Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Taha Akyol ile söyleşi: 23 Haziran sonrası Türkiye

Karar Gazetesi yazarı Taha Akyol 23 Haziran seçim sonuçlarını yorumladı; yeniden başlayan başkanlık seçimi tartışmalarını ve kabine değişikliği iddialarını değerlendirdi.

Yayına hazırlayanlar: Oğuzhan Biderci & Cem Taylan

Ruşen Çakır: Evet, Karar gazetesi yazarı Taha Akyol konuğumuz, kendisi ile 23 Haziran öncesinde burada yine konuşmuştuk, şimdi 23 Haziran sonrasını konuşacağız. Taha Bey, hoşgeldiniz.

Taha Akyol : Hoşbulduk…

Deniyordu ki “Cumhurbaşkanı Erdoğan bu seçimi ertelettiğine göre bir bildiği vardır, ne yapar ne eder kazanır”, ama kazanamadı.

Evet…

Neden sizce?

Bu kanaat çok yaygındı; hatta muhalefet kesiminde de, “İptal ettirdiğine göre muhakkak bir bildiği vardır, Hazine’nin ağzını mı açacak, bütçe açığını mı artıracak, seçmen seçmen markaj mı yapacak, muhakkak bir bildiği vardır” deniyordu. Bir bildiği yokmuş, ortaya çıktı. Hakikaten, 800 bin oy… İmamoğlu’nu bilmiyorum ama Kılıçdaroğlu’nun bile beklemediği, benim de beklemediğim bir sonuçtu. İmamoğlu’nun kazanacağını düşünüyordum, ama 800 bin oy beklemiyordum. Hakikaten, “Bir bildiği vardır” şeklinde, daha çok doğu kültürlerinde gördüğümüz imaj ciddi surette ezildi…

Bu tabii, dolayısıyla bundan sonrasında da bayağı bir gölge gibi kendisini takip edecektir…

Muhakkak, tabii, bundan sonra da verdiği her kararda, “Bir bildiği vardır” yerine, “Acaba doğru mu yanlış mı? Sonucu ne olur?” şeklinde düşüncelere yol açacaktır. Gazetelere bir ölçüde sızan haberler de zaten tartışmanın başladığını gösteriyor. Ben hem Cumhuriyet’te hem Habertürk’te okudum, sayın Cumhurbaşkanı’nın milletvekilleriyle yaptığı kahvaltılı toplantıda, milletvekilleri kendilerini itibarının azaldığını, önemlerinin azaldığını söylemişler — ki bu getirilen sistemde gayet tabiidir; daha da aşağıya inecek Meclis’in durumu. Bakanlara ulaşamıyoruz demişler, hatta “Abdullah Öcalan CHP’nin lehine açıklama yapsaydı CHP mi kaybederdi?” gibi, yavaş yavaş daha önce söylenmesini beklemediğimiz sözler şimdi söylenmeye başladı.

Siz Karar’da bu konu ile ilgili yazdığınız yazıda özellikle iki noktanın altını çizdiniz; birçok husus var, ama özellikle benim dikkatimi çeken: 1) gençlerin İmamoğlu’na daha çok yönelmiş olduğu 2) sivillik meselesi. Biraz açar mısınız?

Evet, şimdi bu sizin de çok iyi bildiğiniz bir konu, şehirleşme sosyolojisinde kırdan gelen kesim değerlerini daha da sertleştirerek daha dayanışmacı bir duygu ile şehirlerdeki ikinci/üçüncü nesli oluşturuyorlar. Bunlar kimliklerine daha bağlılar, tarikat bağları, cemaat bağları, dayanışma duyguları, doğuştan gelen değerlere bağlılık daha da artıyor; ama üçüncü, dördüncü, beşinci nesilden itibaren, yani izleyen genç kuşaklar geldikçe tercihler değişmeye başlıyor. Mesela daha iyi bir gelecek düşüncesi, babalarından dedelerinden duydukları değerlere bağlı olmakla beraber, başka değerler, özgürlük, eşitlik, iş, refah gibi başka değerler de ekleniyor. Hem bu sosyolojiye uygun olarak hem de 17 yıllık iktidar artık bir tür kanıksama duygusu yarattığı için gençler çok büyük oranda, %70’e yakın bir oranda Ekrem İmamoğlu’na oy verdiler. Bu hem sosyolojik olarak anlaşılan bir şeydir, hem de gençlerin bu yönelişi babalarının ve dedelerinin bağlı olduğu değerlerden farklı bir değeri yansıtıyor: bir dava uğruna mücadele etmek yerine uzlaşma, barış, herkesle iletişim kurmak, güleryüzlü olmak gibi değerler. Bugün İmamoğlu’na oy verenlerin babaları dedeleri, belki ağabeyleri İslamcı kuşaktan, yaptıkları mücadeleleri siz akademik olarak da araştırdınız, ama şimdi onların çocukları barışık bir Türkiye istiyorlar, birbirleri ile barışık, güleryüzlü bir Türkiye istiyorlar. Bu da herhalde beka, illet, zillet, çukur, çamur söylemi yerine İmamoğlu’nun “Herkesi kucaklayacağız” şeklinde, yüzündeki tebessüm ile de bir tür sahicilik duygusu yaratan mesajına cevap verdiler.

