Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Ahmet Taşgetiren ile söyleşi: 23 Haziran’a doğru Türkiye

Karar Gazetesi yazarı Ahmet Taşgetiren ile İstanbul seçimini, İslami kesim içindeki tartışmaları, Ali Babacan ve Ahmet Davutoğlu’nun yeni parti hazırlıklarını, İslami cemaatlerin devletle ilişkilerini konuştuk.

Yayına hazırlayanlar: Şükran Şençekiçer & Gamze Elvan

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. Karar gazetesi yazarı Ahmet Taşgetiren’le birlikteyiz ve kendisi ile 23 Haziran seçimleri ağırlıklı, ama genel olarak da muhafazakâr câmiadaki, İslâmî câmiadaki siyasî eğilimleri, tartışmaları el almak istiyoruz. Hoşgeldiniz.

Ahmet Taşgetiren: Hoşbulduk.

Sonunda sizi buraya getirdik. Çok şey var konuşulacak, ama isterseniz en somut, en hızlı olandan başlayalım. Pazar günü bir tartışma olacak, yıllar sonra ilk defa. Ne düşünüyorsunuz, nasıl olacak?

Yani iyi bir kere, önce onu söylemiş olalım. Yani iki favori aday var İstanbul için. Birisi iktidar cenahından, birisi de ana muhalefet cenahından, iki ittifakın temsilcisi. Birisi siyasette oldukça kıdemli, yani İstanbul belediyesindeki çalışmalarından başlayarak, sonra Ankara’da hükümette Ulaştırma Bakanlığı, Başbakanlık, Meclis Başkanlığı gibi siyasetin farklı kademelerini yaşamış bir isim. Cumhurbaşkanı’nın en yakınlarından, AK Parti’nin duayenlerinden diyebiliriz, öyle bir isim. Bir yanda da daha genç, siyasette ismini Beylikdüzü Belediye Başkanlığı ile tanıdığımız, gördüğümüz genç bir isim; başlangıçta çok şey verilmeyen –hani kredi açılmayan diyeyim–, hani biraz da kenar mahalle çocuğu gibi İstanbul’un kenar bir ilçesinden adaylığa gelmiş bir isim. Ama 31 Mart’a kadarki süreçte öyle çok yabana atılır bir isim olmadığı ortaya çıktı. Sonuçta aldığı oy da önemli. Hatta önde bitirdi seçimi denebilir, tartışmalar olmasına rağmen. Çizdiği profille dikkat çeken bir isim. Yani CHP dışındaki alanlardan karşılık oluşturan bir isim. Dolayısıyla 23 Haziran seçiminde de ciddi bir rakip, iktidarın adayına ciddi bir rakip olarak ortada. Böyle bir durumda Pazar günkü karşılaşma hakikaten ciddi önem kazanıyor. Çünkü oy oranları çok yakın birbirine; yani tek tek oyların sonucu etkileyebileceği bir durum söz konusu. Zaten 31 Mart böyle ucu ucuna, bıçak sırtı bitmiş durumda. Şimdi iktidar cenahı diyor ki: “Oyların tümü sayılsa belki de öne geçerdik” diyor. “Çünkü sayımda aradaki fark azaldı, azaldı, azaldı” diyor. Şimdi onların öyle bir iddiası var. Yani: “Biz aslında yeniyorduk, ama öbür tarafta da fiili seçim sonucuna göre bir galibiyet söz konusu”. Yani herkes biliyor ki seçim böyle fotofinişle bitecek gibi gözüküyor. Burada bir karşılaşma söz konusu. Şimdi herkes kendi meydanında at koşturuyordu şu âna kadar. Dolayısıyla inisiyatif herkesin kendi elindeydi. Ama şimdi adaylar aşağı yukarı 82 milyonun huzurunda farklı bir platformda, her jesti her mimiği gözlenebilecek, notlandırılacak. Telâfi edilmesi de kolay olmayan bir olay söz konusu. Bu açıdan ne kadar iki aday açısından heyecanlanılsa yeridir diye düşünebiliriz. Kim ne yapacak? Belki bu sorunun devamında o gelebilir. Şimdi tabii deniyor ki İstanbul konuşulsun. Yani 31 Mart öncesindeki kampanyalarda genelde Türkiye konuşulmuştu. Ve ondan bizzat Binali Bey’in kendisi de rahatsızdı hatırlayacağınız gibi. Yani İstanbul’u konuşmadık, Türkiye’yi konuştuk, dünyayı konuştuk…

O ama daha çok siyasî iktidarın tercihiydi.

Tabii onun da tercihi oldu. Çünkü bir ittifak söz konusu. O ittifakın konsolidasyon unsuru olarak öyle bir beka meselesi yapıştırıcı unsur gibi gözüktü. Yani daha çok en tepe, yani Cumhurbaşkanlığı kademesi ve MHP’nin liderliği o konuyu sevdiler. O konu etrafında bir konsolidasyon olur diye ümit edildi. Ama yani bu seçimde, şimdiki tekrarlanacak olan seçimde daha farklı bir tercih söz konusu. İktidar cenahı için de, Binali Yıldırım için de, “İstanbul’u konuşalım” diye bir şey söz konusu. İstanbul konuşuluyor. Cumhurbaşkanı biraz daha geri planda duruyor. Yani Binali Bey daha ön plana geçmiş…

Ben buna geçenlerde 180 derece değişiklik dedim. Katılır mısınız?

