Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Erdoğan yeni partileri engelleyebilir mi?

Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Erdoğan, partililere seslenirken hem yeni parti girişimlerini ciddiye almamalarını, hem de yeni parti kurmak isteyenleri hain ilan edip cezalarını göreceklerini söyledi. Erdoğan’ın yeni partileri ciddiye aldığı muhakkak ama bunları engelleyebileceği hayli şüpheli.

Yayına hazırlayan: Şükran Şençekiçer

Erdoğan’ın en son partililere hitaben yaptığı konuşmada milliyetçi vurguların çok güçlü olduğunu görüyoruz: S-400’ler meselesi, F-35’ler meselesi, Amerika Birleşik Devletleri’ne tam öyle olmasa da bir nevi meydan okuma ve yüzünü başka yerlere çevirebileceği çıkışı F-35’ler konusunda, S-400’lerin 2020’de aktive edileceği… Çünkü biliyorsunuz Trump aktive edilmemeleri halinde Türkiye’yle serbest ticaret anlaşması yapabileceklerini söylemiş — bu tür haberler çıkıyor Amerikan medyasında. Yani “S-400’leri alın ama kullanmayın” gibi bir formülde anlaşabileceklerini görüyoruz Amerikan yönetiminin. Ama Erdoğan konuşmasında özellikle aktive edileceği tarihi de 2020 olarak verdi — yani ABD’ye karşı bir dik duruş, öte yandan Suriye konusunda özellikle Suriye’nin kuzeyinde ve Fırat’ın doğusu konusunda da sert mesajlar. Önümüzdeki günlerde içeriye yönelik bu tür sert milliyetçi mesajların –sadece milliyetçilerin değil, aynı zamanda ulusalcıların da hoşuna gidecek türden mesajların– verileceğini tahmin etmek çok zor değil. Ama bir diğer yandan da ABD’yle bir müzakerenin sürdürüldüğü, sürdürülmek istendiği ortada.

Bir diğer husus tabii ki AKP’den kopması söz konusu olan isimler –daha doğrusu koptukları kesinleşti artık çoğunun– ve bunların kurması söz konusu olan partiler meselesi. Önce bir bakalım, Erdoğan bu konuda bugün ne dedi, kurulması söz konusu olan partiler hakkında, sonra devam edelim:

ERDOĞAN: “Değerli kardeşlerim! Sağda solda birçok dedikodular var. AK Parti’nin mensupları dedikodularla amel eden değildir. Ve birileri parti kuruyormuş, şunu yapıyormuş bunu yapıyormuş filan, hiç bunları kafanıza takmayın. Çok içimizden ayrılıp da parti kuranları gördük. Şu anda sorsam adını sanını bilmezsiniz. Bu iş böyledir. Çünkü bu tür ihanetlerin içerisinde olanlar bu işin bedelini de ağır öderler.”

Evet, aslında çelişkili, kendi içinde çelişkili bir çıkış. İki yönü var. Birincisi, “Bunlardan bir şey çıkmaz, daha önce de böyle şeyler oldu, çoğunun adını bile hatırlamıyorsunuz” diyor. Yani “Bu nafile bir çaba” diyor. Ama ardından bunu bir ihanet olarak tanımlıyor ve bedelini ödeyeceklerini vurguluyor. Dolayısıyla ikili bir duruş var. Hangisi sahici olan? Tabii ki ikinci söylediği sahici olan, bana göre. Önemsiz olsaydı hiç değinmezdi, reklamlarını da yapmazdı. Ve önemsiz olsaydı zaten bir ihanet tanımlaması yapıp bir bedelden, ağır faturadan bahsetmezdi, bir gözdağı vermezdi. Belli, önemsiyor, çok önemsiyor. Ahmet Davutoğlu’nun Yavuz Oğhan, Akif Beki ve İsmail Saymaz’a verdiği, canlı yayınlanan ve 3 saati aşkın süren söyleşinin ardından yaşananlar da bize aslında bu olayın ne kadar ciddi olduğunu gösterdi. Davutoğlu’nun medyada ilk çıkışı –ki genel medyada değil sosyal medya üzerinden, YouTube üzerinden yapılmış bir yayındı–, buna bile tahammülü olamayan bir iktidarın Davutoğlu’nun diğer çıkışlarından hiç hazzetmeyeceği ve bunu engellemek isteyeceği muhakkak.