Sivilliğe de buradan biraz değinecek olursak…

Sivillik bizim tarihimizde son derece önemli, merkez-kenar çatışması esas olduğu için, merkez daha ziyade devlet, otorite, saygın, kendisinden çekinilen bir kavramı ifade eder. Tek parti döneminde CHP’ydi, buna karşı Demokrat Parti vardı. Demokrat Parti’nin otoriterleşmesinin, yahut kanıksanmasının giderek bir erime meydana getirdiğini görüyoruz. Bugün de sivillik iddiasıyla, güçlülerin hukuku değil haklıların hukuku iddiasıyla, sivilleşme iddiasıyla bir tür kodamanlara, bir tür merkez ekâbirine karşı meydan okuyarak gelen AKP’nin kendisinin aynı dili, yani tavrı sergilemeye başladığını, yani devlet gücünün onları da dönüştürdüğünü görüyoruz. Had bildirmek, hapse atmakla tehdit etmek, hakkında soruşturma açmak, sadece TRT’yi değil bütün iletişim kanallarını, daha ziyade televizyon ve gazeteleri denetim altına almak… Bunlar merkez tavırlardır; yani Şerif Mardin Hoca’nın –siz mülâkat da yaptınız–, tanımındaki merkez tavrıdır bu.

Otoriter, her şeyin doğrusunu bilen, parmak sallayan, had bildiren, terbiye eden… Halbuki yetişmekte olan gençler daha özgür oldukları gibi daha siviller, devlet kapısında iş bulmaktan ziyade kendi işlerini kurmak veya iyi bir şirkette çalışmak gibi değerler ediniyorlar. Bunlar burada Turgut Özal’ın –rahmetle ve özlemle zikredeyim–, onun yarattığı piyasa ekonomisinin yavaş yavaş kendi nesillerini yetiştirmeye başladığını gösteriyor.

Bugün gazetelerde çok çarpıcı şeyler var, siz de demin bahsettiniz, Cumhurbaşkanı Asya dönüşü apar topar milletvekillerini topladı ve partide kopuşlar bekleniyor. Daha önce kendisi de konuşmuştu, artık seçim sonucundan sonra kesinleşti: Ali Babacan’ın ve hatta Ahmet Davutoğlu’nun ayrı ayrı parti kurmaları meselesi. Orada Cumhurbaşkanı’na yönelik eleştiriler ve Cumhurbaşkanı’nın da onlara söyledikleri, milletvekillerine söyledikleri var; mesela diyor ki: “Yeni partiler boş çuvallar gibi düşerler”. Bu size inandırıcı ve tatmin edici geliyor mu?

Şimdi hem Ali Babacan hem Ahmet Davutoğlu, “Ya hadi biraz da biz lider olalım” hevesiyle partiyi kurmuyorlar. Bunların partide iken rahatsızlıkları vardı, yakın çevrelerine ifade ediyorlardı, Cumhurbaşkanı’na raporlar veriyorlardı — ki bunu Ahmet Davutoğlu raporu açıklamadı, ama raporlar verdiğini açıkladı. Mesela Davutoğlu, getirilmekte olan cumhurbaşkanlığı sisteminde kuvvetler ayrılığını çok marjinalleştirecek kadar bütün yetkilerin bir elde toplanmasına itiraz eden bir rapor verdiğini açıkladı — bunlar gizli bilgiler değil. Öbür taraftan, sayın Ali Babacan’ın Merkez Bankası’nın bağımsızlığı konusunda, Merkez Bankası’nın faizleri düşürmemesinden dolayı sayın Başbakan ile ve arkasından sayın Cumhurbaşkanı ile ne kadar çatıştığını biliyoruz — ki Merkez Bankası’nın o direnişinde ne kadar haklı olduğu anlaşıldı; Cumhurbaşkanı tarafından, Başbakan tarafından ne kadar ağır baskılara maruz kaldı, hatta “Faiz indirmemek vatana ihanettir” gibi sözlerle suçlandığı bir dönemde, Ali Babacan’ın açıklamaları var: “Para politikaları konusunda tek yetkili Merkez Bankası’dır” diye. Ne demek bu? Siz Merkez Bankası’na bakın, Cumhurbaşkanı istediğini söylesin, Başbakan istediğini söylesin, tek yetkili Merkez Bankası’dır. Ayrıca, inşaat sektörünün fazla şişirilmesi konusunda, rant ekonomisi konusunda Ali Babacan’ın açıklamaları var. Dolayısıyla bunlar, zamanında prensipte, ilkelerde, yönetim tarzında sayın Cumhurbaşkanı ile ayrıştılar, sonra Cumhurbaşkanı tarafından da kenara itildiler, tasfiye edildiler. Gelinen bir noktada da işlerin kötü gittiğini görüyorlar. Ben her ikisi ile de konuştum; “Partiyi ne zaman kuruyorsunuz? Nasıl kuruyorsunuz?” diye konuşmadım. Fikirlerinin ne olduğunu biliyorum ama, kendilerinden nasıl, ne tür fikirler ile parti kuracaklarını sorarak her ikisi ile de konuştum. Her ikisi de işin prensip düzeyinde ifade ediyorlar. Dolayısıyla tartışılması gereken, bu prensiplerin doğru mu yanlış mı olduğudur; yoksa, “Bunlar da heveslendiler, hadi biz de biraz lider olalım” diye bir şey yok.