Yani işte, yani şimdi tabii iktidarın başat aktörü Sayın Cumhurbaşkanı’dır denebilir. Ama onun bir negatif payı da oluyor. Çünkü Cumhurbaşkanı’nın siyasallaşmamasını isteyen bir toplum kesimi de var. O toplum kesimi bu defa “Yani niye Cumhurbaşkanı meydanlarda ki?” gibi bir tavır da sergiliyor. Muhtemelen bu sebeple –belki o da sorunlarınızdan biridir– ama geldik oraya, yani neden Cumhurbaşkanı bu seçimde meydanlarda yok? Birisi bu bence. Bu değerlendirme ile bu seslendirildi mi bilmiyorum. Ama ben yazılarımda mesela Sayın Cumhurbaşkanı’nın partililiğinin negatif bir unsur olarak yansıdığını ifade ettim. Ama şu da deniyor biliyorsunuz, yani: “Yarışıyorsa iki aday yarışsın, İstanbul için yarışsın”. Yani Cumhurbaşkanı ile İmamoğlu yarışıyormuş gibi bir görüntü ortaya çıkmasın. Mesela kaybedilme durumunda, Cumhurbaşkanı’nın da kaybettiği gibi bir sonucu ortaya çıkarabilir bu. Siyasî ağırlığı daha farklı olur gibi değerlendirmeler yapılıyor. Onun için şuradan geldik, Binali Bey daha önde gözüküyor. Buna rağmen benim birkaç yazımda işaret ettiğim –mesela İçişleri Bakanı, mesela Pontus montus tartışmaları sebebiyle Canikli–, Canikli bir konuşma yaptı. Yani dedi ki: “Nasıl Topal Osman mücadele etti ise biz de o şeyle mücadele ediyoruz” dedi. Biraz Numan Bey öne çıkıyor falan, böyle şeyler. Buna rağmen Binali Bey tartılacak sonuçta, Binali Bey tartılacak. Karşısında da İmamoğlu tartışılacak.

Biraz İmamoğlu konuşalım mı? Şunu sormak istiyorum: Şimdi bir kere CHP’nin adayı ama çok muhafazakâr bir görüntüsü var… Adı da zaten, soyadı İmamoğlu. Şimdi Muharrem İnce de yapmıştı geçen sefer, ama şimdi Muharrem İnce ile İmamoğlu’nun böyle dinle alâkası ya da dini yaşayışı diyelim, arasında sanki bir fark varmış gibi bir algı var. Siz dışarıdan bakan ve İslâmî câmiadan birisi olarak Ekrem İmamoğlu’nun din ve dindarlarla kurduğu ilişkiyi samimi buluyor musunuz? Nasıl bir hissiyatınız var?

Şöyle: Muharrem İnce’nin annesi mesela, başörtülü annesi, ablası üzerinden “Bakın bizim dünyamızda da var bu karşılık” diye… Şimdi İmamoğlu tabii bir adım daha ileride. Yani Eyüp Camii’nde Yasin okuyor, cumalara gidiyor. Yani daha muhafazakâr –ne diyeyim?– nitelikleri kendinde daha çok gösteren, sunan bir isim. Şimdi tabii bizim insanların İslâm’la ilişkisini sorgulama gibi bir hakkımız yok. Yani neyi gösteriyorsa onu kabul etmek zorundayız. Yani biliyorsunuz Peygamberimiz, yani “Kalbini yardın da mı baktın?” diye böyle bir söz koydu önümüze, bize bir ölçü koydu. Kimsenin kalbini yarıp bakma şeyimiz yok. Onun için diyelim ki camiye gidiyorsa… Ben yadırgıyorum mesela, “Niye geldin camiye?” denmesini yadırgarım. Bu hiç kimse için söylenemeyecek bir şey ve hiç kimsenin buna hakkı yok. Bir insan İslâm’la ilişkisini nasıl ortaya koyuyorsa, onu o çerçevede kabul etmek durumundayız. Tabii şimdi iş siyaset zemininde konuşulduğu için, yani bizim birilerimiz bunların sahici olmadığını düşünmek noktasına geliyor. Yani keşke böyle olmasa belki diyenleriniz oluyor. Ama ben bunları sağlıklı bulmuyorum. Yani siyasî rekabet sebebiyle bizim birtakım insanların dinî görünürlüklerinin üstünü çizmemizi sağlıklı bulmuyorum. Yani yollar açık olmalı. Bizim din patronluğu diye bir müessesemiz yok, insanımız yok, yetkimiz yok. Açık olmalı insanların gelişleri. Yani falanca partiden olunca dinle ilgili, muhafazakârlıkla ilgili bir vasfı öne çıkaramayız, çıkarılması doğru olmaz. O istismar olur. Aslında münafıklık vardır işin içinde. Bunları doğrusu sağlıklı bulmuyorum.

Peki şunu sormak istiyorum: Türkiye’de bir kutuplaşma var. Birçok alanda var, etnik anlamda, dini yaşayış anlamında da vs.. Ve Ekrem İmamoğlu değişik bir üslûp sergiledi. Hem dinle kurduğu ilişki, hem de genel olarak sâkin, polemiklerden olabildiğince uzaktamamıyla bu ayrı bir tartışma konusu, ama olabildiğince uzak vs.. Onun bu kutuplaşmanın kırılmasında pozitif anlamda bir etkisi oldu mu? Nasıl gözlüyorsunuz?

