Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Georges Corm: Lübnanlı bir entelektüelin öyküsü

1940’ta doğan hukukçu, siyasetbilimci ve iktisatçı, Lübnan’ın eski maliye bakanı Georges Corm, Ortadoğu’nun çalkantılı on yıllarından geçip gelmiş biri. Corm, bölgenin tarihi ve yaşadığı çok sayıda çatışma üzerine zengin çalışmalar üretti. Corm ile Sylvain Mercadier’nin yaptığı ve 25 Eylül 2019’da yayınlanan söyleşiyi Haldun Bayrı çevirdi.

Georges Corm

Yetişmeniz sırasında sizi etkilemiş olan faktörler, olaylar ve düşünce akımları neler?

İlk aşama Kahire’deki Cizvit papazlarının yanında aldığım nitelikli ortaöğrenim olmuştu; sonra da Paris’te Siyasî Etüdler Enstitüsü’nde (Institut d’études politiques) ve Hukuk ve İktisadî Bilimler Fakültesi’nde gördüğüm öğrenim oldu. Fransız kültürü ve Avrupa düşünce akımlarının, daha sonra da çok sayıda reformcu Arap düşünürün etkisi altında büyüdüm.

Paris’teki öğrenimimden sonra Lübnan’a dönünce, Lübnan’da iktidarın topluluklar arasında bölüşümü hâdisesinin tarihî kökenlerini araştırmaya karar verdim ve dört yıllık doktora çalışmalarım sırasında yaptım bunu. O da beni, İlkçağ’ın “Pagan” rejimlerinden, yani tanrıların çok olduğu bir zamandan, Paganizmi çoğu zaman zorla yok edecek olan müteakip üç tektanrılı dinin zaferine kadar, zamanda bir yolculuk yapmaya götürdü. Daha sonra İbrahimî dinlerin büyük uzmanı Youakim Moubarac’ın çalışmalarını, özellikle de “İslam-Hıristiyan Pentalojisi”ni (Pentalogie islamo-chrétienne) keşfettim. Moubarac aynı zamanda ilk kiliselerin tarihi üzerine de derin bilgi sahibiydi.

Dönemindeki doğu kiliselerinin muhafazakârlığına nazaran putkırıcı bir düşünür olan Moubarac, Filistin kurtuluş hareketine verdiği destekle göze çarpıyordu. 1969’da Beyrut’ta, solcu bir Hıristiyan ve simge değerinde bir haftalık derginin, Témoignage Chrétien’in yöneticisi George Montaron’un düzenlediği –benim de davetli olduğum– Filistin İçin Hıristiyanlar Kongresi’nde Montaron’la ve o kolokyumda hazır bulunan FKÖ’nün seçkin mensubu Pierre Chaulet ile tanıştım.

Entelektüel güzergâhım, kaynağını Platon, G.W.F. Hegel ve Karl Marx’ta aramak gerektiğini düşündüğü totaliter düşünceyi kınayan Karl Popper okumalarımdan güçlü biçimde etkilendi. Hannah Arendt’in düşüncesinden, özellikle de onun emperyalizm üzerine ve ihanete uğrayan Amerikan devrimi üzerine çalışmalarından çok etkilendim; tabii bu arada harıl harıl çok sayıda eleştirel Arap düşünürü ve elbette İbn Haldun’u okuyordum.

1950’li yıllarda Mısır’da yaşamış olduğumdan, Nâsırcı akıma çok duyarlıydım. Cemal Abdül Nâsır’ın anti-emperyalist söylemi beni hayli cezbetmişti ve 26 Temmuz 1956’da Süveyş Kanalı Şirketi’nin millîleştirilmesinden sonra Mısır’a Fransız-İngiliz ve İsrail saldırısı beni hayli isyan ettirmişti. Emperyalizmin ne olduğunu, onun şiddetini ve verdiği zararları sahada yaşayarak gördüm. Kaldı ki Arap dünyasında o dönemdeki ilerici, egemenlikçi ve laikleştirici hareketliliğin, Soğuk Savaş sırasında sosyalizme yönelen farklı Arap milliyetçiliği biçimlerinin ilerlemelerine son vermek için Arap toplumlarında bir “yeniden İslamîleşme”den yana olan Batı politikalarına kurban gitmiş olması üzücüdür.

“Arap Dünyasında Düşünce ve Siyaset” (Pensée et politique dans le monde arabe) adlı çalışmanızda, onlarca Arap düşünürünün çalışmalarını ve düşüncelerini tekrar ortaya çıkarıyorsunuz. Bu düşünürlerin Batı’da hiç tanınmaması nasıl açıklanabilir?