Ne yapabilir? Öncelikle medyada bir ablukaya alabilir, önüne engel çıkartabilir — ki uzun zamandan beri yaşanan zaten bu. Davutoğlu zaten o yayının başında da kendisinin birçok yere başvurduğunu, ama cevap bile alamadığını söylemişti. Ama zaten buna girişenler bu durumu biliyorlar. Buna göre hareket ediyorlar. Buna göre hazırlıklarını yapıyorlar. Ve anlaşıldığı kadarıyla çıkışlarını daha çok sosyal medya üzerinden duyuracaklar. Bunu hiç yabana atmamak lâzım. İstanbul seçimlerinde Ekrem İmamoğlu’nun esas olarak sosyal medya üzerinden kendini tanıttığını hatırlıyoruz, biliyoruz. Çok eşitsiz bir ilişkiydi, ama Ekrem İmamoğlu buradan galip çıkmayı becermişti. Aynı şey aslında Ankara, Adana, Antalya gibi illerin belediye seçimlerinde de geçerliydi. Medyanın büyük bir kısmına, ezici bir bölümüne –yüzde 90’ı deniyor– tahakküm eden bir Erdoğan iktidarı var. Ama geri kalan alanda ve sosyal medyada muhalefet pekâlâ örgütlenebiliyor, sesini çıkarabiliyor.

Sosyal medyaya da tabii birtakım kısıtlamalar getirebilir Erdoğan. Geçmişte bunun örneklerini çok gördük. Ama son dönemlerde, her ne kadar tweet attığı için, sosyal medya paylaşımları için hâlâ birilerinin başlarına işler geliyor olsa da, erişim engeli gibi, Twitter’ın kapanması vs. gibi, YouTube’un kapanması gibi olaylar pek duymadık, yaşamadık. Olmayacağı anlamına gelmez. Ama çok daha zor olacağı muhakkak. Onun dışında, yargıyı gündeme getirebilir. İlk akla gelenlerden birisi bu. Nitekim Ali Babacan için hemen FETÖ ile ilgili bir suç duyurusu yapılmıştı. Ama gelen tepkiler üzerine bu düşürüldü. Bu sefer de birtakım girişimler olabilir belki. Davutoğlu’na, Babacan’a ve bunlarla beraber hareket eden, hareket ettiklerini öğreneceğimiz birtakım isimlere karşı yargı bir şekilde devreye sokulabilir. Ama bu büyük ölçüde geri tepeceğe benziyor.

Bu çevrelerin, partilerin maddi imkânlara ulaşması engellenmek istenebilir — ki Türkiye çapında örgütlenmek için çok ciddi maddî imkânlara ihtiyaç var. Bunu da iki tarafın –yani iki taraf derken Davutoğlu ve Babacan’ı kastediyorum– zaten baştan beri bildiklerini varsayıyoruz. En iyi bilenler herhalde onlar. Ona göre de birtakım çalışmalar yaptıklarını duyuyoruz. Bir şekilde bunu aşacaklardır. En azından partiyi kuracaklardır ve kurduktan sonra partilerine –ayrı ayrı herhalde, öyle gözüküyor–, kurulduktan sonraki gelişmelerin ışığında maddi imkânları da, birtakım bağışları vs.’yi, finansal destekleri de daha sonraki dönemde çok daha rahat elde edebilmeyi herhalde düşünüyorlardır. Onların da bir planı vardır yani.

Aslında burada, bu AKP’den kopma aşamasındaki –kimisi kopmuş, kimisi kopma aşamasındaki– kişilerin planlarının, stratejilerinin ve stratejilere uygun olarak değişik dönemler için değişik taktikleri olduğunu düşünmemiz çok mümkün. Zaten bunun işaretlerini de görüyoruz. Yani bir hazırlık var. Ve bu hazırlık özellikle Babacan ekibinde planlı bir şekilde gidiyora benziyor. O çevreden insanlarla yaptığımız görüşmelerde, çok dikkat ettiklerini, ince eleyip sık dokuduklarını, acele etmediklerini görüyoruz. Ama hemen hemen her sorduğunuz soruya verdikleri bir cevabın olduğuna da tanıklık ediyoruz. Öte yandan, Davutoğlu’nun tam böyle olduğu söylenemez. Çünkü Davutoğlu ilk çıkışını AKP içerisinde iktidar sahibi olmaya kurgulamıştı. Ama iyice dışlandıktan sonra o da artık sanki yeni bir parti kurmaya mecbur ediliyor gibi. Ama onun da bayağı bir hazırlığı olduğunu, özellikle Davutoğlu’nun kendisinin AK Parti Genel Başkanı ve başbakan olduğu dönemde örgütte yaptığı birtakım tasarruflar ve kurduğu ilişkileri yeni oluşuma taşıma ihtimalinden bahsediliyor.