Ruşen Bey, ben öteden beri CHP’nin normalleşmesinin Türkiye’ye olumlu katkıda bulunacağına inananlardanım. Bunu Muhammet Çakmak Bey var, ilâhiyat kökenli –siz tanırsınız–, sosyolog ve aynı zamanda CHP’de bir dönem, şimdi nerede tam…

Elazığ’da mıydı neydi? Öyle bir yerdeydi.

Yani CHP’de bir konuşma yaptı falan. “Bu laiklik konusunu CHP yeniden düşünmeli, yani bunu bir kavga, çetin vuruşma alanı olmaktan çıkarmalı. Türkiye’de toplumun din ile ilişkisi sıcak bir ilişkidir. Bu ilişkiyi kriminal hale getirmek sağlıklı değildir” gibi konuşmalar yaptı. Şimdi Kılıçdaroğlu, biliyorsunuz, bu kodları biraz değiştirmeye çalışıyor. Yani ister siyaseten deyin, ister samimi deyin, o da Muhammed Çakmak’ın ya da bu noktada yapılan, belki siz de bu noktada birtakım değerlendirmeler yapmışsınızdır… Yani Türkiye’de sosyal barış, bu kamplaşma nasıl önlenir sorusunu sorduğumuzda, CHP’nin din, toplum, devlet ilişkilerinde bir adım ileri atması gerekiyor, değil mi, laiklik noktasında? Çok ciddi bir gerilim alanı olmuş bu alan. Şimdi diyelim ki Kılıçdaroğlu’na CHP içinden eleştiriler de oluyor değil mi bu noktada? “Sen partinin kimliğini değiştiriyorsun, eksen değişiyor” gibi eleştiriler oluyor. Ama yani CHP şimdi toplumun diyelim ki yüzde 65’i, 70’i, yani bu göreceli oranlar, daha muhafazakâr değerleri önemsiyorsa ve siz siyasi bir parti iseniz; iktidarı da düşünen, Türkiye’yi yönetmeyi düşünen bir siyasî parti iseniz, toplumun bu alanlarıyla iletişim kurmak zorundasınız. Yani hiç niyetiniz olmasa bile sırf siyaseten, ama daha doğrusu o sosyal kamplaşmaları önlemek Türkiye için önemli. Ben mesela siyasî iktidarın bu yüzde 50 artı 1 kamplaşma şeyine de eleştirilerde bulundum. Bu noktaya gelmemeli. Muhafazakârlık da bir kamplaşma psikolojisi üzerinden yürütülmemeli. Bunun karşıtı da öyle. Şimdi bir İmamoğlu, bir ara alanda çalışıyor. Yani AK Parti kadar muhafazakâr mı? Muhtemelen değil. Ama yani Türkiye’de… Ben şöyle derim Ruşen Bey: Türkiye’de dolmuşa binerken “Bismillahirrahmanirrahim” diyen insanın Müslümanlığının önemsenmesi gerekiyor. “Artırabiliyorsanız artırın, artıramıyorsanız eksiltmeyin” derim. Şimdi İmamoğlu… Mesela ben ilâhiyat eğitimi aldım. Ama Eyüp’te Yasin okumak cesaret işi.

O becerebildi değil mi?

Onu becerebildi. Bir de hani yakıştırmak var, yani dilin dönmesi var Ruşen Bey. Kur’an okumak aynı zamanda dilin dönmesini de gerektiren bir şey. Bunları rahat yapıyor. Yani “Geldiğim köken de bu benim” diyor. Şimdi bu kökenin iki şeyi var. Bir, CHP’nin kabul etmesi bir adım. İki, muhafazakâr dünyanın kabul etmesi.

Tam bunu size sormak istiyordum. Çevremden, tanıdıklarım içerisinden çok şaşırtıcı şekilde CHP ile hiçbir ilişkisi olmayan, CHP’den nefret ettiğini bile söyleyebileceğim, sandığım ve dindarlıkları ile bildiğim çok sayıda birbirinden farklı insanın İmamoğlu’na sempatik ya da en azından empatik baktığını, hatta siyaseten onu tercih ettiğini gözledim. Siz herhalde, siz daha geniş bir çevrede olduğunuz için o tür insanlarla sizin de daha çok gözlemleriniz olmuştur, farklı ya da benzer. Ve şöyle de bir olay gördüm ben: Oyu CHP’ye değil İmamoğlu’na veriyor.

