Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Hangi dava? Hangi ümmet?

Cumhurbaşkanı Erdoğan, Bosna-Hersek dönüşü uçakta gazetecilere Ali Babacan ve Ahmet Davutoğlu’nun parti girişimleri hakkında sert sözler söyledi; onları “ümmeti parçalamak” ve “davaya ihanet etmek” ile suçladı. Ama esas hedefinde Abdullah Gül vardı. Böylece AKP’nin bölünmekte olduğu resmen doğrulandı. Peki bundan sonra neler olabilir?

Yayına hazırlayan: Gamze Elvan

Merhaba, iyi günler. Adalet ve Kalkınma Partisi’ndeki kopuşlar artık resmen alenileşti. Cumhurbaşkanı Erdoğan, Bosna-Hersek dönüşü uçakta sorular üzerine bu konuda ilk defa açık, net, isim vererek ve duygularını tamamen dışa vurarak konuştu. Artık bu saatten sonra bir geri dönüş ihtimali olmadığını da anladık. Bu zamana kadar baktığımızda, alttan alta süren yeni parti çalışmalarının Erdoğan ve AKP yönetimi ve ona bağlı medya tarafından görmezden gelindiğini, gösterilmediğini, adının anılmadığını görüyoruz. Bu aslında parti girişiminde olan kesimlerin de biraz işine yaradı herhalde; daha sessiz bir şekilde, acele etmeden çalışmak istiyorlarmış — o anlaşılıyor. Ama artık, özellikle 23 Haziran’dan sonra, zeminin çok elverişli olduğunu düşünerek, gerek Ali Babacan gerek Ahmet Davutoğlu kartlarını daha açık oynamaya başladılar. Davutoğlu’nun Anadolu’da yaptığı konferanslar, konuşmalar; Ali Babacan’ın ise partiden ayrılması ve bunu yazılı bir açıklamayla duyurması, artık birtakım kopuşların kaçınılmaz olduğunu bize gösterdi. Burada bir noktanın özellikle altını çizmek istiyorum: Günümüzde eski medya, büyük medya vs., bir şeyi göstermek istemese, daha gizlemek istese dahi birtakım gerçekler su yüzüne çıkıyor ve burada da özellikle yeni medyanın –ki Medyascope bunun önemli parçalarından biri– rolü çok önemli. Biliyorsunuz, büyük medya devekuşu politikası izlerken, biz burada ayrılma ihtimallerini hep gündeme getirdik, Erdoğan’ın krizinden bahsettik, Ali Babacan’ın Abdullah Gül destekli çalışmalarından, Davutoğlu’nun arayışlarından falan bahsettik ve sonuçta bu söylenenler, gerçek gündemin bu olduğu nihayet Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından da kabul edildi. Dolayısıyla medyayı ne kadar kontrol ederseniz edin, istemediğiniz şeyleri kabul etmek zorunda kalıyorsunuz. Ne kadar güçlü ve otoriter bir siyasetçi olursanız olun, hiç gündeme gelmesini istemediğiniz bazı hususları mecburen kabullenmek zorunda kalıyorsunuz. 

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Babacan ve Davutoğlu hakkında söylediklerine baktığımızda, açıkça bir çaresizlik var. Bunun davaya ihanet olduğunu söylüyor ve “ümmeti bölmek” olarak tanımlıyor. Ali Babacan’a bizzat öyle söylemiş, “Ümmeti bölüyorsunuz” demiş. Ortada bir ümmet falan yok, hayalî bir İslam ümmeti olabilir ama bununla AKP’nin ilişkisinin ne kadar olduğu şüpheli. AKP’nin hayalî var olduğu sayılan İslam ümmetinin neresinde, nasıl bir rol oynadığı da ayrıca şüpheli. Bu tamamen siyasî bir faaliyet ve özellikle de belli bir tarihten itibaren değil İslam ümmeti, Türk milletini de tam anlamıyla kucakladığı söylenemeyecek bir hareket — zaten Babacan’ın ve Davutoğlu’nun ayrı ayrı kopuş süreçlerindeki esas unsur da AKP’nin artık bir Erdoğan partisinden ibaret olması. Bundan dolayı kendilerine burada herhangi bir iktidar alanı bırakılmamasından dolayı kendi partilerini kurmak yoluna gidiyorlar. Bir diğer husus da tabii Erdoğan’ın tek adam yönetiminin ülkeyi kendilerine göre iyi bir yere taşımadığını düşünüyorlar. Bu yanlışa parti içerisinde müdahale etme imkânlarının olmadığını düşünüyorlar. Sonuç olarak ümmeti böldükleri yok; ama AKP’yi böldükleri ve bölecekleri muhakkak. Tabii ki Erdoğan bunu belli bir yerde tutabilmek için bu tür retoriğe başvuruyor, “ümmet” diyor, “dava” diyor. 

