Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Erdoğan yeniden ipleri eline aldı ama kaybı engelleyemiyor. Neden?

Erdoğan’ın önce 40’a yakın ilçede miting yapacağı söylendi, ardından geri planda kaldı ve Binali Yıldırım 31 Mart öncesinden bambaşka bir stratejiyle kampanyayı tek başına üstlendi. Fakat İmamoğlu ile canlı yayın beklediği gibi geçmeyince Erdoğan tekrar ipleri eline aldı, ama 23 Haziran’da başarılı olabileceği hayli şüpheli. Neden?

Yayına hazırlayan: Gamze Elvan

Merhaba, iyi günler. Yaklaşık bir hafta önce bir yayında Binali Yıldırım’ın stratejisinin 180 derece değiştiğini ve artık daha pozitif bir kampanya yaptığı söylemiştik. Aslında buna benzer şeyleri çok kişi söyledi ve Cumhurbaşkanı Erdoğan da geri planda kalacaktı yeni dönemde. İlk belirtildiğindeki gibi 30’u aşkın ilçede miting yapmasının söz konusu olmadığı söylendi ve artık herkesi kucaklayan bir adayla –tek başına– çıkacaklardı; nitekim öyle oldu. Binali Yıldırım tek çıktı, afişler tek onun resimleriyle oldu; ama o yayında ve sonraki yayınlarda –hangisi olduğunu hatırlamıyorum– bir ihtiyat payı düşmek gerektiğini söylemiştim, o da şuydu: Eğer anketler yeni stratejiye rağmen işlerin iyi gitmediğini gösteriyorsa, Cumhurbaşkanı Erdoğan ne yapar eder bu olaya dahil olup sahaya iner, olaya müdahale etmek ister. Gördük: Erdoğan uzun bir süre konuşmadı, sonra bir grup toplantısında konuştu — akşam vakti askerlik yasası vesilesiyle yapılan toplantıydı. Orada da beka meselesinden uzak, Zillet İttifakı suçlamasından uzak –tabii ki muhalefete eleştirileri vardı ama– daha sakin bir Erdoğan gördük, daha negatiflikten uzaklaşmış bir Erdoğan gördük. Ardından Erdoğan Pazar günü yapılan ikili televizyon canlı yayınına çok önem atfettiğini belirtti ve tüm Türkiye’nin bu yayını izlemesi gerektiğinin altını çizdi. Ve dedik ki: “Bir hazırlık mı var? Burada Binali Yıldırım olayı lehine çevirecek birtakım çıkışlar mı yapacak? Birtakım hazırlıklar, dosyalar mı var?” derken hiç de bir şey olmadığı ortaya çıktı, bildiğimiz sınırlar içerisinde cereyan etti ve sakin bir şekilde, ufak tefek tartışmalar olsa da sakin bir şekilde başladı ve bitti. 

Binali Yıldırım’ın burada üstün gelmesi pek söz konusu değildi; kimsenin oy tercihini kolay kolay değiştirmeyecek bir yayın çıktı ve sonunda Erdoğan tekrar devreye girdi ve doğrudan Ekrem İmamoğlu’nu hedef alarak, iktidar kaynakları tarafından Ekrem İmamoğlu’nun Ordu Valisi’yle girdiği ileri sürülen tartışma ve iddiaya göre ona yönelik hakareti üzerinden doğrudan saldırıya geçti, sesini tekrar sertleştirdi. Bugün de İstanbul’da bir toplu açılışa katıldı; adım adım –çok fazla kalmadı zaten– Erdoğan’ın daha fazla öne çıktığını görüyoruz, göreceğiz ve Binali Yıldırım zaten tam anlamıyla damga vuramamıştı, iyice geri planda kalacağa benziyor. 