Öyle bir eğilim gözlüyorum ben de; var o. Ama muhafazakâr câmiada ne kadar var? Ona dair bir şeyim yok. Ama yani şöyle söylenebilir: Yani diyelim baba şuraya veriyor da oğul veya kız…

Genellikle bizim arkadaşlar buldu, çok sayıda genç, AKP’li aileden…

Bu tarz bir farklılaşma olabilir. Şöyle bir tedirginlik var — onun altını çizmemiz lazım: Yani İmamoğlu böyle bir profil çiziyor, ama acaba diyelim, “İstanbul Belediyesi’ni kazanırsa CHP ne yapar? Kimlerle gelir? Değil mi? Kimlerle gelir? Yani belediyeye kimleri getirir? Hangi kadrolarla çalışır? CHP’nin ağırlığı orada artar mı?” tarzında bir… Ben bu kaygının arada, yani karar verememiş birçok insanı ya da CHP’ye rezervli birçok insanı, İmamoğlu’na biraz daha toleranslı bakan birçok insanı etkilediğini düşünüyorum. Sabahleyin bir yerden boya alacaktım mesela, beni tanıyan birisi, “Ne olacak hocam seçimler?” falan. Yani “İmamoğlu şöyle, ama CHP’yi ne yapacak?” gibi bir soru sordu. Yani boya satan bir dükkânda…

Belli ki muhafazakâr birisi.

Evet, böyle birisi. “Ne olacak?” gibi bir soru sordu. Yani biraz sahicilik, sahicilik bir süreç istiyor muhtemelen. Yani CHP gerçekten bir açılım yapıyor mu? Yoksa “Dereyi geçinceye kadar bu işleri yapalım” falan gibi mi? Bu da bir soru alanı olarak duruyor.

Peki, sanki şöyle bir görüş birliği oluştu: Son seçimlerde, özellikle İstanbul’da AK Parti’nin kazanamamasında, normal olarak AK Parti seçmeni diye bilinen ama sandığa gitmeyen kesimin belirleyici olduğu yolunda. Herhalde buna siz de bir şekilde katılıyorsunuzdur. Ben de şeyi merak ediyorum: Niye gitmediler? Yani bir protesto muydu bu? AK Parti yöneticileri şöyle bir şey diyorlar, biliyorsunuz: “Kulağımızı çektiler; tamam, mesajı aldık. Kaygılarınızı biliyoruz. Merak etmeyin, yapacağız.” Bu böyle hallolabilecek bir şey mi?

Şimdi bir kere AK Parti kadrolarının “Kulağımızı çekmeyin” demesini önemli buluyorum. Şu açıdan önemli: Demek ki birtakım problemli alanlar olduğunun farkındalar. Mesela 31 Mart afişlerini hatırlarsanız, tevâzu, samimiyet gibi şeyler söylendi. Şimdi tevâzuyu iktidardaki bir kadronun vaat olarak vermesi, samimiyeti iktidardaki bir kadronun vaat olarak teşhir etmesi, orada bir sorun yaşandığının… Daha önceki manifestolarda da benzeri şeyler var. Mesela bizzat Sayın Cumhurbaşkanı tarafından ilan edilen 31 Mart öncesi belediye manifestolarında da sorunlu alanlar vaat olarak zikrediliyor. Bunun farkında. Ve bunun kendi tabanında sorun olarak görüldüğünün farkında. Bu iyi bir şey. Ama yani taban ona ne kadar inanıyor? Orada sorun var bence. İkna olma noktasında sorun var. Onun için de bir kısmı gitmedi. Tabii şeyler de var, yani bu genel dil var. Yani bu mesela Kürtlerle ilgili dil, başka alanlardaki dil. O yüzde 50 artı 1’i yakalayabilmek için konsolidasyonu besleyecek olan dil problemli. Bu Ankara dili, bu genel dil. Belki –mesela ben onu zaman zaman yazdım– MHP ile kurulan ittifak…

Onu soracaktım.

MHP ile kurulan ittifak tabii ki bir oy getiriyor. Ama götürüsü de var. Yani AK Parti’nin kimliğinde nasıl bir etki yapıyor? Mesela dün Kübra Par’ın programında Bülent Arınç vardı. Dedi ki “Biz yola çıkarken işte Kürtlerle beraberdik, liberallerle beraberdik, aydınlarla beraberdik” falan. Şimdi yani “Bugün beraber değiliz” demedi. Bugün bunların hepsi bir yere gitti. Şimdi… Niye beraberdik o günlerde? Niye şimdi beraber değiliz? Neredeyiz şimdi? Değil mi? Bunların hepsi AK Parti tabanında da belli düşünen kesimler, siyasete kafa yoran kesimler vs.’de değerlendiriliyor, “Nereye gidiyoruz biz?” tarzında.

Geçen Cumhurbaşkanı uzun bir sürebir süre daha doğrusu; ama o sürekli ortada olduğu için üç gün de ortada olmasa uzun süre oluyor–, uzun süre sessiz kaldı ve grup toplantısı yaptı bir akşam. Ve ben de tesadüfen denk geldim ve baştan sonra izledim. Ve çok şaşırdım açıkçası.

Dünkü toplantı mı?

Önceki akşam. Sonra da Bahçeli’yle… Önceki akşam. Yıllardır izleyen birisi olarak beni biraz şaşırttı açıkçası. Çünkü performansını bence bayağı bir düşük buldum. Neyse orada ilk defa AKP’den ayrılması söz konusu olan kişiler ya da kopmuş olan kişilere yönelik çok sert –”eşref-i mahlûkat”tan hareketle, biliyorsunuz– çok sert şeyler söyledi. Artık bu gitmelerini engelleme noktasını aşmış anladığım kadarıyla. Ne dersiniz, o kopuş kaçınılmaz mı?