“Dava” olarak baktığımızda, ortada bir davanın kalmadığını uzun zamandan beri biliyoruz ve uzun zamandan beri şahsen ben dile getiriyorum. Artık insanların kendilerinden fedakârlık ederek dahil oldukları, bir şeyleri gözden çıkararak dahil oldukları bir hareket olmaktan çıktı AKP. Bu artık, veren değil alanların hareketine dönüştü. Dolayısıyla dava esas olarak bir fedakârlık içerir, vermeyi içerir, adanmışlık içerir. Burada tersten bir dava var; almaya odaklanmış bir çıkar davası var ve bu çıkar davasında da Erdoğan’ın partiyi ve iktidarı tekeline almasıyla beraber birçok kişi kendi çıkarlarının da artık eskisi gibi gözetilmediğini düşündüler. Yani bir yanda uhrevî-mistik anlamlar, dinî anlamlar yüklenebilecek anlamlar kalmadığı gibi; dünyevî anlamda da baktığımız zaman, bu eninde sonunda Erdoğan’ın ailesinin ve yakınındaki bazı insanların, iş adamlarının vs. çarkını döndüren bir mekanizmaya dönüştü. Dolayısıyla dava sözüyle tabandaki birtakım insanları harekete geçirmek isteyebilir, onların duygularına seslenmek isteyebilir; ama AKP artık belli bir süreden itibaren gerek örgüt gerek yöneticiler gerekse taban anlamında bu tür dava retoriğinden çok uzaklaştı, bunlar artık slogan olarak bile ilgi çeken şeyler değil. O anlamda çaresizlik diyorum; beş yıl önce olsaydı, herhangi bir olayda “dava” lafını etmenin bir karşılığı olabilirdi. Mesela yıllar önce Abdüllatif Şener’in ilk ayrıldığı zamandaki AKP’de “dava” lâfının edilmesinin bir anlamı belki olabilirdi; ama bugün artık bunun hiçbir anlamı yok. 

Burada ayrılma kararı veren insanlar, bizzat Erdoğan tarafından dışlanmış, kenara itilmiş insanlar, ona tepki olarak da kopuştalar. Dolayısıyla aslında bir davayı, bir partiyi terk edenler değil; partinin kenarına itilen ve kendilerine haksızlık yapıldığını düşenen insanların artık umudu kesip kendilerine yeni bir yer aramaları var. Erdoğan, “Ali Babacan’a danışmanlık teklif ettik” diyor –ki uzun bir süre ekonomiyi tek başına yönetmiş birisi söz konusu” – ya da “Özbekistan’dan eleman istediler, kendisini teklif ettik, kabul etmedi” diyor; “Bu kişilere İstanbul’da Binali Yıldırım için çalışmalarını söyledik, kabul etmediler” diyor. Yani onlara sunulan alanlara baktığımız zaman, bu tamamen Erdoğan’ın uygun gördüğü alanlar. Bu kişilerin kendilerine uygun gördükleri alanlar değil; Erdoğan’ın uygun gördüğü ve bir anlamda da hani “Bir şeylerle meşgul olsunlar, elimizin altında bulunsunlar” düşüncesiyle sunulmuş alanlar. Yoksa Ahmet Davutoğlu’nun, Ali Babacan’ın, onlara Erdoğan tarafından sunulan şeylerle yetinmesini beklemek hiç gerçekçi değil. 

