Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Ankara, Şam ile temasa geçmeyi daha ne kadar geciktirebilir?

Türkiye’nin dış politikası uzun bir süredir Suriye’ye kilitlenmiş, bu yüzden felç olmuş durumda. Ankara’nın Esad rejimini yıkmaya angaje olması ülkeye çok şey kaybettirdi, kaybettirmeye de devam ediyor. Ama Ankara’nın Şam ile görüşmeme, işlerini Moskova, Vaşington ve hatta Tahran üzerinden görme inadı da biteceğe benzemiyor.

Yayına hazırlayan: Gamze Elvan

Merhaba, iyi günler. Türkiye’nin dış politika gündemi uzun zamandır, belki de yıllardır Suriye’ye endekslenmiş durumda. Suriye politikasında yapılan yanlışlar Türkiye’yi bir anlamda esir almış durumda ve bunun çok ağır bir faturasını ödedik, ödüyoruz, daha da ödeyeceğe benziyoruz. Bu olayın bir yönü, Türkiye’ye gelen milyonlarca göçmen; bir başka yönü çok sayıda kayıp, çok ciddi bir masraf, askerî harekâtlar vs. şunlar bunlar ve hâlâ Türkiye Suriye konusunda önünü görebilen bir ülke değil. Bugün Cumhurbaşkanı Erdoğan yine Putin’le buluştu Rusya’da ve gündem maddesinin, esas gündem maddesinin öncelikle Suriye olduğunu biliyoruz. Suriye’de İdlib bir gündem maddesi, önemli bir olay; ama bir diğeri de Fırat’ın doğusu diye adlandırılan bölgede Türkiye ile Amerika Birleşik Devletleri’nin (ABD) beraber kuracaklarını söyledikleri güvenli bölge meselesi. Ama burada şu dikkat çekiyor: Türkiye’nin Suriye gündemiyle ilgili peş peşe sorunlar, gelişmelerde çok yoğun bir diplomatik trafik görüyoruz; ama şu anda gördüğünüz gibi mesela Türkiye, İran’la beraber oluyor, Rusya’yla beraber oluyor, ortak zirveler gerçekleştiriyor; ya da Türkiye, ABD’yle konuşuyor, şu anda gördüğünüz Ruhani ve Putin’le konuşuyor ya da Erdoğan Trump’la konuşuyor. Dışişleri Bakanı Amerikan Dışişleri Bakanı’yla, İran Dışişleri Bakanı’yla, Rus Dışişleri Bakanı’yla konuşuyor; savunma bakanları aynı şekilde birbirleriyle konuşuyorlar; ama Türkiye hâlâ Suriye’yle konuşmuyor. Suriye’yi konuşuyor, ama Suriye’yle konuşmuyor, Şam’la konuşmuyor, Beşar Esad’la konuşmuyor. Bu sürdürülebilir bir politika olmaktan çok uzun zaman önce çıktı; ama sanki bir inat gibi bir durum var ve Erdoğan yönetimi Esad yönetimini resmî olarak muhatap almamakta çok ciddi bir şekilde kararlı gözüküyor ya da hâlâ bu kararlılığını sürdürme iddiasında. Esad cephesinden yapılan açıklamalarda da Türkiye’ye yönelik çok sert eleştiriler var; ancak onların bu konuda, Türkiye’yle görüşme konusunda o kadar katı olduklarına çok emin değilim. 