Peki şu âna kadar genellikle bu hareketten kadrolardan bahsediliyor, çok fazla isim yok ama tahmin ediliyor, mesela Ahmet Davutoğlu Elazığ’a gittiğinde yanında olan eski milletvekilleri vs., Ali Babacan’la birtakım eski bakanların olduğunu biliyoruz. Ama burada esas soru taban: Sizin görüşünüz nedir? AKP’ye oy vermiş olan tabandan, hatta AKP’ye oy vermemiş olan kesimlerden de bu iki ayrı parti girişimine bir yöneliş olabilir mi? Yoksa bunlar böyle bir düşünce kulübü gibi, bir elit hareketi olarak mı kalır ?

Bunların parti kurduğu dönem, biraz akademik çalışmalar yapalım, rapor hazırlayalım, doğruları gösterelim, uyaralım konjonktürünün dışında bir konjonktür. Bunlara çok baskı geldi,

“Ne duruyorsunuz, susuyorsunuz, anlattığınız şeyleri niye söylemiyorsunuz?” gibisinden.

Ayrıca Davutoğlu’nun Anadolu’daki gezilerinin ilgi gördüğünü görüyoruz. Ali Babacan bugüne kadar hiç siyasî polemiğe girmedi, ama müthiş bir karizması var, neden ? Ekonomideki başarısından geliyor. Çok konuşmamanın uyandırdığı, konuştuğu zaman sözünü tutar şeklindeki güvenden gelen bir karizması var. Bunlar tabanda ilgi görüyorlar, ama bu ilgi ne ölçüde oya dönüşür? Bu birkaç şeye bağlı: İlk olarak ekonomik gidişat ne olacak? Bugünkü iktidar, “Ekonomiyi toparlıyoruz, dışarıdan sermaye geliyor, gelecek” izlenimi uyandırırsa, yeni partinin şansı azalır. İkincisi, halkın genelinde bugünkü rahatsızlık dozu düşerse, “Olur, böyle de olur” iklimi doğarsa, yani yeni parti ihtiyacı azalırsa bunların şansı azalır. Toplumda hem ekonomik sebeplerle, hem de biraz önce saydığımız sivillik, otoriterlik gibi politik sebeplerle yeni parti ihtiyacı artarsa, o vakit bu partilere ilgi artar. Nitekim sayın Bülent Arınç Habertürk’te yaptığı konuşmada savcılara “Akıllı olun” dedi. Ali Babacan hakkında –ki önce Meral Akşener hakkında miting meydanlarında Meral Akşener’in hapsedilebileceği söylendikten sonra, 3 yıllık dosya raftan indirilip Meral Akşener hakkında FETÖ soruşturması açıldı–, şimdi de Ali Babacan hakkında FETÖ soruşturması –hatta bazı gazetelerde vardı, “Ali Babacan hakkındaki FETÖ soruşturması genişletiliyor” diye–, Bülent Arınç diyor ki: “Bunlar onun isine yarar”, çünkü Türkiye’de yargıyla özellikle soruşturma aşamasında, mahkeme aşamasına gelmeden önceki soruşturma aşamasında yargıyla iktidar arasındaki ilişkilerin normal rejimde olacağından çok ötesinde bir sıkıfıkılığa sahip olduğunu biliyoruz. Hatta şunu söyleyebilirim: Bizim Avrupa Birliği standartlarına göre hazırladığımız Türk Ceza Kanunu’nda 277. Madde’de, “İster soruşturma aşamasında, ister kovuşturma aşamasında, yargıya emir ve talimat vermek suçtur” diye bir madde vardır. 2015 Haziran’ında bu maddeyi değiştirdiler, kovuşturma aşamasında, yani sadece duruşma aşamasında yargıya emir ve talimat vermek. Yani bugün ben bir iktidar yetkilisi olsam, “Ruşen Çakır hakkında soruşturma açın ertesi gün de tutuklayın” diye emir verirsem, yargı bunu yapar mı yapmaz mı bilmem ama benim için suç olmaz, halbuki bu eskiden suçtu.