Bunun neden böyle olduğu üzerine çok fazla düşünmeye gerek yok; belli ki 31 Mart’ta kaybeden AKP, 23 Haziran’da da kaybedeceğini görüyor. Şunu biliyoruz: Erdoğan Refah Partisi zamanından beri, Türkiye’de daha il başkanlığı yaptığı zamandan beri anketleri çok önemseyen, çok kullanan, birden fazla anketi aynı anda yaptıran bir siyasetçi. Onun seçim stratejileri ve seçimlerde başarılı olmasında bu konudaki hassasiyeti de çok önemli: Önceden birtakım şeyleri hesaplayıp ona göre tedbirler geliştirmek, açılımlar yapmak vs.. Belli ki anketler Erdoğan’a iyi şeyler söylemiyor; zaten İstanbul’da genel olarak bakıldığı zaman, İmamoğlu’nun 31 Mart’tan bu yana bir gerileme içinde olmadığı, tam tersine daha fazla ilgiye mazhar olduğu ve 31 Mart’ta Binali Yıldırım’a oy vermiş insanların hepsinin bile tam anlamıyla YSK kararından tam tatmin olmadıkları görülüyor. Dün burada Bekir Ağırdır’la yayın yaptık; o da vicdanı rahatsız olan bazı seçmenlerin bu sefer İmamoğlu’na oy vereceklerini bulgulardan hareketle söyledi, “Ya da oy kullanmayacaklarını tahmin ediyoruz” dedi. Dolayısıyla Ekrem İmamoğlu’na doğru bir yöneliş var ve bu yönelişi durdurmak için bir şey denendi ve olmadığını görüp şimdi başka bir şey deneniyor. Başka bir şey derken, aslında bildiğimiz noktaya büyük ölçüde dönüş söz konusu herhalde, 31 Mart öncesine dönüş söz konusu. Birebir aynısı olmayacaktır, ama dilini sertleştirecek ve bir polemiğe çağıracak, bir kavgaya çağıracak. Bu arada şunu da söylemek lâzım: Polemik meselesinde sahaya sürülmüş olan Süleyman Soylu’nun çok da başarılı olmadığını gördük, bir polemiğe çıkamadı, çok sert çıktı, sürekli lâflar ve suçlamalar üretti, ama çok da fazla etkili olamadı Süleyman Soylu. Şimdi tekrar Cumhurbaşkanı Erdoğan bu işi üstleneceğe benziyor. 

Bu cevap bulur mu, etkili olur mu? Sanmıyorum, hatta tam tersine daha olumsuz sonuçlara yol açacağı kanısındayım. Şimdi tam olarak emin olamadım, ama daha önce vermiş olduğum bir örnek var, tekrar olabilir, özellikle yaşı yetmeyenler için söylemekte yarar var, yaşı yetenler hatırlayacaktır: 12 Eylül Askerî Darbesi’nin ardından cuntanın başı Kenan Evren, en yakın arkadaşlarından emekli Orgeneral Turgut Sunalp’e Milliyetçi Demokrasi (MDP) diye bir parti kurdurmuştu ve bütün devlet desteği o partiye gidiyordu; ama Turgut Özal’ın ANAP’ı ve Necdet Calp’ın Halkçı Partisi de 83 seçimlerine girdiler ve seçimlerden bir gün önce Kenan Evren TRT’ye –o zaman özel televizyonlar yok tabii– çıktı ve açık açık Turgut Sunalp’e oy istedi. Herkes neye uğradığını şaşırdı ve zaten biliyorduk onun desteklediği partinin bu olduğunu, ama şaşkınlığın en önemli nedeni niye böyle bir ihtiyaç hissettiğiydi; çünkü genel kanı, cuntanın destekliği partinin herhalde –ben de genç halimle öyle düşünenlerdendim– zaten kazanacağıydı; ama hiç de öyle olmadı, MDP üçüncü oldu. Yani ANAP tek başına iktidara geldi, Halkçı Parti ikinci oldu, MDP üçüncü oldu ve sonra da yok oldu. Burada şöyle bir mekanizmanın işlediği kanısındayım: Birisi panik halinde, can havliyle siyasette büyük manevra yaptığı zaman, seçmen bunu görüyor ve kaybın işareti olarak algılıyor — ki öyle oluyor. Yani kaybetmekte olan birisi, Kenan Evren, kaybın verdiği panikle bir çıkış yapıyor ve kaybı durdurmak istiyor. Ama bunun üzerine seçmenin az bir bölümü, Kenan Evren’in bu çıkışını bir yardım çağrısı olarak görüp onun etrafında kenetlenirken, yani MDP’ye sahip çıkarken, ciddi bir kısmı da, “Demek ki MDP’de işler kötü gidiyor, hiç sanmıyordum, tahmin etmiyordum, ama bu partinin geleceği yok” deyip ona mesafe koyuyor. 