Şimdi bir telefon görüşmesi yapıldığı haberleri de var. Davutoğlu ile Tayyip Bey arasında bir telefon, bayram tebriği için aradığı vs., bir telefon görüşmesi yapıldığı. Şimdi tabii iki ayrı alanda çalışma var. Bunlardan birisi Abdullah Gül, Ali Babacan tarafı, bir yanda da Ahmet Davutoğlu tarafı. Şimdi o telefon görüşmesinde, yani Tayyip Bey’in “Neredesin, Binali Bey için niye çalışmıyorsun?” falan gibi bir şey sorduğu… Bu tabii rezervli bir bilgi. Ondan sonra Davutoğlu’nun da, işte, “Medya bana saldırırken siz beni korumadınız” falan gibi cevap verdiği, işte o konuşmanın bu minval üzerine devam edip bittiği…

Yani olumsuz sonuçlandı.

Biraz evet. Şöyle bir şey, yani iktidara yakın bir medya artık bir olgu, bir vâkıa. O medyanın uzunca bir süredir, ta Pelikancılar’dan başlamak üzere Davutoğlu’nu dışladığı, her türlü dış politika eksisini ona yüklediği biliniyor. Yani Davutoğlu’ndan pozitif bahseden bir iktidar medyası ya da yazarı maalesef yok. Şimdi Davutoğlu kim? Davutoğlu, yani AK Parti’yle danışman olarak yola çıkmış, sonra Dışişleri Bakanı olmuş, sonra Başbakan olmuş, yani bütün bu görevler kendisine emanet edilmiş bir insan. Başka bir yönden baktığımızda da İslâmî camianın en yetişmiş insanlardan birisi — bilgi birikimi vs. yetişmiş insanlarından birisi. Diyelim ki siyaseten farklı bir yerde duruyor, bitmek mi lâzım? Bunların hepsi birleşince, işte o tabanda ne oluyor diyoruz ya, oy kaybı nereden kaynaklanıyor? Bütün bunların hepsi etkili oluyor. Yani Davutoğlu’na karşı takınılan tavır da etkili oluyor, başka şeyler de etkili oluyor. Oradan iki yapı şu anda rüşeym halinde…

Sizlere de bayağı bir sataştılar, değil mi?

Bizlere de sataşıldı. Ben şahsen açıklamalar da yaptım; ben bir politikacı değilim, ben muhalif bir insan da değilim, ama ben yazarım, yazarlık yapıyorum. O çerçevedeki sorumluluğum içinde eleştirilmesini gerekli gördüğüm hususları eleştiriyorum, desteklenmesini gerekli gördüğüm şeyleri destekliyorum. Yani Türkiye toplumu hepimizin içinde yaşadığı bir toplum. Bu toplumda mesela sosyal barışın olmasını istiyorum, mesela dışarıya karşı “beka sorunu” vs. diyoruz ya, hep tehlikeden söz ediyoruz. Beka sorunu demek varoluş-yokoluş sorunuyla karşı karşıya demek; yani ülke beka sorunuyla karşı karşıya ise çok ciddi bir tehlike var demektir. O zaman içeriyi ne yapacaksınız? İçerinin barışını tahkim edeceksiniz, asıl olan o; içeride barış olacak, toplum birbirine güvenecek. Çocuğunuzu askere gönderiyorsunuz, CHP’li, AKP’li, MHP’li diyor musunuz? Şehitlerin siyasî kimliğine bakıyor musunuz? Vatandaş oyunu falan partiye veriyor, çocuğunu askere gönderiyor, şehit oluyor.

Burada mesela şehit cenazesinde Kılıçdaroğlu’nun başına gelenler de…

Şimdi onlar o kadar garip işlerdir ki. Şunu söyleyeyim: Yanlış oldu o, yani adamı evin içindeyken yakmak, “Varsın yakılsın” duygusunun içimizden geçmesi bile yanlış bir şey. Bunlar bizim inanç dünyamızla da bağdaşmayacak bir şey. Biz merhameti, vicdaı, adaleti yani bütünüyle dışımızda mı bıraktık yani. O açıdan diyelim ki Ahmet Davutoğlu parti kurar mı? Kurabilir. Ali Babacan parti kurar mı? Kurabilir. Saadet yok mu? Bunları yazdım bakın, yani AK Parti doğarken siz bu işleri başından beri takip eden insansınız yani benim kadar bu camiada olan biteni bilirsiniz o Ayet ve Slogan kitabınız vs. kaç yıl oldu?

90’da çıktı kitap.

90 yani! Takip ederek geliyorsunuz.

Refah Partisi’nden ayrılan bir hareket.

RP’den ayrılan bir hareket. O zaman bunlar ayrılırken RP dünyasında bunlar nasıl karşılanıyordu? Yazdım bunu. Mesela bir fetih mitinginde Erbakan Hoca Kazlıçeşme’de de miting vardı hatırlayın, Çağlayan’da da miting vardı. Saadet –Fazilet ya da– AK Parti de Kazlıçeşme’de yapıyordu. Erbakan Hoca o zaman, “Onlar Bizans’ın çocukları, biz Fatih’in çocuklarıyız” dedi. Yani buna inanarak mı söyledi? Ne diyeyim? Allah rahmet eylesin, ama bizde bunlar bu boyutta gidiyor, anlatabiliyor muyum? Yani ne Kazlıçeşme’ye giden Bizans’ın çocuklarıydı, ne de şimdikiler Pontus vs. değil mi?