Ben buna geçenlerde burada Canan Kaftancıoğlu üzerine bir yayında, “Bükemediği bileği kırmaya çalışmak” dedim. Bu otoriter rejimlerin hepsinin temelidir…

Biraz önce sivillik diye konuştuk ya. Yani Kenan Evren’in anayasası %90 oy aldı. Yani bugün milli irade %52 ile onayladı, milli irade mutlaktır deniliyor; hayır, mutlak değildir, milli irade kanaat değiştirebilir, değiştirdiğinde o konuyu da değiştirebilir. Kenan Evren anayasası %90 küsur –hatta küsuru da var, evet– almıştı. O günün şartları, terörden kurtulmuş olmanın getirdiği huzur, şükran duygusu falan: %90 oy. Yaşadıkça, askerlerin yaptığı anayasanın problemleri ortaya çıktı.

Sonra da Kenan Evren o prestijiyle, “Turgut Özal’a oy vermeyin, benim partime oy verin” anlamında, “Milliyetçi Demokrasi Partisi’ne oy verin” anlamında açık bir konuşma yaptı. Millet de, “Öyle mi diyorsun? Ben de Turgut Özal’a oy veriyorum” dedi.

Tam da bu noktada, o zaman sistem meselesine geçelim: 1 yıl oldu, sistemin oylanması daha eski ama, fiiliyata geçmesi, 24 Haziran’da Erdoğan başkan olarak seçildi; bir yıl içerisinde, siz de demin yazdınız, hem dışarıdan hem içeriden bayağı bir sorgulanır oldu, tabii orada sistemin en sihirli bölümü %50+1 oyu alan her şeyi alıyordu. Şimdi %50+1 oyu alma garantisini 23 Haziran’da yitirdiğini gören iktidarda bir telaş gözlüyorum. Öncesinde de çok tartışıldı, ama şu aşamada 1 yıl içerisinde gerçekten bu işin olmadığını söyleyebilir misiniz? Yani bu sistem yanlış diyebilir misiniz?

Ukalâlık olmasın, benim yazılarımı takip eden bir dostumsunuz, bu iş olmayacak diye yazıyordum. Anayasa hukuku benim öğrenciliğimden beri üzerinde çok durduğum bir konu; sonradan da siyaset bilimini çok okudum, bu başkanlık sistemiyle ilgili literatürde, “Kuvvetler ayrımı zayıflarsa, yönetim kişiselleşir, şahsileşir, –meşrutiyetçilerin deyimiyle– idare-i şahsiye, otokrasi meydana gelir” diye bir tespit var. Bizde maalesef Cumhurbaşkanı’nın ülkeyi yönetmesini daha da zorlaştıracak şekilde kendisine çok fazla yetkiler verildi. Mesela Amerikan Kongresi’nin sahip olduğu yetkiler, Gazi Meclisi diye başımızın üstünde tarif ettiğimiz o Meclis’e verilmedi. Cumhurbaşkanı’nın hiçbir tasarrufu Meclis’in denetimine tâbi değil, halbuki mesela cumhurbaşkanlığı HSYK’ya ya da Yargıtay’a, Danıştay’a, Anayasa Mahkemesi’ne bir üye tayin edeceği zaman, Amerika’da olduğu gibi o kişi Meclis’in denetimine sunulsaydı, ister istemez Cumhurbaşkanı, “Ya, bu adam zamanında çok iyi bir hukukçu, çok değerli bir isim, ama zamanında benim partimden aday olmuş, dolayısıyla bunu yüksek yargıya atamayayım, muhalefet bunu çok eleştirir” diye düşünebilirdi. Şimdi böyle bir denetim yok ve böyle bir atama yapıldı. İşte bunun için, sistemden bizzat kendi partisinin milletvekilleri tatminsizlik duymaya başladılar, onun dışında yargının ne kadar sistemden etkilendiği… Benim bu teorik izahlarımın üstesinde somut olarak çok önemsediğim ve simge olarak kabul ettiğim bir olay var: Türkiye 1961’den beri ilk defa, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nde 5 yıllık plan çıkaramadı. Bu hızlı çalışmak mıdır? 1. beş yıllık kalkınma planı, en son 10. beş yıllık kalkınma planı 2018’in sonunda bitti. Türkiye Cumhuriyeti devletinin geleneklerine göre anayasanın 161 ve yanılmıyorsam 167. maddelerine ve Devlet Planlama Kanunu’na göre, 2018’in sonlarında 11. kalkınma planının hazırlanmış olarak Meclis’e gelmesi, Meclis’te tartışılıp kabul edilmesi ve kanunlaşması lâzımdı. Meclis’e gelmedi.