Dünyada böyle midir? Bilmiyorum ama, Türkiye’de seçmen eğilimlerinde genellikle kazanana oynamak gibi bir eğilim olduğu kanısındayım. Kendi kişisel gözlemlerimle, özellikle gazetecilik dönemimdeki gözlemlerimle yükselişte olanın seçmenin gözünde hep bir cazibesi vardır Türkiye’de; seçim büyük ölçüde sadece sandıkla yapıldığı için, esas olarak sandıkta ama iyice sadece sandıkta yapıldığı için, seçmen, kendi gücünü sandıkta yansıtmak ister. Bir kerelik, dört yılda bir, beş yılda bir, elinde bir kozu olduğunu düşünür ve o kozunu oynarken de genellikle kimin kazandığını kimin kaybettiğini çok önemser ve bence genellikle kazananın yanında olmayı tercih eder. Erdoğan’ın bu alarm veren hali –bir panik hali aslında ve bir çaresizlik aslında– çaresizliğin göstergesi, bence varolan kaçışı, AKP tabanında yaşanan çözülmeyi bence daha da artıracaktır. Bunun belli ölçülerde toparlama yönü olabilir, yani tereddütte olan bazı AKP seçmeni, “Ya, reis çok ısrarcı; bu sefer de oyumuzu verelim, bakalım ne olacak” diyebilir, ama önemli bir kısmı da pekâlâ böyle olduğuna göre artık galiba bu film bitiyor duygusuyla yeni arayışlara yönelebilir, oyunu ve tercihini değiştirebilir — aslında yanlış yapıyor. 

Şunu söylemek lâzım: 31 Mart’ın sonuçlarını iptal etmesi çok büyük yanlıştı. Onu defalarca vurguladım, yaptığı en büyük stratejik hatalardan birisidir bu. Çünkü 31 Mart’ta çıkan sonuca itiraz edip, ama YSK’ya itirazın aleyhine bir sonuç için baskı yapılsaydı, yani YSK içerisinde ulaştıkları kişilere başvurunun reddi sonucu kararı çıkması için telkinde bulunsalardı, şöyle bir tablo çıkacaktı: Hırsızlıktan şikâyet eden bir iktidar partisi, ama bu şikâyeti dikkate almayan bir YSK. Böylece bütün 31 Mart sonrasında AKP ve Erdoğan mağdur olduğunu sürekli söyleyecek ve Ekrem İmamoğlu’nu bir nevi gayrimeşru belediye başkanı olarak tanımlayacaktı. Ve bu arada da içeride ve dışarıda –özellikle dışarıda– “Bakın, Türkiye’nin nasıl bir hukuk devleti olduğunu gördünüz, bize rağmen bizim başvurumuzu reddeden kurumlar var” deyip, bir de ayrıca propaganda imkânı doğacaktı. Bunun yerine seçimi tekrarlatma yoluna gitti ve o yola gittiği andan itibaren çok kişi, “Eğer Erdoğan bunu tekrarlatıyorsa, bir daha kazanacağından emindir” dedi — yine Erdoğan’a çok büyük güç atfeden pozisyonda. Halbuki Erdoğan, o güce sahip olsaydı zaten 31 Mart’ta kazanırdı ve YSK’ya iptal ettirdiği andan itibaren de Erdoğan’ın bu seçimi çevirebilme imkânı çok fazla yoktu. Çünkü artık öyküsü bitmiş bir Erdoğan söz konusu; önü tıkalı, önünü açamıyor, kendi tabanını bile hareket ettiremiyor, mobilize edemiyor. Hatırlayın, grup toplantısında Binali Yıldırım’ı övmek için ne dedi? “Binali Bey sayesinde parti teşkilatımızda belli bir coşku –tam kelimesini hatırlamıyorum– şevk geldi” dedi. Yani tabanın aslında çok da fazla heyecanlı olmadığını kabul etti. Ama Binali Yıldırım’ın bu heyecanı getiremediği de ortaya çıkıyor ve Erdoğan şimdi bir heyecan getirmeye çalışıyor; ama bir kere vakit çok az, ikincisi bu üslûpla falan bir heyecan gelmez; karşı tarafı korkutarak ya da korkuttuğunu düşünerek yapılan çıkışlar, “Ona vermeyiz…”, “Azgın azınlık…” gibi çıkışların tersine işleyeceği kanısındayım. Binali Yıldırım ve Ekrem İmamoğlu pazar günkü yayında her ne kadar tatlı sert atışsalar da, sonuçta birlikte bir fotoğraf verdiler ve kamuoyunun ezici bir çoğunluğu bu fotoğrafı sevdi. Yani ne oldu? Birbirlerine karşılar, ama yan yana duruyorlar, ailece, çocuklarıyla, eşleriyle beraber fotoğraf çektirebiliyorlar, ne güzel bir sahne” diyen sıradan insanların sayısı çok baskındı. Ama şimdi Erdoğan tekrar kutuplaşmayı, kamplaşmayı tekrar tırmandırmaya çalışıyor, bunda başarılı olabileceğini sanmıyorum, artık o tren kaçtı. 