Dolayısıyla AK Parti’den kopmaları söz konusu olan çevrelerin birtakım planları, stratejileri olduğu söylenebilir. Ama Erdoğan’ın olduğunu açıkçası sanmıyorum. Engellemek istediği muhakkak, engellemek için elinden geleni yapacağı muhakkak. Ama bunda başarılı olma ihtimalinin olduğunu hiç sanmıyorum — tıpkı İstanbul seçimleri gibi. Nasıldı? Hatırlayın: İtirazların ardından genel kanı, “Erdoğan ne yapar ne eder İstanbul’u vermez” idi, “Bir şekilde İstanbul’u vermeyecek CHP’ye, İmamoğlu’na” düşüncesi hem kendi tabanında, ama daha önemlisi muhalefet cephesinde çok baskındı. YSK’nın iptali ile beraber bu duygu iyice güçlendi. “YSK’ya iptal ettirdiğine göre çantada keklik seçimler” diye düşünüldü. Ama bir süre sonra işlerin hiç de öyle gitmediği sezilir oldu. Ve sandıktan da tam anlamıyla bir hezimet çıktı Erdoğan için. Şimdi burada da böyle bakmak bence daha gerçekçi olur. Erdoğan tabii ki elinden geleni yapacaktır. Tabii ki bu partilerin doğmasını engellemek isteyecektir. Doğarsa bile etkisini sınırlamak isteyecektir. Kendi partisinin milletvekillerinden, yöneticilerinden, il başkanlarından olabildiğince az insanın gitmesini, başka kesimlerden de katılımın olabildiğince az olmasını ve bu partilerin daha doğarken ölü doğmasını sağlamaya çalışacaktır. Ama bence bunu başaramayacak. Bunu başaramayacak olması bu partilerin çok başarılı olacağı anlamına gelmez. Ama bu partiler Erdoğan’a rağmen kurulur ve ayrı ayrı ya da bir yekûn olarak belli bir gücü ve etkiyi yaratırlarsa, o zaman Erdoğan’ın imajı bir kere daha çok sert bir şekilde sarsılmış olacak. Yenilmezlik imajı zaten 31 Mart ve 23 Haziran’da sarsıldı. Bu sefer tek adamlığı da sarsılacak. Her ne kadar bugünkü konuşmasında tek adam yönetimi diye bir şeyin kendilerinde olmadığını söylese de, biliyoruz ki olay aslında tek adam rejimi. Gerek Türkiye’de gerek partide tek adam. Ve zaten itirazların tamamı da buna yönelik; o hareketin içerisinde, partinin içerisinde ve ülke yönetimindeki kolektifliği iptal etmiş olmasına yönelik tepkiler.

Peki Erdoğan önümüzdeki dönemde ne yapabilir? Geçen yayınlarda konuşmuştuk. Kabine değişikliği ve MYK değişikliği söz konusu olduğu söyleniyordu. Ama ben daha önceki yayınlarda da söylediğim gibi, bunların hiçbir derde derman olacağı kanısında değilim. Kaldı ki bunların çok da söz konusu olmayabileceği, fikir değiştirildiği, kabine revizyonunun ertelendiği yolunda spekülasyonlar öne çıkıyor. MYK konusunda da çok bir işaret yok. Tersine, bugün Erdoğan partinin olağan kongre sürecinin sonbaharda başlatılacağını söyledi. Bunu niye söylüyor? Tabii ki başlatılacak. İşte bu değişim beklentisi içerisinde olan rahatsız partilileri bir anlamda yatıştırmak için söylüyor. Şimdi o eleştirileri, itirazları, rahatsızlıkları kongre sürecine ertelemelerini isteyecek. Kongre ile beraber, olağan kongre ile beraber birçok şeyin değişeceğini vaat edecek. Ama bu birçok şeyin ne olduğu konusu muğlak olacak. Ve nasıl değişeceği konusu da muğlak olacak. Yani Erdoğan son dönemde yaptığı gibi, yine bir şeyleri, sorunları ötelemek, ertelemek ya da halının altına süpürmekle uğraşacak. Ve yenilgiyi, mutlak yenilgiyi olabildiğince geciktirmeye çalışacak kanısındayım. Bunda, geciktirmede başarılı olabilir. Ama bu yenilginin mutlak anlamda bir yenilgiye dönüşmesini engelleyebilmesi şu haliyle mümkün gözükmüyor. Şu üslûpla mümkün gözükmüyor. Son konuşmasındaki perspektifleri bir arada koyduğumuz zaman da mümkün gözükmüyor. Yine tekrar çatışmacı dile dönüş — ama bu sefer çatışmacı dili içeriden ziyade dışarıya yönelik meydan okumalar şeklinde görüyoruz. Bu pekâlâ içeriye de dönecektir. Yarın öbür gün, dışarıda kavga edilenlerin içerideki işbirlikçileri olarak birileri suçlanacaktır: Tabii ki muhalefet, ama ek olarak tabii ki AKP’den kopmaları söz konusu olan kişiler, diyelim ki Abdullah Gül, Ali Babacan, Ahmet Davutoğlu… bunlar da eğer ciddi bir kapışma olursa, ABD işbirlikçiliğiyle vs. pekâlâ suçlanabilecektir.