Kimse fark bile etmemiş olabilir. Siz ilgili olduğunuz için söylüyorum.

Ben ilgili olduğum için takip ediyorum; bir de bunu mesela Durmuş Yılmaz, yani EuroMoney tarafından yılın en başarılı Merkez Bankası başkanı seçilmiş bir isim, tweet’lerinde zaman zaman yazdı. Ayrıca da ben, ileride bir kitap hazırlığı içinde olduğum için sistemle ilgili bütün hukukî gelişmeleri de teker teker takip ediyorum. Mesela bakanlıkların yetkisi, bunları falan. Düşünün yani, siz, ekonomi krizi yaşıyorsunuz, Ruşen Bey, ben elinde bir milyar dolar olan İngiliz, Fransız, Alman bir sermayeciyim, Türkiye önümüzdeki dönemde nasıl bir iktisat politikası takip edecek diyorum, plan yok ortada.

Tamamen artık iş şeye kalmış değil mi?

İşte, demin söylediğim: İdare-i şahsiye. Kurumların zayıflaması.

Peki, buradan ne çıkacak sizce? Bir değişiklik gibi bir şey çıkacak mı?  Bir de şöyle bir husus var tabii: Eskiden, Cumhurbaşkanı Erdoğan birtakım şeyleri, hani kervanı yolda yapabiliyordu, çünkü gücü vardı. Ama, 23 Haziran’dan sonra, diyelim ki “Şöyle revize edeyim, şunu şöyle yapayım, bunu böyle yapayım” demek istediği zaman, eskisi kadar da güçlü olmayacak?

Gücü var, gücü yok oldu değil, gücü var. Kanun seviyesinde düzenlemeleri, revizyonları yapabilir. Fakat, anayasa değişikliği gerektiren konularda MHP’nin desteği lâzım. MHP’nin desteğinden sonra da referandum lâzım. Öyleyse, muhalefetle uzlaşmak lâzım. Muhalefet ne diyor? Parlamenter sistem. Yani benim, önümüzdeki günlerde bu konu gündeme yerleşirse yazacağım, muhalefet topyekûn anayasa değişikliği olsun diye ısrar etmemeli. Yargının bağımsızlığı ile ilgili konularda paket değişimini kabul etmeli. Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nda hâkimler ve savcılar çoğunlukta olmalı, siyasî atamalar sınırlandırılmalı. Bu tür bir iki noktada yapmalılar. Ama muhalefetle de anlaşamazsa, o vakit, sistem o kadar katı bir şekilde kuruldu ki, anayasayla o kadar katı bir şekilde kuruldu ki, bu sistemi anayasa değiştirmeden revize etmek mümkün değil. Ancak anayasayı değiştirirsiniz, o da dediğim gibi, muhalefet veya referandum. Hani referanduma artık gerek yoktu? 4 yıl ekonomi ile uğraşacaktık falan? Bir yığın problem ortaya çıkıyor.

Bu tabii ilginç, yine yakın bir zamana kadar, Cumhurbaşkanı Erdoğan referandumu istediği zaman kullanabilen ve girdiği bütün referandumları da kazanan bir siyasetçiydi. Geçen Salı günü, grup toplantısında Kılıçdaroğlu, “Partili cumhurbaşkanlığını referanduma götürelim” dedi mesela. Şimdi artık muhalefet, referandumu kullanır oldu.

Tabii, tabii. Kendini güçlü hisseden referandum ister. Ruşen Bey, ben referandumları sevmem. Çünkü referandum, plebisiter dediğimiz çoğunluğun azınlığı dışladığı, azınlığın haklarını ve yetkilerini dikkate almadığı bir sistemdir. Bu görüşüm de yeni değil, AK Parti’yi benim desteklediğim dönemde Hürriyet gazetesinde çıkmış yazılarım var. “Referandum iyi bir şey değildir” diye. Onu bir kenara bırakayım; zaten dünyadaki liberaller de referandumu sevmezler, çok plebisiter bulurlar. İşte İngiltere’de Brexit referandumunu gördük. Kanunla öyle bir şey yapsalar, kanunu değiştirebilirlerdi. Şimdi yeniden referanduma gitmiyorlar, gidemiyorlar, gitseler ne olur bilmiyorlar. Artık tamamen karmaşık. O yüzden, sistemlerin çok katı olması iyi değil. Sistemlerin, istikrarı sağlayacak kadar katı, ama ihtiyaç halinde değişebilecek kadar da esnek olması lâzım. Bizdeki bu cumhurbaşkanlığı sistemi, “Atı aldık Üsküdar’ı geçiyoruz” düşüncesiyle çok katı olarak kuruldu. İşte şimdi revizyon zorlukları var.