Bunun bir öyküsüne bakacak olursak, aslında Türkiye dış politikasında bir ifrat ve tefrit yaşandı Suriye konusunda. Bir zamanlar Ankara’yla Şam arasında çok ciddi bir yakınlık vardı ve Erdoğan’la Esad arasında ciddi bir yakınlık vardı; hatta aileler arasında ciddi bir yakınlık vardı. Değişik vesilelerle bir araya geliniyordu ve ortak kabineler toplanıyordu. Türkiye’nin o dönemde bir iddiası vardı; Batı dünyasının bir ölçüde dışladığı ya da dışlamak istediği Esad’ı, Batı dünyasına taşıyan bir tür mentor olma iddiası vardı, bir kolaylaştırıcı olma iddiası, arabulucu olma iddiası vardı. Hatta bu iş Suriye’yle İsrail arasında arabulucu olmaya bile varmıştı –bir ara bu iddia dillendirilmişti– ve daha sonra birdenbire, o çok yakın ilişki –ki bence yanlıştı, o yoğunlukta, bölgedeki ülkeler arasında Suriye’ye bu kadar öncelik verilmesi bence çok akıllıca bir şey değildi– Esad yönetimi öyle Türkiye’nin bağrına basacağı, her türlü eleştiriden muaf tutacağı bir yönetim değildi; ama daha sonra tefrite geldik, bu sefer de tam bir kopukluk yaşandı; Esad’ın adı “Esed” oldu ve her türlü bağ kopartıldı. Uzun bir süre böyle sürdü, yakın zamanlarda Cumhurbaşkanı Sözcüsü İbrahim Kalın ve başkalarının arada sırada telaffuz ettikleri, “İstihbarat servisleri arasında birtakım temaslar olabilir” noktasına ancak gelebildik; hâlâ onun ötesine gidilebilmiş durumda değil. Muhakkak birtakım görüşmeler, kapalı olarak yapılıyordur alt düzeyde ya da birtakım aracılarla görüşmeler yapılıyordur. Bu devletler arasında olur; ancak Esad’a karşı, Esad yönetimine karşı, Suriye yönetimine karşı bu tavırla gidilebilecek hiçbir yer yok. Örneğin en son olarak Hulusi Akar İdlib’le ilgili şöyle bir açıklama yaptı — mealen hatırladığım kadarıyla söyleyeceğim: “Rusya ile o kadar görüşüyoruz, ama hâlâ Şam’ın rejim ordusu rahatsız ediyor”. Yani burada muhatap Şam, ama görüşülen yer Moskova artık, ya da kimi durumda görüşülen yer Tahran. Türkiye’nin bölgede hep bir iddiası olan –hâlâ her şeye rağmen belli bir iddiası var– Türkiye’nin Suriye’yle ilgili görüşmelerinde, Suriye’yle ilgili politikalarında, Suriye yönetimini yokmuş gibi yapmasının artık hiçbir iler tutar tarafı yok. Baştan zaten rejimi yıkmaya bu kadar angaje olması yanlıştı. O tarihte beraber yola çıktıklarıyla şu anda beraber hareket ettikleri arasında 180 derece fark var. O tarihte hatırlayalım: İlk başta Türkiye bir şekilde Batı’nın ama esas olan Körfez ülkelerinin desteğiyle Esad yönetimini devirip yerine Müslüman Kardeşler’in ağırlıklı olduğu bir rejim inşa etmeye çalıştı. Bunun kısa bir süre içerisinde olabileceği gibi bir heyecana kapıldılar; çünkü Mısır’da ve birçok Arap ülkesinde peşpeşe otoriter ve totaliter rejimler yıkılıyordu. Suriye’de hayde hayde yıkılır diye düşündüler, çünkü Suriye’de çoğunluğu oluşturan Sünnilerin Müslüman Kardeşler ve diğer yapılar aracılığıyla böyle bir gücünün olduğu kanısındaydılar; ama kısa bir süre içerisinde bunun olamayacağı ortaya çıktı. Bu sefer Cihadcılar güçlendi ve Türkiye’nin de o tarihte müttefikleriyle beraber Cihadcılara belli bir destek ve tolerans gösterdiğini biliyoruz. 

Sonra hikâye tamamen bir kâbusa dönüştü, özellikle Türkiye açısından. Çünkü belli bir tarihten itibaren önce İran, ardından Rusya bu müttefiklerini yedirmeme konusunda çok aktif pozisyonlara girdiler ve yaptıkları yatırımın karşılığını aldılar; orada destekledikleri Esad yönetimi varlığını sürdürdü. Şimdi ülkenin neredeyse her bölümünü kontrol ediyor — neredeyse diyorum, geride kalan yerlerde hâlâ sorunlar var ve sorunlu olan yerlerin büyük bir kısmında Türkiye’nin bir iddiası var. Ülkenin kuzeyinde Türkiye’nin kontrol ettiği bölgeler var, Türkiye’nin Fırat’ın doğusunu kontrol etme, en azından oradan kendisine gelebilecek birtakım saldırıları bertaraf etmek için bir güvenli bölge oluşturma gibi bir iddiası var ve de İdlib’de varolan rejim karşıtı güçlerin bir şekilde Türkiye’yle olan ilişkisi var. Dolayısıyla Esad’ın şu anda, Şam yönetiminin, kontrol edemediği topraklarının büyük bir çoğunluğunda Türkiye’nin bir dahli var. Bu sürdürülebilir bir politika değil yani; Fırat’ın doğusunu ABD’yle, İdlib’i Rusya’yla konuşarak ya da Suriye’nin kuzeyindeki PYD/YPG egemenliğini kırmak için gerek Rusya’yla gerek kimi durumda ABD’yle işbirliği yaparak politika yürütmeye belli bir yerde son vermek durumunda kalacak. Ve Türkiye’nin de bu gerçekle artık belli bir aşamada yüzleşmesi gerekecek; daha doğrusu bunu daha fazla erteleyebileceğini sanmıyorum. Bu inatla Türkiye’nin gelebileceği bir yer yok. 

