Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Cemaatlerin para muslukları kesilince…

İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu, bazı İslami vakıflara verilen yüz milyonlarca lira desteği kestiklerini ve devredilmiş olan taşınmazları da geri alacaklarını açıkladı. Bu adım, kaderlerini siyasi iktidarlara endekslemiş olan cemaatler için ciddi bir krizin işareti.

Yayına hazırlayan: Şükran Şençekiçer

Merhaba, iyi günler. 1980’li yılların ortalarına doğru Türkiye’ye “sivil toplum” kavramı girdi. O tarihte bu kavramı Türkiye’ye sol entelektüeller taşımıştı. Bununla beraber başka kavramlar da girdi. Ama en kullanışlısı, en kullanılanı ve kalıcı olanı “sivil toplum” oldu. Ve o tarihten sonra da sivil toplumun ne olduğu, ne olmadığı, nelerin sivil toplum kuruluşu sayılabileceği, nelerin sayılamayacağı tartışmasını da Türkiye hep bir şekilde yapıyor. Bu aslında dünyada yapılan bir tartışma, ama biz de ülkemizde bunu yapıyoruz. Ve belli bir tarihten itibaren, özellikle 1980’lerin ortalarından itibaren Türkiye’de İslâmî hareketin yükselişe geçmesi ile beraber, ya da bu yükselişin görünürleşmesiyle beraber, Sünnî İslâmî cemaatlerin de sivil toplum kuruluşu olup olmadıkları ciddi bir şekilde tartışıldı. Değişik değişik argümanlar ileri sürüldü — ki o tartışmalarda Şerif Mardin Hoca’nın merkez-çevre ilişkileri makalesinin çok önemli bir yer tuttuğunu da vurgulamak lâzım. O tarihlerde henüz Türkiye’de cemaatler –Sünnî cemaatlerden bahsediyorum– merkezde değillerdi. Kimilerinin merkezle değişik şekillerde ilişkileri vardı. Ama bu ilişkiler genellikle örtülü, gizli ilişkilerdi. Ama büyük ölçüde bunlar çevrede duran hareketlerdi. Ve esas olarak kendi yağlarıyla kavrulan hareketlerdi. Özellikle eğitim alanında –ki bu eğitimin başında dinî eğitim geliyor, ama sadece dinî eğitim değil–, ortaokul ve yüksekokul öğrencilerine yönelik olarak dershane, yatakhane yani pansiyon, burs gibi imkânlar sağlıyorlardı. Buralardan yetişen gençlerin hepsi olmasa da bazıları o cemaatlerin daha sonraki taşıyıcıları oluyordu. Böyle bir sirkülasyon vardı. Ve bu cemaatlerin kendi yağlarıyla kavruluyor olmaları, onların bir sivil toplum kurumu olarak görülüp görülmemesinde önemli bir unsurdu. Ama sivil toplum kuruluşu olmanın diğer birçok özelliklerinden mahrum oldukları da biliniyordu. Özellikle şeffaflık, hesap verebilirlik — ki onlar da bunu önlerine çıkartılan yasal engellerle izah etmeye çalışıyorlardı. Çünkü o tarihte –ve hâlâ daha öyle–, Türkiye’de tekke ve zaviyelerin kapatılmasına dair kanun nedeniyle bu cemaatlerin hemen hemen hepsi yasaya aykırı hareket ediyorlardı, varlık gösteriyorlar. Ama daha önceki yayınlarda da tartıştığımız gibi, yasal olmasalar da meşrular, aleniler. Bu ilginç bir durum olarak karşımıza çıkıyor. Ama bu cemaatlerin, özellikle 80’li yıllarda –ki daha önceki yıllarda daha bârizdi bu– en önemli özelliği olan kendi yağlarıylakavrulma, kendi bağlıları ve destekçilerinin destekleriyle varlıklarını sürdürmek olgusundan ciddi bir şekilde AKP iktidarıyla birlikte uzaklaşmaya başladık. Ve cemaatler –tabii ki AKP iktidarına ve tabii ki Erdoğan’a biat eden cemaatler–, onun çizdiği sınırlar içerisinde kalan yapılar, devlet imkânlarından çok geniş bir şekilde yararlandırıldılar. Bunun sonucunda da alabildiğine