Burada da görüyoruz ki yine Erdoğan pozitif bir şey üretmiyor. Yine bir çatışmayı, kavgayı… Suriye’de meydan okuma, ABD’ye meydan okuma ve esas olarak olayı bir güvenlik ekseninden konuşma, milli güvenlik meselesini her şeyin önüne koyma… böyle bir dil, milliyetçi bir dil. Buna karşılık hukuk devleti, demokrasi, temel hak ve özgürlükler konusunu tamamen pas geçme. Ekonomi konusunda da son dönemde yaşanan –daha doğrusu kurun olumsuz seyretmemesinin verdiği bir cesaretle–, ekonominin iyi gittiği yolunda bir söylem var. En son faiz indirimi talimatı Merkez Bankası tarafından yerine getirildi ve bundan çok mutlu olduğunu bugün de gördük. Ve böylece, aslında ülkenin gerçekliklerinin ötesinde, tabii ki elindeki güçleri de kullanarak, medya gücünü de kullanarak ülke gerçeklerinin tam anlamıyla gündeme gelmesi yerine, birtakım gerçeklerin üzerinin örtülmesi, çarpıtılması üzerinden bir süre daha gideceğe benziyoruz. Ama bu partiler kurulursa –başta Ali Babacan’ınki, ardından Ahmet Davutoğlu’nun partileri kurulursa–, buralardan Erdoğan’a içeriden çok ciddi bir şekilde meydan okuyuşlar gelecek. Ve o zaman artık kartlar daha açık oynanacak. Ve o zaman işin rengi çok daha fazla değişecek. İşte Erdoğan bunu engellemek istiyor. Ama deminden beri anlatmaya çalıştığım gibi, ben bunu becerebileceğini açıkçası sanmıyorum.

Bitirmeden önce bir noktaya değinmeden edemeyeceğim: İki gündür Suriyeliler meselesi üzerine söylediklerim ve buna gelen tepkiler. Artık bu konuyu bir müddet konuşmak istemiyorum. Konuşmak istemememin nedeni bir şeyden yılmış falan olduğum değil. Hiç böyle bir halim olduğunu da açıkçası sanmıyorum. Ama bu olayın maalesef tartışılmasının zemininin Türkiye’de çok fazla olabildiği kanısında değilim. Çoğunlukçu dil, üsttenci dil… Yani “Güçlüyüz, haklıyız, biziz buraların sahibi!” dilinin birçok konuda olduğu gibi şimdi de bu konuda çok fazla öne çıktığını görüyorum. Ve aslında çok da fazla uğraşmaya değmez diyelim. Ama şunu da özellikle vurgulamak lâzım: Önümüzdeki günlerde Türkiye’nin siyaset gündeminin birinci maddesi –ya da birinci olmasa bile öncelikli maddelerinden birisi–, Türkiye’deki sığınmacılar, göçmenler, mülteciler, misafirler –ne derseniz deyin–, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmayan yüz binlerce, milyonlarca kişinin durumu, statüleri… bunlar etrafında ortaya çıkan sorunlar olacak. Ve Türkiye önümüzdeki dönemde tam bir normalleşmeye doğru –31 Mart ve 23 Haziran’dan sonra– tekrardan demokratikleşmeye, tekrardan hukuk devletine doğru evrildiğimiz konusunda umutlanmışken, sağ popülizmin bu konu üzerinden, Suriyeliler ya da genel olarak göçmenler, yabancılar üzerinden siyaset alanını kuşatma ihtimalinin çok ciddi bir şekilde gündemde olduğunu görüyorum. Bu üzücü bir şey. Ama Türkiye’de demokrasi isteyen kişilerin, çevrelerin, grupların bununla baş edebilme imkânı çok güçlü. Türkiye’nin böyle bir geleneği var. Türkiye’nin böyle bir gücü var. Umarım yanılmam. Evet, söyleyeceklerim bu kadar. İyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.