yönetimi –hepsi olmasa bile partinin önde gelen isimleri– anladığım kadarıyla bu seçimlerin Ekrem İmamoğlu tarafından yeniden kazanılmasını arzuluyorlar ve bu konuda ellerinden geleni yapmak istiyorlar. Ama bu son derece ilginç, Türkiye’de çok az rastlanan türden bu olayda, kendileri ne kadar istese de, tabanlarını, seçmenlerini bu kendi istemleri doğrultusunda yönlendirebilmeleri mümkün olabilecek midir? Çok emin değiller, ben de değilim; ama şu haliyle gördüğüm kadarıyla Saadet Partisi realitesine baktığımız zaman, İstanbul’da 31 Mart’ta alınmış 103 bin oya baktığımız zaman, bu oyların kime nasıl dağılabileceği ya da ne kadarının Saadet’te kalmaya devam edeceği hususuna baktığımız zaman, Saadet Partisi olgusundan en çok endişelenmesi gerekenin İmamoğlu değil Yıldırım olduğu, daha doğrusu CHP değil AK Parti olduğu kanısındayım. Yani burada Saadet Partisi oylarında belli kaymalar olacaksa, her iki tarafa da kayma olabilir. Buradan daha avantajlı çıkanın İmamoğlu olacağı kanısındayım. Ama tabii bunları ölçmemizin imkânı yok. Gördüğüm kadarıyla, gözlediğim kadarıyla, konuştuğum kadarıyla burada bir haksızlık olduğu duygusu, zaten AKP’den uzaklaşma, mesafe koyma duygusu; bu arada Abdullah Gül, Ahmet Davutoğlu gibi kişilerin de 31 Mart YSK kararı konusunda açık açık tavır almış olmaları gibi hususlar göz önüne alındığında, Saadet Partisi’nin 23 Haziran tercihlerinde sanki Ekrem İmamoğlu bir adım daha önde gözüküyor bana. Evet, söyleyeceklerim bu kadar. İyi günler.