güçlendiler. Eskiden 100 öğrenciye burs veriyorlarsa artık 1000 öğrenci vermeye, eskiden 10 tane yurtları varsa şimdi 100 tane yurtları olmaya başladı. Ama onun ötesinde de tabii cemaatlerin önemli bir bölümü, hepsi olmasa bile büyük bir kısmı bu tür eğitim vs. gibi –hizmet diyelim– faaliyetlerine ek olarak çok ciddi bir şekilde ekonomik faaliyetler, ticarî faaliyetler yürütür oldular. Ve bir anlamda holdingleştiler. Holdingleşmenin ilk örneklerinden birisi Nakşibendiliğin İskenderpaşa Cemaati idi. Ve onların holdingleşmesi daha AKP iktidarından çok öncesinde başlayan bir süreçti. Prof. Mahmud Esad Coşan döneminde bu cemaat, bu yapı önce medyada, daha sonra eğitim alanında ve başka başka, sağlık, turizm gibi alanlarda şirketler kurarak ilk holdingleşen cemaatlerden birisiydi. Ama 28 Şubat sürecinden sonra çok ciddi bir krize girdiler. Esad Coşan zaten ülkeyi terk etti, Avustralya’ya yerleşti. Orada da bir trafik kazasında hayatını kaybetti ve o güçlü cemaat belki de erken davrandığı için çok ciddi bir krizin içerisine girdi. Ve şu anda Türkiye’de varlığını sürdürse de o kadar etkili bir cemaat yapısı arz etmiyor. Ama AKP ile beraber yaşanan gelişme, AKP iktidarı ile beraber yaşanan devletle iç içe geçmenin sonucunda birçok grup, birçok cemaat bu tarihten itibaren, 2002’den sonra, hemen olmasa da adım adım, çok ciddi bir şekilde güçlendi. Ama bu güçlenme kof bir güçlenmeydi. Ekonomide, iktisatta söylenen, şirketler için söylenen öz sermaye ve kredi meselesini buraya bir şekilde uyarlayabiliriz. Kendi öz sermayesi ile yol alan cemaatlerin yerini devletin açtığı kredi musluklarından sonuna kadar yararlanan ve bu nedenle de alabildiğine hormonlu bir şekilde büyüyen cemaatler olayı ile karşı karşıya kaldık. Ve şimdi büyükşehir belediyelerinde, özellikle 31 Mart ve İstanbul için 23 Haziran’dan sonra yaşanan şok yenilgi, AKP’nin yaşadığı şok yenilginin ardından görüyoruz ki bu cemaatler de ani bir krizin içerisine doğru savruluyorlar. Bu aslında görünen bir şeydi, bilinen bir şeydi. Burada yaptığımız yayınlarda bu konuya dikkat çekmiştik. Ve nitekim özellikle 23 Haziran seçimleri öncesinde, İstanbul seçimleri öncesinde birtakım Nakşi cemaatlerinin ve onların sözcülerinin alenen Binali Yıldırım lehine propaganda yapıyor olmalarının bir tür harakiri olduğunu söylemiştik. Nitekim öyle de oldu. O kadar açık bir şekilde tavır almalarının nedeni bir anlamda mecburiyettendi. Çünkü o zamana kadar bu yapılara veren devlet, veren siyasi iktidar onlardan sadakatlerini göstermelerini, zor zamanda göstermelerini istemişti. Onlar da gösterdiler. Ve sonuçta Binali Yıldırım’la beraber, Tayyip Erdoğan’la beraber onlar da kaybedenler safında yerlerini aldılar. Şimdi işte bu kayıpları görmeye başlıyoruz. İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu geçen yaptığı açıklamada bazı vakıflara aktarılan milyonlarca liranın artık kesildiğini ve bazı vakıflara aktarılmış olan taşınmazlarla ilgili protokollerin gözden geçirileceğini ve bunların geri alınacağını açıkladı ve İstanbul’da bildiğimiz bu olay başka yerlere de taşabilir. Çok ciddi bir şekilde o yapıların ciddi krize girmesine yol açtı bu. Krizin sonuçlarını hemen görmek belki mümkün olmayabilir. Ama orta ve uzun vadede bunu çok ciddi bir şekilde yaşayacaklarını kestirmek güç değil.