Bu arada sizle özdeşleşmiş bir olay var: Sizi Altınoluk dergisinden -Türkiye’nin önde gelen cemaatinin bir yayın organı Altınoluk, Erenköy Cemaati’nin- beri biliyorum. Siz o dergiyi yoktan var eden isimlerden birisiniz ama…

33 yıl o derginin yayın yönetmenliğini yaptım.

Ve birden bu iş bitti ve sizin rızanız olmadan bitti diyelim. Nasıl oldu?

Bu son süreç kamplaşma, derinleştiği için ve bir oy önemli hale geldiği için bütün alanlar siyasallaştı, siyasallaştırıldı. Biraz da iktidar cenahı buna sevk ediyor; herkesi saf tutmaya yöneltiyor.

Taraf olmayan bertaraf olur diyor.

Gibi bir şey. Konu neredeyse iman meselesi haline geliyor. Ben bunun doğru olmadığını başından beri yazıyorum; yani özellikle de STK’ların ve cemaatlerin siyasallaşmaması gibi bir duyarlılığım var benim. Bu paylaşılır, paylaşılmaz; ama şimdi STK’lar, sivil toplum kuruluşları, insanların yatay ilişkiyle buluştuğu kurumlar bunlar. Cemaatler de her tür insanın dinî alana ulaşabilmesinin ocakları – öyle söyleyeyim. Bunun korunması gerektiğini düşünüyorum. STK’ları siyasallaştırırsanız o zaman o yatay ilişki değişir, iktidarın bir uzantısı haline gelir STK’lar ve STK’lar toplumun bir kesimine ulaşamamaya başlar. Aynı şey cemaatler için de söz konusu. Biz Altınoluk’ta da buna itina ettik, yani 33 yıl… dergi bir cemaat bünyesinde çıkıyor, tasavvufî bir cemaat bünyesinde çıkıyor. Kalp diyoruz, gönül diyoruz, insanın kişilik eğitimi diyoruz… Bizim Altınoluk’un insanlarla ilişkisinin siyaset üstünden olmasını… yapmadık yani, böyle bir şeye itina ettik. Son dönemde cemaatlerin de bildiri yayınlaması noktasında talepler oldu. Bildiriler yayınlandı vs. ben o dönemde gazete yazıları yazıyorum, tabii farklı yazılar da oluyor. Yani bir gazete yazarı ne yapar? O daha siyasette bağımsız ortamda durur. Bana bir gün dendi ki, “Sizin gazete yazılarınız cemaatin ilişkileri açısından rahatsızlık veriyor. Onun için tercih edin, yani eğer yazarlığa devam edecekseniz, Altınoluk’ta olmayın” gibi. Ben de bunu sağlıklı bulmadığımı, 33 yıldan beri hem gazete yazısı yazıyorum hem Altınoluk’u çıkarıyorum, ikisini birbirine asla karıştırmadım. Şimdi size sorsam, mesela Ahmet Taşgetiren Erenköy camiası adına sözcülük yapıyor kanaatinde misiniz?

Hayır, değilim.

Ben hiçbir zaman olmadım.

Ama onun için içerisinde önemli bir isim oldunuz.

Onun içerisinde bulundum, ama kimse bana “Ahmet Taşgetiren Erenköy Cemaati’nin görüşünü yansıtıyor” demedi.

Ama orada şöyle bir şey vardı bence: Erenköy Cemaati, birçok cemaatten farklı olarak zaten görüş serdeden bir cemaat de değildi uzun bir zamana kadar, böyle bir ihtiyacı yoktu.

Benim üzerimden “Cemaat şu siyasî görüşte” denecek bir durum yoktu. Ama demek ki bu tarz bir şey yansıtıldı.

Şimdi ben gazetecilikte gözümü açtığımda ilk karşıma çıkan cemaatlerden birisidir Erenköy ve hep uzaktan, dergiler üzerinden falan anlamaya çalıştım ve politikadan en uzak yapılardan birisiydi, hep elitist bir görünümü vardı benim nazarımda. Ne derece doğru? Bilmiyorum. Şimdi birçok cemaatin farklı farklı özellikleri vardı — kimisi yüksek eğitimlilerde örgütlü, kimisi alt tabakalarda örgütlü vs. gibi. Şimdi, şu anda insanlar bana cemaatleri soruyor, siyaset ilişkisini soruyor. Anlatacak çok fazla bir şey yok, çünkü bir tektipleşme oldu.

Ben bunu AK Parti adına da sağlıklı bulmuyorum. Yani bu cemaatlerin siyasallaşmasının en büyük bedelini Türkiye ödedi, değil mi? FETÖ olayıyla ödedi. Yani girdiler şeyin içine ve yargının içine, emniyetin içine, akademinin içine vs. ve yaşadığımız fesat ortaya çıktı. Ben hep bağımsız alanda kalmasını sağlıklı buluyorum. Ben bir siyasetçi değilim, yani bunu önemsiyorum, ben İslamî câmiada fikrî zeminde kalmayı önemseyen bir insanım. O açıdan da İslâm’ın böyle siyaset arenasında böyle bir vuruşma aracı haline gelmesini de İslâm açısından sağlıklı bulmuyorum. O alanı bizim korumamız lâzım. Bizim kişiliklerimizle o alanın yara almamasını sağlamamız lâzım. Bunları zaman zaman söylüyorum; birimize bakıp “Din buysa…” dememesi lâzım. Dini yeni öğrenen insanların falanca profile bakıp, “Din buysa…” dememesi lâzım. Hatta bazen şöyle bir yazı düşünüyorum; gençlere hitaben “Gençler, siz bize bakmayın. İslâm güzeldir aslında.  İslâm’ı siz kaynağından alın”. Şimdi yaralandık bu anlamda. Bizim birtakım profillerimiz, sîmâlarımız çok bu işi şey yaptılar. Siyasetin içinde, paranın içinde, iktidarın içinde vs. bunlar yaralayıcı alanlar.