Benzer bir inadı Türkiye Mısır’la yapıyor ve bunun da çok ciddi bir faturası var. Tabii ki orada Mursi yönetimini, Müslüman Kardeşler yönetimini deviren Sisi’ye karşı bir tavır almasında yanlış bir şey yoktu; ama tüm dünya neredeyse Mısır yönetimiyle bir şekilde ilişkiler geliştirirken, Arap dünyasının en önemli gücüyle Türkiye’nin hiçbir resmî ilişkisinin olmaması belli bir yerden sonra çok ciddi siyasî, stratejik ve kimi durumda da ekonomik sıkıntı yaratıyor. Buralarda bu inatlaşma, bu pozisyonları koruma ısrarının faturası ağır oluyor Ankara’ya. Buralarda yapılanların hemen hemen hepsinde, bu faturanın ağır olmasının en temel nedeni –baştan Mısır’da da böyleydi, tabii ki darbeye karşı çıkmak doğru bir hareketti ama– başta Müslüman Kardeşler yönetiminin, Mursi yönetiminin diğer toplumsal güçleri iktidardan dışlama politikasına karşı pozisyon alması gerekirdi Türkiye’nin; orada bir nevi hâmilik isteyen Ankara’nın ve Erdoğan’ın bu konularda aktif bir şekilde uyarıcı olması gerekirdi. Ve sonra bu iktidarı tekeline alma gayretinin darbeye zemin oluşturduğunu çok geç de olsa fark ettiler, ama iş işten geçmişti. Esas sorunumuz, Suriye’de Türkiye çok ciddi bir hata yaptı. Bu hatanın birinci derecede sorumlularından birisi tabii ki Ahmet Davutoğlu — onun Esad’la yaptığı saatlerce süren görüşmenin bir tür dönüm noktası olduğunu biliyoruz. O görüşmede neler konuşulduğu hakkında elimizde çok fazla bilgi yok. Hani Ahmet Davutoğlu’nun geçen Sakarya konuşmasında söylediği gibi, tarih bunları yazdığı zaman, o sayfalar ortaya çıktığı zaman belki öğrenebileceğiz, ama oradan itibaren Ankara, çok ciddi hesap hataları yaptı: 

  1. Kendi gücünü abarttı 
  2. Muhalif güçleri abarttı 
  3. Esad yönetiminin ve destekçilerinin gücünü de tersine abarttı yani küçümsedi, küçümsedi ve çok ciddi bir şekilde bir fiyaskoyla sonuçlandı. 

Bu fiyaskonun bedelini hep birlikte ödüyoruz ve artık bunun bir son bulması gerekiyor. Bunun son bulmasının tek yolu da bence artık Ankara’yla Şam arasında resmî ilişkilerin –düzeyi olur bilmiyorum ama– bir şekilde başlaması, büyükelçiliklerin aktif olarak görev yapması ve birtakım resmî temasların da yapılması artık şart. Bu hem Türkiye’de yaşayan Suriyeli göçmenlerin geleceği açısından da önemli, hem orada Suriye halkının ve Türkiye’nin geleceği açısından da önemli. Bu hâlâ yok sayma tavrıyla, daha ödeyeceğimiz çok faturalar olacaktır.

Şu haliyle gördüğüm kadarıyla Erdoğan buna yanaşmak istemiyor; çünkü çok ciddi bir şekilde köprüleri atmıştı. Ama biliyoruz ki geçmişte köprüleri attığı birçok kurumla, odakla ilişkiler kurabilmiş bir pragmatizme sahip Erdoğan; belki bu en sonuncu yapacağı şey olacaktır ama bunu yapmak zorunda. Erdoğan ve Esad arasında olmasa bile, Türkiye’yle Suriye arasında bu iki uzun sınırın, en geniş sınırın olduğu ülkeyle Türkiye’nin artık resmî olarak yok sayma gibi bir lüksü kesinlikle olamaz — olmamalıydı, o eski namaz kılmalar vs. 24 saatte bir uçtan öteki uca gitmeler masallarını bize anlatanların sesi ne zamandır hiç çıkmıyor, kimse de bunları üstüne alınmıyor. Ama o günleri çok iyi biliyoruz; o günler nasıl coşkulu bir şekilde hep birlikte Suriye kalesinin de yıkılacağı beklentisi içerisindeydi, çok ilginç birbirinden farklı kesimler burada büyük bir heyecan içerisinde Suriye’de Esad yönetiminin devrilmesini bekliyordu, o günlerin gazetelerini vs. karıştırdığınız zaman görürsünüz. Sadece AKP yöneticileri değil; ona şu ya da bu şekilde destek veren farklı farklı kesimlerde çok ciddi bir koalisyon oluşmuştu. Şimdi tabii o koalisyonun yerinde yeller esiyor ve Türkiye’nin Suriye politikası da tamamen köklü bir şekilde değişmiş durumda. Bir tek istisna var, o da Esad’la görüşmemek. Yani Ruhani’yle görüşüp, Putin’le görüşüp, onlarla konuşup, Esad’la ve Suriye’yi yönetenlerle görüşmemenin hiç akıl alır bir hali yok. 

