KHK olayı: Kim kimi affedecek?

AKP Grup Başkanı Prof. Naci Bostancı, KHK mağdurlarına affın TBMM gündeminde olmadığını, aklanmış olsalar bile devletin şüphe duyduğu kişilere görevlerini iade etmeme hakkı olduğunu söyledi. Halbuki devletin KHK mağdurlarını affetmesinden ziyade onların affını talep etmesi gerekmiyor mu?

Yayına hazırlayan: Gamze Elvan

Merhaba, iyi günler. Türkiye’nin Kanun Hükmünde Kararname (KHK) ile işlerinden edilenler diye bir sorunu var. Devlette binlerce kişi darbe girişiminin ardından, darbe girişimi de bahane edilerek görevlerinden alındı, uzaklaştırıldı. Bu kişiler üniversitelerde, devletin değişik bakanlıklarında, müdürlüklerde, Milli Eğitim’de, Diyanet’te. Birçok yerden binlerce kişi ayıklandı devlet tarafından. Bunların büyük bir kısmı daha sonraki hukukî süreçler sonucunda aklandılar ve tabii ki haklı olarak görevlerine geri dönmeyi bekliyorlar. Ancak devlet bu konuda ısrarını büyük ölçüde sürdürüyor. Geçenlerde Adalet ve Kalkınma Partisi Grup Başkanvekili –aslında grup başkanı, çünkü doğrudan Recep Tayyip Erdoğan yerine o başkanlık ediyor– Prof. Naci Bostancı gündemlerinde KHK affı diye bir şey olmadığını söyledi ve şöyle devam etti: “Kimisine ilişkin delil bulunamamış beraat etmiş, ama devletin aklında bir şüphe kalmış. Onunla çalışmak istemiyor mesela”. Naci Bostancı’yı yıllardır tanıyan birisi olarak bu sözleri ona hiç yakıştıramadığımı söylemek isterim. “Devlet delil bulamadı, mahkemeler delil bulamadı, ama devlet hâlâ şüphelenmeye devam ediyor. Dolayısıyla bunlarla çalışmıyor, çalışmak istemiyor, affetmeyecek” şeklinde giden bir söylem. Bunun ne hukukla, ne hukuk devletiyle, ne demokrasiyle, ne insan haklarıyla, hiçbir şeyle alâkası yok. “Mahkemeler beraat ettirmiş ama bizim gözümüzde o hâlâ şüpheli, delil bulunamamış olabilir ama biz o kişiye güvenmiyoruz, devlette görev vermiyoruz” gibi, demokrasilerde ve 21. yüzyılda hiçbir şekilde geçerli olamayacak argümanlarla insanların mağduriyetine zemin hazırlıyorlar, ısrar ediyorlar. 

Tabii buradaki anahtar kelime “af” — KHK’lılara af meselesinin iktidar tarafından dile getirilmesi. Önce bir af lâfı telaffuz ediliyor, ondan sonra da affın söz konusu olmadığı söyleniyor. Burada ikili bir sorun var; birincisi, “Kim kimi affediyor?” meselesi var. Çünkü burada KHK’lıların mahkemeler tarafından aklanmış oldukları gerçeği var, dolayısıyla af gerektiren bir durum yok; tam tersine devletin yaptığı bir hatadan geri dönmesi var. Ama hata bilinçli bir şekilde yapıldığı için devlet tabii bu hatadan geri dönmek istemiyor. Bu konuda af meselesi dile getirildiği andan itibaren çok değişik ve haklı tepkiler geldi. Örneğin Gazete Duvar’da Prof. Dinçer Demirkent, “KHK’liler affedecek mi?” diye bir yazı yazdı. Benim bu yayının başlığını “Kim kimi affedecek?”diye seçerken Dinçer Hoca’dan esinlendiğimi özellikle vurgulamak isterim. O, “Esas biz sizi affedecek miyiz?” diye soruyor; gerçekten buradaki esas sorun, devletin KHK’yla görevlerinden aldığı, mağdur ettiği kişileri affetmesi diye bir şey söz konusu değil. Burada söz konusu olan bu yanlış karşısında KHK mağdurlarının devlete karşı tutumlarının ne olacağı.