Peki, hükümet değişikliğine ne diyorsunuz? Deniyor, konuşuluyor, bekleniyor.

Önemsemiyorum. Çünkü Cumhurbaşkanı’nın başdanışmanı sayın Mehmet Uçum’un dediği gibi, bu tek kişilik bir hükümettir. Amerika’da da öyledir. Zaten Bakanlar Kurulu diye bir şey yoktur, ona biz eski alışkanlıklarla Bakanlar Kurulu diyoruz. Böyle bir kurul yoktur. Bakanlıklar diye de bir makam yoktur, onu da eski alışkanlıkla söylüyoruz. Bunlar sekretaryadır. Amerika’da da öyledir. Cumhurbaşkanı’nın Ahmet’i götürüp Mehmet’i, Ayşe’yi götürüp Fatma’yı getirmesi, politik iklimi değiştirmez. Çünkü, başkanlık hükümetleri, demokratik olsun veya olmasın, tek kişilik hükümetlerdir hakikaten. O yüzden, ben Bakanlar Kurulu’nda değişikliği ikinci derecede bir mesele olarak görüyorum.

23 Haziran’dan önce, benim AKP tabanından güvendiğim birtakım kişiler –kaynaklarım diyeyim bir gazeteci olarak–, şöyle bir şey söylemişlerdi: Cumhurbaşkanı en azından ekonomi yönetimini değiştirsin — 23 Haziran’dan önce, tabanın talebi olarak. Ama değiştirmedi. Öyle bir beklenti içerisine de girmişlerdi. Şöyle de diyebiliriz: Oy vermek için bahane arıyorlardı belki, o bahaneyi bile sunmadı Cumhurbaşkanı ve şu anda yeni kabine değişikliğinde ilk telaffuz edilen, ekonominin Berat Albayrak’tan alınabileceği, hatta onun bir zamanlar olduğu gibi yine Enerji Bakanlığı’na kaydırılacağı yönünde spekülasyonlar yapılıyor. Ve yerine de bir profesyonelin, bir banka genel müdürü ya da o profilde birisinin getirileceği söyleniyor. Bunun bir etkisi olur mu?

Şimdi, ekonomi kriz dönemlerinde, ekonominin teknik operasyonunu yürütecek kişinin, politik olarak çok kuvvetli bir kişilik olması lâzım. Süleyman Demirel hükümeti, ama “bakanlar üstü” diye nitelenen Başbakanlık Müsteşarı Turgut Özal ekonomik operasyonun başında. Siz bir ekonomik operasyon yapıyorsanız, siyasî iktidarın güçlü olması yetmez. Onun günlük teknik yönetimini yapacak elin de çok güçlü olması lâzım. Ecevit hükümeti devam ediyor, ama Kemal Derviş var. Kemal Derviş siyaseten çok güçlüydü. Arkasında Ecevit olduğu gibi, arkasında IMF vardı. Kemal Derviş’in işleri düzgün yürüteceğine güvenildiği için, Türkiye IMF’den çok yüksek miktarda ve çok ucuz faizle kredi aldı — işte, bu sıkıntıdan çıktı. AK Parti hükümeti de Kemal Derviş’in programını uygulayarak 2008 veya 2007’ye kadar götürdü bu işi. O yüzden, yani “İşte, özel sektörden, falanca bankadan falanca beyefendiyi kibarca getirttik oturttuk”… O ne kadar yetenekli olursa olsun, politik güç imajı vermezse, ekonominin sevk ve idaresi, iyi bir teknisyen olduğu halde gereken politik bir güce sahip olmazsa yapamaz.

Bir diğer husus da sanki şu: Bütün doğabilecek eleştirilere ve uyarılara rağmen Cumhurbaşkanı, bir damadını çok önemli bir pozisyona getirmişti ve bayağı da direnecek gibiydi. Eğer şu anda, onu bir yıl içerisinde görevden alacak –alma ihtimali üzerinden konuşursak–, bu siyaseten de herhalde…?

Siyaseten de problem olur yani. Ali Babacan, arkasından Mehmet Şimşek. Bunlar, ekonomi çevrelerinin –içeride ve dışarıda–çok değer verdikleri ve güvendikleri, “rule based” dedikleri kurala dayalı, kurallı piyasa ekonomisinin adeta patronlarıydı, babalarıydı bunlar. Şimdi onları gönder, güvendiğin bir isim, damat olsun olmasın getir, bir ay sonra onu da götür —Cumhurbaşkanı için de prestij sarsıcı olur bu. Öyle bir değişiklik olur mu? Pek sanmıyorum.