Evet, çok tekrarlamak istemiyorum, bunun bir an önce son bulması herkes için en hayırlısı olacaktır. Bu kadar gecikmiş olması bile başlı başına çok büyük bir fecaatti, büyük bir yanılgı. 

Suriye üzerine söylediklerimi tamamladıktan sonra bir not düşmek istiyorum: Birincisi bugün görenler olmuştur, cezaevinde uzun süredir yatan Mümtazer Türköne ile bir söyleşi yaptım, onu yayınladım ve orada Mümtazer birçok konudan söz etti. Tabii burada her zaman olduğu gibi şunu gördük: Fethullahçılar, yurtdışında kaçak bir şekilde yaşayan insanlar kendileri yüzünden yıllarca cezaevinde yatan bir akademisyenin, bir aydının üzerinden tekrar propaganda yapmaya çalışıyorlar. İflah olmaz insanlar bunlar. Ne diyeyim? Yani onu özellikle bir şikâyet olarak dile getirmek istiyorum, ama kendilerini doğrudan muhatap almaya gerek yok. Ancak şunu da görüyoruz ki; bunların suiistimal etme alışkanlığından kurtulmaları diye bir şey söz konusu olamayacak, hep böyle başkalarının sırtından, başkalarını kendilerine kalkan yaparak o ne idüğü belirsiz –aslında belirli– davalarını sürdürmek istiyorlar, böyle bir şeyleri var, alışkanlıklarını devam ettirdiklerini bir kere daha bu vesileyle gördüm. 

Bir diğer notum da, dün yaptığım Ahmet Davutoğlu yayınıyla ilgili olarak, şimdi şöyle bir husus var: Orada 20 saniyelik ya da yarım dakikalık ya da bir dakikalık bir bölümü alarak Ahmet Davutoğlu’nun çok büyük ifşalara hazırlandığı yolunda kendilerini bir şekilde kandırdı insanlar ve bunun üzerinden bayağı bir gürültü kopardılar. Ama sadece ben değil, –yayında da söyledim– birçok başka yazar da aslında bunun böyle olmadığını, Ahmet Davutoğlu’nun o döneme “karanlık dönem” falan demediğini, tam tersine o dönemden gurur duyduğunu ve kendisinin bunun sahibi olduğunu söylüyor. Yani o insanların kastettiğinin tam tersi bir durum var. Bunu gazeteci olarak İrfan Aktan yaptı, Yıldıray Oğur, onlardan da istifade ederek ben de yaptım. Bunu bazı insanların kalkıp Ahmet Davutoğlu’nu aklama falan olarak sunmasının nasıl bir dünyada ve Türkiye’de ve nasıl bir enformasyon çağında yaşadığımızı gösteriyor. Burada aklama diye bir şey yok; tam tersine, o dönem bence karanlık bir dönemdir ve Ahmet Davutoğlu’nun bu karanlık dönemden övünçle çıkıyor olması bence yanlış bir şeydir, yani utanılacak bir şeydir. Ama Davutoğlu gayet sakin bir şekilde, çok iyi bir şey yapmış gibi, “O dönemin gerçek sahibi benim” diyor. Eleştirilecek bir şey varsa bence eleştirilmesi gereken budur; ama işin garip tarafı bunun böyle olduğunu söylediğimiz için biz Ahmet Davutoğlu’nu aklamak, vs. yapmakla eleştirilir olduk. Yani Ahmet Davutoğlu eğer benim sahip çıkmama kadar düştüyse herhalde hali hiç de iyi değil. Allah kimseyi bana muhtaç etmesin diyeyim. 

Evet, söyleyeceklerim bu kadar, iyi günler

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.