Bu aslında çok eski bir tartışma. Burada dönem dönem, özellikle olağanüstü dönemlerde, dünyanın değişik yerlerinde, olağanüstü koşullarda –savaş hali olabilir ya da faşizm vs. gibi rejimler altında olabilir–, birtakım insanlar “devlet” adı altında ya da devletin işbirlikçisi olarak birtakım şeyler yapıyorlar ve daha sonra da aradan zaman geçip o sistemden çıkıldığı zaman o kişiler genellikle kendilerinin hiçbir suçu olmadığını, kendilerinin sadece emirkulu olduklarını vs. söylüyorlar. Örneğin, Barış Akademisyenleri’ne bakalım. Barış Akademisyenleri’nin önemli bir bölümü üniversitelerden atıldı ve bu atılma süreçlerinde kendi rektörleri ve yöneticileri doğrudan rol oynadı, aktif rol oynadı. Örneğin Ankara Üniversitesi’nde rektör çok aktif bir şekilde bu görevden uzaklaştırmaları gerçekleştiren kişi oldu. Şimdi bu kişilerin, atılan akademisyenlerin hepsi mahkemede beraat ediyor ve yarın öbür gün, çok geç olmayacak bir tarihte onların tekrar –eğer kendileri isterse– üniversitelere döneceğini de biliyoruz, buna eminiz. Çünkü Türkiye bu kanunsuzluğu daha fazla taşıyabilecek bir durumda değil. O gün geldiğinde, yani Türkiye’de işler değiştiğinde, o rektör ve rektörle beraber KHK’yla görevlerinden uzaklaştırılanların arkasından sevinenler, orada işbirliği yapanlar ne diyecekler? Büyük bir ihtimalle önlerine bakarak kendilerinin aslında hiçbir sorumluluklarının olmadığı, kendilerinin elinde olmadığı, koşulların böyle olduğu ve bunun dışında bir şey yapmalarının mümkün olmadığını söyleyeceklerdir. Halbuki onların çok ciddi bir şekilde sorumluluğu var. 

Bunu aslında sadece KHK olayına değil, Türkiye’de son dönemlerde yaşanan birçok olaya taşıyabiliriz: Kürt sorunundan Gezi’ye, içeri atılanlar, gazeteciler, aydınlar… Gezi Davası haftaya tekrar kaldığı yerden devam edecek. Mesela Osman Kavala dün 62. yaşgününü yine cezaevinde kutlamak durumunda kaldı. Ne diyecekler Osman Kavala’ya? Bugün Osman Kavala’nın ne kadar kötü bir insan olduğu hakkında yazıp çizenler, “Oh olsun” diyenler, ya da Osman Kavala’nın başına gelenler karşısında sessiz kalanlar –bu da aslında doğrudan bir suç ortaklığı anlamına geliyor– yarın öbür gün işler değiştiği zaman, Türkiye tekrar bir normalleşmeye girdiği zaman, ya onunla karşı karşıya gelmekten çekinecek ya da kendilerini mazur gösterecek birtakım argümanlar dile getirecekler. Bunda haklılar mı? Bu çok ciddi bir tartışma konusu. Bu yayından önce Ege Üniversitesi’nden Prof. Nilgün Toker ile bayağı bir sohbet ettim telefonda, o özellikle bu konuların üzerine çok kafa yormuş birisi. Alman düşünür Hannah Arendt’in Kötülüğün Sıradanlığı kitabında özellikle ele aldığı bir konu –ki Nilgün Hoca bu konuya çok hâkim bir isim, ondan bayağı bir istifade ettim bu yayından önce– onun vurguladığı bir husus var. Çok eski bir tartışma bu; bir dönem oluyor, mesela Almanya’dan Nazizm. Burada kim ne kadar suçlu ya da yaşananlardan sorumlu? Orada üç şeyi vurguluyor, bana söylediği kadarıyla, öne çıkan üç husus var: 

1- Sorumlu olmak. Yani Almanya’da Nazizm döneminde buna destek veren herkes, her Alman vatandaşı yaşananlardan, bütün acılardan bir şekilde sorumlu. 

2- Suçlular var. Doğrudan suçları hayata geçirenler, insanlığa karşı suçları özellikle hayata geçirenler var. 

3- Onların suç ortakları var. 

Yani üç ayrı kategori söz konusu. Mesela Nilgün Hoca dedi ki: “Şu anda öğretim üyelerinin üniversiteden atılmasına neden olan rektörler suç ortağı hükmünde”. Esas suçlu tabii ki bu KHK’ları hayata geçirenler. Bir de buna karşı sessiz kalanlar. Aslında bundan hoşlananlar da bir şekilde bunun sorumlusu. Bu eski bir tartışma, ama bugünün Türkiye’sinde de çok ciddi bir şekilde tekrar önümüze gelecek olan bir tartışma, yaşadığımız ve yaşayacağımız şeyler bunlar. Bugün her sektörde bu var; yani KHK’lılar olayı var, ama onun dışında da işlerinden olanlar var; biz gazetecilerde, medya sektöründe çok ciddi bir şekilde birçok meslektaşımız işinden oldu. Onların boşalttığı yerlere birileri üşüştü ve daha sonra sıra onlara da geldi, böyle bir çark halinde dönüp gidiyor. Ondan sonra, belli bir aşamadan sonra, bir bakıyoruz bu kişiler yavaş yavaş tonlarını değiştirmeye başlıyorlar, kendilerini bu geçmişin günahlarından vs. ayırmaya çalışıyorlar. 