Burada sadece belediyenin kestiği yardımların ya da desteklerin –adı her neyse–, sadece İslâmî cemaatlerin, birtakım Nakşi ve benzeri cemaatlerin vakıfları değil, aynı zamanda son dönemde AKP iktidarı tarafından kurdurulan ve genellikle de Erdoğan ailesinin şu ya da bu şekilde denetlediği vakıflar da söz konusu. Onlar da tabii ilginç bir olay olarak karşımıza çıkıyor. Erdoğan bir taraftan kendisine bağlı olan, tâbi olmayı kabul eden cemaatlerin önünü açarken, diğer taraftan kendisinin doğrudan denetiminde olan bir cemaatleşmeye doğru da gitti. Ve bu anlamda da birtakım vakıflar AKP iktidarı döneminde ortaya çıktı. Ve bu vakıfların önü alabildiğine açıldı. Özellikle öğrencilere yönelik faaliyetlerinde, yurt açmada, burs vermede Erdoğan döneminde, Erdoğan ailesinin bir şekilde etkili olduğu vakıfların çok hızlı geliştiklerini görüyoruz. İmamoğlu’nun açıklamasında gördüğümüz gibi bunların en önemli gelir kaynaklarından birisi de belediyeler. Normal şartlarda belediyelerin vakıflarla, sivil toplum kuruluşlarıyla işbirliği yapması, kaynaklarını onlarla paylaşması tüm dünyada çok normal şeylerdir, anlaşılır şeylerdir. Ama bunun birtakım kıstasları vardır. Bir kere çoğulcu olmak gerekir. Yani belediyelerin herkese, toplumun farklı kesimlerinden faaliyet gösteren sivil toplum kuruluşları ile böyle bir şey yapması gerekir. İkincisi, bu kurumların yaptığı faaliyetlerin gerçekten ayrım gözetmeksizin çoğulcu bir perspektifte olması gerekir vs. vs.. Bu örneğe baktığımız zaman hiç de bunu görmüyoruz. Hep birbirine benzeyen vakıflara aktarılmış paralar ve o vakıflarda kendileri gibi olan insanlara, kendi hinterland’ları içerisindeki, kendi kıta sahanlığı içerisindeki insanlara bir bağımlılık ilişkisiyle sundukları birtakım hizmetler söz konusu. Şimdi belediye iktidarlarının özellikle büyükşehirlerde gitmesiyle beraber, bu faaliyetlerin çok ciddi bir şekilde sekteye uğrayacağını görüyoruz. Ama bu tek başına, başlı başına çok önemli bir husus. Yani bu para musluklarının kesilmeye başlaması birçok cemaati çok ciddi bir şekilde zorlayacaktır. Kendi ayakları üzerinde duran, kendi öz kaynaklarıyla, kendi bağlılarının destekleriyle ayakta duran az sayıdaki gruba olumsuz etkisi çok olmayacaktır. Ama özellikle son dönemde Erdoğan iktidarı tarafından kayırılmış olan ve buna bağlı olarak da alabildiğine gelişmiş olan yapılar şimdi gerçekten neye uğradıklarını şaşırmış bir hale düşüyorlar. Ve eski durumlarına dönmede epey zorlanacaklardır. Büyük bir çöküntüyü beraber yaşayacaklardır. Ama öte yandan zaten bir başka husus vardı. Olayın ekonomik yönü dışında çok ciddi bir siyasî boyutu vardı. Bazı cemaatler –ki büyük bir çoğunluğu bunu yaptı–, siyasî iktidarla olan mesafelerini kaybetmekle ve siyasî iktidara bu kadar râm olmakla, ona bu kadar tâbi olmakla zaten kendi bağımsızlıklarını feda ettiler. Ve bunun sonucu olarak da kaderlerini bu iktidara endekslemiş oldular. İktidarın yaşadığı kriz onların krizi oldu, olmaya başladı. Ve şu anda Erdoğan’a yöneltilen eleştirilerin hepsinden bir şekilde nasiplerini alıyorlar. Diyelim ki ekonomik kriz yaşıyoruz. Cemaatlerin kalkıp, bazı İslâmî grupların, iktidarla bu kadar içli dışlı olmuş İslâmî grupların kalkıp “Bizimle hiçbir alâkası yok” deme şansları kalmadı. Çünkü yakın bir zamana kadar iktidara tam anlamıyla kalkan olmuşlardı.