FETÖ bağlamında kumpaslar vs. Bu noktada tam gençler dediniz, tartışma oldu bir ara ve biz burada da bayağı yaptık, ilgi gördük. Devletin de hatta takip ettiği bir konu oldu, yansıdı: Gençler arasında Deizm-Ateizm tartışmaları. Kimileri, “Böyle değil, uyduruyorsunuz” diyorlar falan, ama ben sahiden böyle bir eğilimin olduğunu, güvendiğim kaynaklardan ve gözlemlere dayanarak, dışarıdan birisi olarak gözlüyorum. Siz içeriden birisi olarak bu tür gözlemleriniz ve duyumlarınız hatta şikâyetler de olabilir birtakım ailelerden çocuklarıyla ilgili, çocuklarının dinle kurduğu ilişkinin gevşemesi…

Şimdi şöyle: Ben bir dönem imam-hatiplerde böyle bir şey var mı diye o alanın en tepede, Milli Eğitim Bakanlığı’ndaki sorumlularıyla ne olduğuna dair konuştum. “Gençlerin sorularını alıyoruz, topluyoruz. Bu sorularda birtakım şeyler var, yani sorgulamalar da var. Bunları biz derledik” dediler. Gençlerin soru boyutunda dile getirdikleri şeyler kategorik bir deizm midir? Yoksa anlamaya çalışma mıdır? Bunlar gençlerin önüne gelmiş, bu sorulara cevap arıyorlar gençler. Bunların bir kısmı inanç esaslarıyla ilgili, bir kısmı davranış tarzlarıyla ilgili. Birtakım rol modellere de bakıyor gençler. Bu rol modeller şöyle bir şey: İslâm bir kişide varsa onu güzelleştirmesi lâzım. Niye şu rol model o kadar güzel değil? Niye şu rol model çok çarpık işleri aynı zamanda dinî görünüm içinde yapıyor? Bu sorgulamalar da var. Din, bir insanla buluşmuşsa onu güzelleştirmesi lâzım. Yani merhamet, vicdan, ahlâk, adalet –neyse yani insanın iyi vasıf diye söylediği şeylerin– o insanda bulunması lâzım. Niye falanca hoca öyle değil? Niye televizyondaki tartışmalarda birbirini yiyor insanlar? Bunlar etkiliyor bence, yani gençleri etkiliyor.

Mesela şöyle, ben bakıyorum, bakıyorum, birtakım insanlar hoca ya da neyse artık fetva veren birtakım insanlar türedi. Türedi diyorum çünkü hakikaten bunca yıldır takip eden birisi olarak ilk defa duyuyorum.

Ben bile şaşırıyorum!

Ama tabii bu özellikle sosyal medyanın gelişmesiyle beraber onların videoları falan çok hızlı bir şekilde yayılıyor. Özellikle de karalama amacıyla yapılanlar daha fazla yayılıyor vs. Şimdi Türkiye’de de her şeye karışan bir devletimiz var maaşallah, yani temel hak ve özgürlükler konusunda falan giderek baskıcı olan bir devlet var, ama nedense bu insanların yaptıkları yanlarına… –yani baskı yapılsın anlamında söylemiyorum daha kendi elinin altında olduğu varsayılacak kişilere niye böyle olur olmaz bence dışarıdan birisi olarak söylüyorum– o câmiaya zarar veren çıkışlara niye bir şey yapılmıyor yani? Buradan bir çıkar falan beklentisi olabilir mi? Birçok şeyi, bugün tweet atan bir insanın başına ânında bir şeyler gelebiliyor falan, öte yanda birtakım insanlar yaptıklarıyla, attıklarıyla…