Mehmet Şimşek de galiba Ali Babacan ile beraber hareket ediyormuş?

Ben de öyle duyuyorum, evet. Zaten hafızamızı yokladığımızda, Ali Babacan’ın izlediği ekonomi politikalarıyla Mehmet Şimşek’in izlediği ekonomi politikaları aynıydı. Nedir? Merkez Bankası’nın bağımsızlığı. Başbakan da olsa, Cumhurbaşkanı da olsa kimse karışamaz, tek yetkili odur. Hatta ben, bunları o zaman “save” ettim bir gazeteci olarak. Bazı sözleri sanki tekrar gibi, aradan iki sene geçmiş, iki sene önce Ali Babacan’ın söylediğini iki sene sonra, Merkez Bankası hakkında Şimşek söylüyor. Bunlar aynı politikanın, yani kurallı piyasa ekonomisi doktrininin, anlayışının temsilcileri.

Tabii siz, Türkiye’de sağ ile özdeşleşmiş bir isimsiniz. Yani, sağcı tabirini kullanıyor musunuz bilmiyorum ama?

Reddetmem.

Şu anda CHP’de ilginç bir şeyler oluyor sanki ve CHP’nin o sağ..

…iyi şeyler oluyor. CHP sağa açılıyor, iyi oluyor, evet.

Çünkü ben seçimden iki gün önce Kemal Bey (Kılıçdaroğlu) ile bir söyleşi yaptım; çok ilginç şeyler söyledi, başörtüsü konusundaki yanlışları üzerine özeleştiri yaptıklarını söyledi. Bunlar sahici şeyler mi? Dışarıdan bakan birisi olarak size nasıl geliyor? Yoksa, bir zamanlar Deniz Baykal da yapar gibiydi, vitrin düzenlemesi gibi mi geliyor?

Bir defa şunu söyleyeyim: Siyasette takiye kavramını ben hiçbir zaman itibar edilir bir kavram, bir analiz anahtarı olarak görmedim. Sizin şahsî tercihiniz, inancınız, dünyanız ne olursa olsun, bir politikayı istikrarlı bir şekilde götürüyorsanız, o politikayı götürecek ekibi de kuruyorsanız, içindeki duygu ne olursa olsun, asıl olan odur. Bu açıdan CHP’ye bakalım. 2009 belediye seçimlerinde Sayın Kılıçdaroğlu İstanbul’un belediye başkan adayıydı. O zaman CNN Türk’te beraberdik. Ben CNN Türk’te iki defa Sayın Kadir Topbaş ile iki defa da Kılıçdaroğlu ile mülâkat yaptım. O zaman böyle eşitlikler gözetilirdi, biliyorsunuz. Orada, bu konuyu sordum kendisine. Dedim ki: “Varoşlar size oy vermiyor. Varoşlar muhafazakâr.” Bana verdiği cevap da –bunu hem Karar’da, hem de daha önceki çalıştığım gazetelerde yazdım–, “Aramızda bir kültürel duvar var. Biz bu kültürel duvarı aşmak zorundayız”. Bu kelimeyi kullanmasa da tercümesi, CHP, kendisini reddeden milliyetçi-muhafazakâr câmiaya, geleneksel değerlere bağlı câmiaya açılmalıdır dedi. Bu sözü söyledikten sonra ne yaptı? Acaba bu İstanbul belediye seçimleri için miydi?  Bunun uygulamasını yaptı. Ne yaptı? Türban yasağının kaldırılmasına yardımcı oldu. Yargıya hiç müracaat ettirmedi Cumhuriyet Halk Partisi’ni. Anayasa Mahkemesi’ne müracaat ettirmedi. Baykal zamanında bu müracaatlar yapılmıştı. Baykal’ın çarşaflı bir kadına CHP rozeti taktığını, altı ok rozetini taktığını biliyoruz. Ama Anayasa Mahkemesi’ne, Danıştay’a türban aleyhinde dava açtırdığını da biliyoruz. Ayrıca Kılıçdaroğlu, bu politikayı yürütecek ekipte kimler var dediğimizde, Mehmet Bekâroğlu’nu aldı. Bu tür isimleri aldı, aday yaptı. İyi Parti ile ilişkisi, Saadet Partisi’nden iki milletvekilini kendi partisinin kontenjanından milletvekili yaparak partiye sokması… Bu hem muhalefette bir güven zemini oluşturdu, Millet İttifakı olarak ortaya çıkacak bir güven zemini oluşturdu. Hem de Kılıçdaroğlu’nun muhafazakâr kitlelere açılma politikasına şu veya bu ölçüde güven sağladı. İşte son 800 bin oy. O 800 bin oyun, yanılmıyorsam 220 bini 31 Mart’ta sayın Binali Yıldırım’a oy verip, ondan sonra dönüp, Binali Yıldırım’ı bırakıp, bu tarafa oy verenler — haksızlık vs. gibi duygularla. Yani, CHP’yi oy verilebilir bulan bir muhafazakâr kesim teşekkül etti Türkiye’de. ANAR araştırma şirketinin, –İbrahim Uslu, çok saygın bir isim biliyorsun– onun referandumda tespit ettiği bir gerçek var, televizyonlarda söylemişti: Türkiye’de yüksek eğitimli, gelir düzeyi yerinde, piyasa ekonomisine entegre olmuş –bunu çok önemsiyorum: “piyasa ekonomisine entegre olmuş” – yüzde onluk bir “beyaz muhafazakâr” kesim var. “Bunlar kişilere ve partilere bağlı değiller, bunlar kurallara bağlılar” dediğiniz zaman, işte sonuç ortaya çıkıyor. Referandumda “Hayır” dedi Üsküdar, düşünün yani; İstanbul, büyük şehirler… Bu seçimde de 800 bin kişi bu tarafa oy verdi.