Çok ciddi bir krizle karşı karşıyalar. Ve bu krizin iktidarın kriziyle beraber daha da derinleşeceğini ama belediyelerin, büyükşehir belediyelerinin bu yapılara sunduğu imkânların kapanmasıyla beraber zaten şu anda çok ciddi bir ekonomik krizin başlamakta olduğunu görüyoruz. Bununla nasıl baş edecekler açıkçası bilmiyorum. Demin de söylediğim gibi eski hallerine dönmeye çalışacaklardır. Yine şirket ağzı ile konuşalım — madem ki holdingleşmiş yapılardan bahsediyoruz: Küçülmeye çalışacaklardır, daha profesyonel olmaya çalışacaklardır; daha bir yönetilebilir mekanizmalara dönüşmeye çalışacaklardır. Ama bütün bunları yaparken de tabii kendilerinin en önemli ayrıcalığı olan –diyelim ki tarikatlar söz konusuysa–, İslam tasavvufunun tarihsel deneyiminden büyük ölçüde arınmış olacaklar. Zaten o tarihselliği taşıyabilen yapı günümüz Türkiye’sinde pek kalmadı. Ondan iyice arınmış olacaklar. Ve sıradan, modern zamanın ya da postmodern zamanın İslam tasavvufu ya da İslam görünümlü aktörleri ve kurumları olacaklar. Bu sivil toplum kurumlarıyla ilgili, öteden beri dünyada, literatürde bir NGO, non-governmental organisation denir, yani hükümet dışı kuruluşlar denir. Bir de yanılmıyorsam GONGO, government organized non-governmental organisation, yani devlet destekli, hükümet destekli hükümet dışı kurumlar diye bir kavram. Bu çok kullanılan bir kavram. Kendilerini hükümet dışı gösteren, sivil toplum kuruluşu gösteren, ama esas kaynakları hükümetlerden gelen ve faaliyetlerinin de esas amacı hükümetleri gözetmek, kayırmak olan yapılar söz konusu. Türkiye’de de bunlardan çok sayıda var. Bunları özellikle referandum önceleri ya da seçim önceleri billboardlara astıkları ilanlarda görürsünüz. Sivil toplum inisiyatifi vs. gibi isimlerle gazetelere verdikleri ilanlarda görürsünüz. Sadece seçimden seçime varlık gösterir bunlar. Ama altlarında bir yığın kurumun da imzası vardır. Ve burada baktığınız zaman da bunların hükümet dışı olmadıklarını nereden anlarsınız? En azından desteklerinin zaten iktidara olmasından anlarsınız. Normal şartlarda dünyanın her ülkesinde hükümetler kendilerine yakın böyle birtakım kurumlar falan organize ederler ve onları toplumsal alanda kendi aktörleri olarak kullanmak isterler. Bu bilinen bir şey. Ancak günümüz Türkiye’sinde ve İslam dünyasına baktığımız zaman tarikat gibi yapıların tarihsel bir geleneği var. Hükümetlerden vs.’den çok daha eski geleneklerin günümüze sirayet etmiş halleri. Onların bütün bu kendi tarihsel deneyimlerini ve zenginliklerini, miraslarını bir kenara bırakıp birtakım anlık çıkarlar için güncel siyasete bu kadar hızlı feda etmelerinin sonucunu çok ciddi bir şekilde, faturasını çok ciddi bir şekilde ödemeye başladılar. Belki de… belki de demek doğru değil belki de… hayırlısı diyelim, Türkiye için de hayırlısı buydu herhalde, öyle söyleyelim. Evet, söyleyeceklerim bu kadar. İyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.