Bu şimdi iki ucu sorunlu bir iş. “Devlet bu alanlara müdahale etsin” dediğinizde başka bir olgu ortaya çıkıyor, müdahale etmediğinde de sizin söylediğiniz tarzda başka bir olgu ortaya çıkıyor. Aslında mümkün olsa, bunu –bir ara yaptı biliyorsunuz, Diyanet o tarz bir çalışma da yaptı– yani daha yatay bir yapı içerisinde bir denetleme imkânı çıksa, daha özgürlükçü olan o olur diye düşünüyorum. Ama tabii problem büyüdükten sonra, büyüyünceye kadar, diyelim ki FETÖ olayında, yani siyasî iktidarla beraber yürüyen bir dönem var, değil mi? Orada yani Yargı’ya bunların şeyi, Emniyet’e falan, “ne istedilerse verilen” bir yapı ortaya çıkmış. Şimdi benim bir ifadem var Ruşen Bey, “grup nefsi” diye. Hani “nefis” kelimesi İslamî bir terminolojidir, “Nefis kötülüğü emreder” diye bir âyet var, insanın içindeki beni. Yani ben, benmerkezcidir her zaman. İnsanın nefsi vardır, bir de grupların nefsi var; yani o benmerkezciliği bir grup psikolojisi içinde düşünün. Dinî yapılar için de böyle bu; bundan kurtulmak için hakikaten bir iç denetim gerekiyor. Değilse, her şeyi kendinize yontuyorsunuz, öyle şeyler oluyor. Mesela falanca yerde bir cemaatin etkinliği var, başka cemaatten ot bitmiyor, neredeyse yani. Yani nefes alamıyorsunuz. Şimdi bu acayip bir şey. Biz sınanıyoruz, ben Müslümanlar olarak bu dönemde sınandığımızı düşünüyorum ve toplum sınıyor, tarih bizi sınıyor. “Ne yaptık biz? Mesela elimize güç geçtiğinde ne yapıyoruz biz? Mesela siyasî güç geçtiğinde, ekonomik güç geçtiğinde ne yapıyoruz biz?” Sınanıyoruz biz. Dinî yapılar da sınanıyor; yani diyelim ki özgürlük olduğunda nereye kadar saçmalıyorsun? Nereye kadar ölçüleri darmadağın ediyorsun? Var bunlar, maalesef var. Başkasının hukukunu çiğnemek var maalesef. Onun için yani bizim inancımız, bir ahiret inancı var, bunun hesabı sorulacak. Ben diyorum, yazılıyor bunların hepsi. İster inansınlar ister inanmasınlar. Kur’an “İnsanın kaş göz işareti bile yazılıyor” diyor. Birisinin kaşla gözle alay ettiniz, bu sizin hayat defterinize yazılıyor.

İsterseniz biraz toparlayalım, seçimle tekrar toparlayalım: 23 Haziran’da aslında 31 Mart’ta bitebilecek olan bir seçimi Cumhurbaşkanı 23 Haziran’a taşıdı ve orada bayağı ciddi bir şekilde Bahçeli’nin de şeyi var, neyse. 23 Haziran’da yeniden bir kayıp yaşanması halinde –şu çok soruluyor Erdoğan daha da mı sertleşecek? Yoksa buradan çıkaracağı sonuçtan hareketle ülkenin bir nebze de olsa normalleşmesine, daha bir kutuplaşmayı azaltmaya mı yönelecek? Ne dersiniz?

Sayın Cumhurbaşkanı’nın ilk seçim gecesi, bir de gece yapılan son grup toplantısında, orada dikkatinizi çekmiştir, ilk seçim gecesi şunu söyledi yani: “Tamam, orada bir şey olmuşsa bile ilçeleri biz kazandık”. Son grup toplantısında da aynı şeyi tekrar etti ve “Mecliste de bizim çoğunluğumuz var” dedi. Şimdi sanki Sayın Cumhurbaşkanı öyle bir şeyi böyle tolere edecek gibi gözüküyor. Yani o bir deneme bence, yani Türkiye için bir deneme, CHP açısından da bir deneme, yani sizin bir adayınız diyelim ki büyük şehirleri aldınız, İstanbul’u almak da hakikaten CHP açısından büyük bir hamle sayılabilir. Şimdi ne yapacak İmamoğlu? Bu AK Parti için de, “Muhalif bir aday geldi, 25 yıl sonra İstanbul gibi bir megapolün iktidarını elimizden aldı, İstanbul’u alan Türkiye’yi alır”… Yani ben daha dikkatli bir sürecin başlayacağını düşünüyorum iktidar açısından da.

Şey opsiyonunu da tutmak lâzım: O sözünü ettiğimiz iki ayrı oluşum çabası herhalde 23 Haziran sonuçlarını da bayağı bir bekliyorlardır herhalde, değil mi? 23 Haziran’da AK Parti’nin yeni bir yenilgi alması halinde herhalde daha fazla cesaretleneceklerdir ve o manada bir karışıklık olacak.

Tabii öyle bir şey de başlayabilir, bir ihtimal. Tabii bir şu belki; şimdi AK Parti diyelim ki 31 Mart’ta yenilgiyi kabul etseydi, yani Ankara da kaybedildi, Antalya da, İzmir de. Ne olacak? “İstanbul da gitti” olurdu. Şimdi yeni bir seçim, yeniden kayıp söz konusu olursa ve arada daha büyük bir fark olursa, onun psikolojik olarak nasıl tolere edileceği bir ayrı sorun bence. Yani orada bir risk alındı. Zaman zaman şu söyleniyor: “Mutlaka kazanmak isteyecekler”. Nasıl? O “nasıl”ın meşru cevabını o süreç içinde o işi yürütmek lâzım, başka bir ihtimale asla imkân vermemek lâzım. Çünkü o daha büyük yara açar. Onun için meşru bir seçim olmalı, şu anda da öyle gidiyor. O süreçte millet neyi tercih ettiyse onu şey yapmak lâzım.

İsterseniz burada noktayı koyalım bir temenniyle: Evet, Karar gazetesi yazarı Ahmet Taşgetiren’le keyifli bir sohbet yaptık. Kendisine çok teşekkür ediyoruz, ileride tekrar kendisini konuk etmek istiyoruz. İzleyicilerimize de teşekkürler. İyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.