Bir kişisel anımı anlatmak isterim, aslında bu konuda kişisel anım çok: Özellikle 12 Eylül döneminde askerî rejimde, askerî cezaevinde kalmış ve düzenli sistematik baskıya –ve işkenceye diyelim kabaca– maruz kalmış birisi olarak şöyle bir husus vardı — çok acıdır aslında: Bizlere karşı baskıyı subaylar, vatanî görevini yapan erlere ve erbaşlara yaptırırlardı. Bunu yapmaları için de herhalde bizim hakkımızda çok sayıda kötüleyici şeyler söylerlerdi; bizim ne kadar kötü vatan hainleri olduğumuzu söylerlerdi. Ama bir diğer husus da şunu söylediklerini anlıyorum: Bizlerin zaten ömür boyu cezaevinde çürüyeceğimizi söylüyorlardı. Yani sonuçta askerler bize saldırırken, toplu dayak atarken, işkence yaparken, bir, kötü insanlar olduğumuzu ve hak ettiğimizi düşünüyorlardı, ikincisi de zaten ömür boyu orada kalacağımız için kendi başlarına hiçbir şey gelmeyeceğini düşünüyorlardı. Ben 12 Eylül’de hapishanede erken çıkanlardandım; yaklaşık bir buçuk yıl sonra, 82 Ağustos ayında çıktım. Erken çıktığınız zaman, o size kötülük eden askerler neye uğradıklarını şaşırıyorlar; çünkü onlara sizin hayat boyu çıkmayacağınız falan gibi şeyler söylenmiş. Orada çok iyi hatırlıyorum, özellikle benimle ne alıp veremediği vardı bilmiyorum ama bana böyle özellikle kötülük yapmış olan irikıyım bir askerin, benim tahliye olduğunu gördüğü zaman bana nasıl yanaşmaya çalışıp güzel sözler vs. söylemeye çalıştığını hatırlıyorum — ben bir şey yapacağımdan değil, ama onun ne kadar korkmuş olduğunu hatırlıyorum. Çünkü insanlar bazı şeylerin, dönemlerin hayatboyu süreceğini sanıyorlar ve işbirlikçiliği yapıyorlar, suç ortaklığı yapıyorlar. Ama o dönemler pekâlâ geride kalıyor ve o zaman, o işbirliği ve suç ortaklığı içerisine giren insanlarda büyük bir telaş başlıyor. 

Bu arada, anı dedim, bir başka olsun, özellikle vurgulamak istiyorum: Askerî cezaevinde kalırken, askerlere bize kötülük yapmaları talimatı verildiği için onlar bize kötülük yaparken, bazı askerler yapmıyorlardı, imtina ediyorlardı ya da yapmak zorunda kalırlarsa da daha sonra bir şekilde risk alarak gelip özür diliyorlardı — öyle askerler, erler hatırlıyorum, çok etkileyiciydi. 19 yaşındaydım. Bu bana şunu gösterdi ki emir ne olursa olsun, siz hangi durumda olursanız olun, eğer vicdanınız varsa, insaniyet denen bir şeyden nasibinizi almışsanız, bazı şeylerden pekâlâ kendinizi uzak tutabiliyorsunuz. Yine Nilgün Hoca’nın söylediği, Birleşmiş Milletler’in bir kararı zaten var. O da, “İnsanlığa aykırı ya da yasalara aykırı talimatlara uymama hakkı” diye birşey var. Tabii ki bunlar her dönemde her ülkede kolay olmayabilir, ama şunu özellikle vurgulamak lâzım; bugün Türkiye’de yapılan hukuk dışılıklar, yasadışılıklar ve kimi zaman da insanlığa aykırı uygulamaların savunacak hiçbir tarafı yok. Dünkülerin de yoktu, bugünkülerin de yok. Bunlara bir şekilde dahil olmuş olan insanlardan hiç kimse, yarın öbür gün kalkıp “Ya, ben emirkuluydum işte” diyemez. Çok sayıda yaşadığımız örnek var; özellikle iş hayatında yaşadığımız, “Çocuğumu okutuyorum” vs. gibi gerekçelerle birçok insana yapılan haksızlıklara karşı sessiz kalan ve doğrudan ya da dolaylı bir şekilde bu yapılan haksızlıklardan nasiplenme durumunda olan insanlar var. Onlara en azından şöyle söyleyelim: Rövanşist bir perspektife kesinlikle sahip değilim –kendi şahsıma–, ama onları o vicdan azabıyla ve de tabii ki korkuyla, başlarına yarın öbür gün bir şey gelir mi, durum normalleşir Türkiye tekrar demokrasinin, hukuk devletinin hâkim olduğu bir ülke olur ve kendileri de bu nedenle dahil oldukları, ortağı oldukları suçlardan dolayı yargılanır mı endişesiyle ve varsa vicdanlarının azaplarıyla baş başa bırakmak gerekir kanısındayım. 

Evet, kim kimi affedecek? KHK’lıların affedilecek bir durumu yok, onların zaten bir suçu yok. Suçlu olmadıkları halde haksız bir şekilde onları ekmeklerinden, özgürlüklerinden ve birçok şeylerinden edenler, onları son dönemin meşhur olan lafıyla bir tür “sivil ölüm”e mahkûm edenlerin affedilmeye ihtiyacı var. O affın olup olmayacağını karar verecek olan esas merci de tabii ki bir derecede, öncelikle onların mağdur ettiği kişiler olacaktır. 

Evet, söyleyeceklerim bu kadar. İyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.