Son bir soru soracağım size, çok soruluyordur dolaylı ya da dolaysız. Bir ara konuşmanın bir yerinde dediniz: “AK Parti’yi desteklediğim dönemler yazdığım yazılarda”. Şimdi de bir şekilde eleştiriyorsunuz. Ve bunu da herhalde size tatlı ya da sert bir şekilde hatırlatanlar vardır.

Hâlâ bazı tweet’ler falan geliyor, “Bir af dile, özür dile, senin de günahın az değil” falan gibi.

Nasıl cevap veriyorsunuz o konuya?

Hepsine teker teker cevap veremiyorum ama..

Burada ben topluca sorarsam?

Benim kendimi çok şanslı hissettiğim bir taraf var: Ali Fuat Başgil okuyarak milliyetçi-muhafazakâr oldum ben. Ali Fuat Başgil, demokrasi, liberal değerler, kuvvetler ayrılığı, insan hakları –milliyetçi kesimde tarihi hamaset ağır bastığı için bu kavramlar fazla konuşulmaz–; ama ben Başgil’i iyi ki okumuşum. İkincisi, Mümtaz Turhan, o da sosyoloji, modernleşme sosyolojisi. İçimde devamlı bu şekilde bir damar oldu. O bakımdan, MHP’li iken dahi, kendimi Türkeş’in fanatik bir tür fedaisi gibi görmedim. Türkeş’in yaptığı mücadelenin ana hatları ile doğru olduğuna inanıyordum, Milliyetçi Hareket Partisi’ni samimiyetle destekledim. Ancak o zaman da Hergün gazetesinde yazdığım yazılarda, kuvvetler ayrılığı, Adnan Menderes, 27 Mayıs eleştirisi gibi konular var. Bunlara şu cevabı vermek istiyorum: Desteklediğim zaman, Avrupa Birliği açılımı vardı. Desteklediğim zaman, kuvvetler ayrılığı istikametinde anayasa değişikliği yapılıyordu — mesela Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin görevini yapmak üzere, Türkiye’de Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuru hakkı tanınıyordu. Desteklediğim zaman, 2004 yılında Cemil Çiçek Adalet Bakanı, bugünkü ceza kanunu çıkıyordu. 2015’ten itibaren yapboz kanunlarıyla değiştirilmeyen Ceza Kanunu çıkıyordu. Ve Verheugen, Türkiye ile müzakereleri yürüten Verheugen; “Ceza Kanunu tamamdır, Türkiye Avrupa Birliği’ne lâyık hâle gelmiştir, standartlarına uymuştur” şeklinde açıklamalar yapıyordu. Şimdi sen hem diyeceksin ki ben modern demokrasi fikrini benimsiyorum, hem de modern demokrasi istikametinde atılan adımlara, “Yok, bunlar gericidir” diye –hele ki o lâfı hiç tasvip etmem– karşı çıkacaksın. Ben şunu söylerim: Her zaman kuvvetler ayrılığını savundum. Yanılmış olabilirim, ama kuvvetler ayrılığına yakın gördüğüm her hareketi destekledim. Kuvvetler ayrılığından uzaklaşma eğilimi gördüğüm her hareketi de eleştirdim.

Evet, burada noktayı koyalım, Karar gazetesi yazarı Sayın Taha Akyol’u konuk ettik. Kendisine çok teşekkür ediyoruz, izleyicilerimize de teşekkürler, iyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.