Burada tabii bir diğer husus var: Aslında esas isim Abdullah Gül. Özellikle Ali Babacan söz konusu olduğunda –ki Abdullah Gül ismini de sormuşlar; ona olan kızgınlığını da görüyoruz–ne diyor? “Partiye üye bile olmadı cumhurbaşkanlığından sonra” diyor. Ancak orada hatırlatma yapalım; normal şartlarda şu olacaktı: Abdullah Gül, Erdoğan’a cumhurbaşkanlığını devrecekti, daha sonra AKP olağanüstü kongreye gidecekti ve muhtemelen Abdullah Gül aday olup partinin başına geçecekti. Ama Erdoğan ne yaptı? AK Parti’yi olağanüstü kongreye götürdü, Ahmet Davutoğlu’nu partinin başına ve hükümetin başına atadı ve Abdullah Gül resmen tasfiye edildi açıkçası. Şimdi aradan geçen zaman sonrasında da aynı Abdullah Gül’ü “Üye olmaya bile tenezzül etmedi” anlamında suçluyor. Bu bize şu andaki esas kavganın aslında bir Gül-Erdoğan kavgası olduğunu gösteriyor ve burada kim avantajlı, kim daha dezavantajlı konusunda baktığımız zaman, aslında söylenecek çok şey var: Tabii ki Erdoğan’ın elinde çok ciddi medya imkânı var, devlet imkânı var, maddî imkânlar var. Öteki tarafta işlerini örtülü bir şekilde yapan –en azından bugüne kadar– insanlar var ve bir yandan kendi tabanları içerisinde “Bunlar davaya ihanet mi ediyor, bizi satıyorlar mı, düşmanla işbirliği mi yapıyorlar?” şeklinde tepkiler de var belli ölçülerde. Ama bir diğer yandan, AKP tabanından olmayan kesimler de Davutoğlu’na ve hatta Ali Babacan’a güvenmiyor; çünkü onları da bir nevi AK Parti’nin kötü mirasının parçaları, önemli aktörleri olarak görüyorlar. Dolayısıyla yeni parti kurma iddiasında olanların işlerinin Erdoğan’a göre daha zor olduğu muhakkak. Ancak Erdoğan’ın uçaktaki sorulara verdiği cevapta da gördüğümüz gibi, son dönemde –bugün yine milletvekilleriyle kahvaltı yaptığını biliyoruz– insanlara söylediklerine baktığımız zaman, çok fazla bir şey üretemediğini, yani gitmeyi düşünenlerin aklını çelecek cazip bir şey sunamadığını görüyoruz. Yani şunu gösteremiyor: “Merak etmeyin her şey tıkır tıkır işliyor”. “Boş çuval gibi düşecekler” lâfını çok kaba bir şekilde söyledi; ama kendisinin diğerlerine göre orta ve uzun vadede daha akıllıca bir yatırım olacağını anlatabildiğini açıkçası düşünmüyorum. Açıkçası çok ciddi bir krizde. Hayatının en büyük yanlışlarından birini –belki de en büyüğünü– İstanbul seçimlerini yenileterek yaptı ve o seçimi yenilettikten sonra çok büyük bir hezimet yaşadı. Şu anda baktığımız zaman aslında –geçen bir yayında da söylediğim gibi– iyice yalnızlaşıyor. Kimlerin yanında kalacağını tam kestirebildiğini sanmıyorum. Gerek Ahmet Davutoğlu’nun gerek Ali Babacan’ın kimleri çekeceğini –milletvekillerinden, parti yönetiminden, eski milletvekillerinden, eski parti yöneticilerinden, teşkilattan– kimleri çekebileceğini tam kestirebildiğini sanmıyorum. Böyle olaylar telefon dinlemelerle, istihbarat faaliyetleriyle tam kontrol edilebilen olaylar değil; belli bir yerden sonra devlet imkânlarının hepsine sahip olsanız bile bu olayı çözemeyebilirsiniz ve gerçekten şu anda her ne kadar maddî olarak Erdoğan daha avantajlı durumda görünse de iki parti çalışmasının da, özellikle gözlediğim kadarıyla Ali Babacan’ın kurmaya niyetlendiği partinin Erdoğan’ı çok ciddi bir şekilde yıpratacağını kabul etmek lâzım. 

Buradan nasıl bir sonuç çıkar? Kestirmek mümkün değil; ancak Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın uçakta söylediklerine baktığımız zaman, artık durumun vahametini kabul etmiş olduğunu net bir şekilde görüyoruz. Bu saatten sonra nasıl bir şey geliştirir, engelleyebilir mi? Engelleyemez; ancak bazı kişilerin katılmasını, onların aklını çelerek ya da onları ürküterek belki sağlayabilir; ama bildiğim, duyduğum, gördüğüm kadarıyla özellikle Babacan’ın partisine yönelik olarak hem AKP içerisinde siyaset yapmış olanlardan hem de siyasete ilk kez niyetlenenlerden belli bir ilgi var. Bu belli bir ilginin nasıl bir ilgi olduğunu, artık kendisini deklare etmesiyle beraber daha açık bir şekilde göreceğiz, bunun çok da gecikeceğini açıkçası sanmıyorum; o zaman işin rengi değişecek. 

Bakın bu zamana kadar konuştum ve hâlâ şeyi söylemedim: Aynı “dava” ve “ümmet” lâflarını zamanında Erbakan’ın ve çevresinin Erdoğan ve çevresine yöneltmiş olduğunu söylemedim. Hayatın öyle bir akışı vardır ki, siyasetin öyle bir gidişi vardır ki, ülkenin öyle bir gidişi vardır ki, ölene kadar birlikte hareket edeceklerini düşünüp söyleyen, bu konuda ant içen insanlar da pekâlâ yollarını ayırabiliyorlar. Geçmişte yenilikçilerin Erdoğan liderliğinde Millî Görüş’ten, Erbakan’dan kopması çok daha zordu. Orada çünkü bir nevi mürit-mürşit ilişkisi vardı; Erbakan ile ilişkileri çok daha farklıydı, buna rağmen kopabildiler. Şu andaki kopuş bence çok daha kolay olacaktır. Açıkçası bu zamana kadar çoktan olması gereken bir şeydi; neden bu kadar uzadı? Kendilerince birtakım nedenleri vardır, ama şurası muhakkak ki ne dava, ne AK Parti, ne Erdoğan’ın iktidarı eskisi gibi olmayacak. Buradan neyin çıkacağını tam olarak söyleyemesek bile, en azından bir yeni partinin çıkacağı kesin gözüküyor ve bu yeni parti çıkar çıkmaz da herhalde uzun bir süre hep bunu konuşuyor olacağız. 

Evet, söyleyeceklerim bu kadar, iyi günler. 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.