Erdoğan’ın artık atacak, kullanacak bir barutu kalmadı, onu da görüyoruz. Benzer bir şeyi 31 Mart öncesi Mansur Yavaş için yapmıştı, hatırlanacaktır, çünkü İstanbul’u kazanacağını düşünüyordu, Ankara’yı kaybedeceği duygusu baskındı ve onun için de Mansur Yavaş’a yönelik olarak birtakım yargı üzerinden, yargı bahanesiyle birtakım çıkışlar yaptı, onun Ankara’yı yönetemeyeceğini söyledi; ama görüyoruz ki bir şey olmadı. Şimdi benzer bir olayı İstanbul’a tekrarlamaya çalışıyor, bundan da bir şey çıkacağını açıkçası sanmıyorum, yani Ekrem İmamoğlu kazandıktan sonra “Sen valimize ‘it’ demiştin, dolayısıyla belediye başkanlığı yapamazsın” gibi bir şeye gideceğini sanmıyorum. Şimdi ben bunu dediğim zaman, Türkiye’de sanmadığımız ne kadar çok şey oldu diyenler olacaktır, ama sanmıyorum — olursa da olur, ama bundan sonra yapacağı her şey Erdoğan’ın kendi aleyhine olacaktır ve yaşanan çözülmeyi hızlandıracaktır. Zaten 23 Haziran’da seçimin kaybedilmesi halinde, hele farklı bir şekilde kaybedilmesi halinde, hazır bekleyen Ali Babacan’ın ve Ahmet Davutoğlu’nun partileri herhalde hızlı bir şekilde gündeme gelecektir. Neye uğradığını şaşırmış olan AKP’nin kadroları, birtakım yöneticileri ve üyeleri, sempatizanları içerisinden oraya yönelik bir ilgi olacaktır ve bu arada tabii eğer CHP özellikle İstanbul başta olmak üzere kazandığı belediyelerde dikkat çekici adımlar atarsa, başarılı bir performans sergileyeceğini gösterirse, iş iyice hızlanacaktır. Dolayısıyla bu kaybı Erdoğan’ın engellemeyebilme imkânını çok görmüyorum; çünkü Erdoğan tek başına, Erdoğan artık bir zamanların dinamik, fedakâr AK Parti tabanına ve örgütüne sahip değil. Yine Erdoğan, bir zamanların kolektif akılla hareket eden yaratıcı ve dinamik parti kurmaylarına da sahip değil. Erdoğan’ın arkasında çok büyük bir medya desteği var; ama bu medya desteğini toplasanız bir gazete ve bir televizyon kanalı etmez, kamuoyu görüşünü belirlemede herhangi bir etkisi olduğunu sanmıyorum; tam tersine bir fonksiyon gördüklerini bile söyleyebiliriz. O medya, özellikle iktidar yanlısı medya, iktidar yanlısı kişilerin iktidardan soğumalarını bence hızlandırıyor, böyle bir durum var. Dolayısıyla Erdoğan’ın elinde, bu yaşanan kaybı ve kayıpları, geçmişte 31 Mart’ta ve 23 Haziran’da yaşanması kuvvetle muhtemel olan kaybı engelleyebilecek pek bir güç yok. Onun için de zaten demokratik yollardan engelleme gücünün olamadığını gördüğü için de devlet imkânlarıyla, devletin gücüyle birtakım çıkışlar yapmaya çalışıyor, ama bunun da geri tepeceğine eminim. 

Buradan gidilebilecek çok fazla bir yol yok; ama bu saatten sonra, bu kadar az gün kalmışken Erdoğan’ın yapabileceği çok da fazla bir şey yok. Evet, 23 Haziran gecesi Türkiye’de çok önemli bir dönemin başlangıcı olabilir. Eğer böyle olursa bunun birinci derecede sorumlusu da Erdoğan’ın kendisi olacaktır. 31 Mart’ta eğer bu sonucu kabul etmiş olsaydı tabii ki bir yara alacaktı, darbe almış olacaktı; ama en azından daha az darbe almış olacaktı. İkinci kez tekrarlattığı seçimi ikinci kez, hele bir öncekinden daha farklı bir şekilde kaybetmesi halinde, Erdoğan’ın otoritesi çok ciddi bir şekilde sarsılacak. Yani otoriter bir rejim kurmuş olabilirsiniz, ama otoriter bir rejim kurmuş olmanız otoritenizin sağlam olduğu anlamına gelmiyor ve bu anlamda 23 Haziran gerçekten önemli bir gün olacak. Evet, söyleyeceklerim bu kadar, iyi günler. 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.