“Hiç tanınmaması” demezdim ben. Mısırlı iktisatçı Samir Amin, ya da başka bir alanda, Arap tarih bilincinin evrim aşamalarını parlak bir şekilde tahlil etmiş olan Faslı Abdallah Laroui gibi bazıları dünya çapında tanınıyorlar. Aynı zamanda 1987’de katledilen Lübnanlı Marksist düşünür Mehdi Amel’i, ya da Arap ordularının Haziran 1967’deki yenilgisinden sonra bunu Avrupa emperyalizmine muzafferâne bir biçimde direnmiş Vietnam halkının fedakârlıklarıyla karşılaştırarak Arap toplumlarını saran mahviyatçı zihniyeti kınayan Suriyeli Yasin El-Hafız’ı da zikretmeliyim. O dönemde, bu düşünürlerin anti-emperyalist ve Filistin yanlısı Arap gençliği üzerinde güçlü bir etkileri vardı. Avrupalı şarkiyatçılar da iyi bilirdi onları.

Soğuk Savaş’ın son döneminin 1980’li yıllar boyunca özelliği, Marksist düşünceye karşı ve 1955’te Yugoslav Josip Broz Tito, Mısırlı Nâsır ve Endonezyalı Ahmed Sukarno’nun teşvikiyle Endonezya’da Bandung’da oluşan Bağlantısız Ülkeler Hareketi’ndeki pozitif tarafsızlığa karşı üç tektanrılı dinin seferber edilmeleri olacaktır. Arap ve Müslüman dünyada, önce Birleşik Krallık sonra Amerika Birleşik Devletleri, Suudi Vahhabîliğini ve onun dinî aşırılıkçılığını İslam’ın “kaide”si haline getireceklerdir; oysa 19. yüzyıl başındaki doğuşundan itibaren bütün Müslüman dünyada bu sert ve sayıklamalı doktrin bir ilhad/sapkınlık (hérésie) gibi telakkî edilmiştir. Birleşik Krallık ve ABD, yeryüzünün o sıra Üçüncü Dünya diye adlandırılan kısmında Marksist, milliyetçi ve ilerici düşünceleri geriletmenin en iyi yolu olarak göreceklerdir bunu.

Anti-emperyalist ve laik yönelimli farklı Arap milliyetçiliklerine karşı şiddetli nefretin peşinden, günümüzde büyük atılım yapan Vahhabîlik ya da cihadcılık gibi gerici ideolojilere göz yumulmasına böyle yol açmıştır Batı’daki anti-komünizm.

Ekonomi alanındaki, özellikle de kalkınma sorunları üzerine tecrübenizden bahseder misiniz?

Lübnan’da ve Cezayir’de ekonomi ve maliye alanında muhtelif görevlerde bulundum. Dünya Bankası ve Avrupa Birliği, ya da Birleşmiş Milletler’e bağlı bazı uzmanlık kurumlarının da içinde bulunduğu çok sayıda uluslararası kuruluşa danışmanlık yaptım. Bu görevler, çok sayıda ülkedeki saha bilgilerimi geliştirmemi sağladı — ki benim için çok zenginleştirici olmuştur bu. Üstelik, Cezayir’le ayrıcalıklı ilişki de bana kaydadeğer biçimde zenginlik katmıştır. Bu ülke ikinci vatanım haline geldi.

Ekonomideki tecrübemle çıkardığım sonuçların biri, hammaddelerle, özellikle de enerjiyle üretilen rantın neredeyse kaçınılmaz bir biçimde handikapa dönüşmesidir. Teknolojileri edinmek için toplumun buna ihtiyaç duyması gerektiğini düşünüyorum. Oysa bir rant toplumunda böyle bir durum olamamaktadır.

İslam sorunları üzerine odaklanan Batılı yazarların çalışmalarını düzenli bir biçimde eleştiriyorsunuz…

Evet. İslam saplantısı yeni bir moda. Gençliğimde, Mülkiye’de (Science Po) okuduğum zaman, sonra da doktoramı yaparken bütün bunlar yoktu. En büyük entelektüel çehreler Jean-Paul Sartre ve Raymond Aron idi. General de Gaulle iktidara dönmüştü. Bir asırdan fazla bir zaman önce Ernest Renan’ın Araplar’da tecessüm ettiğini düşündüğü “Sâmî ruhunun ağırlığı”ndan söz ederek ele aldığı bu sorunları tekrar ortaya çıkartan Samuel Huntington oldu.

Huntington’dan önce parlamış tüm bir şarkiyatçı aydınlar nesli olmuştur. Özellikle, kaydadeğer bir çalışma olup İslam karşısında Batı’daki kavramsal yalpalamaları ele alan Batı’yı Büyüleyen İslam’ın (çev.: Cemil Meriç, Pınar Yay., 1. Baskı 2003; Fr: La Fascination de l’islam) yazarı Maxime Rodinson vardır. Vahhabiliğin henüz İslam’ın mütehakkim biçimi haline gelmediği dönemde durum bambaşkaydı. Fakat akabinde, etkileyici bir petrol rezervini, dolayısıyla devâsâ mâlî imkânları elinde tutan Suudi Arabistan, Müslüman dinine aşırılıkçı yaklaşımını bütün dünyaya dayatabilmiş ve çok sayıda uluslararası İslâmî kuruluş yaratmıştır. Ama Amerika Birleşik Devletleri’nin elindeki bir oyuncaktan ibaret olduğu iyi görülmektedir.

Ayrıca çok sayıda Fransız, ya da başta Amerikalılar olmak üzere diğer Batılı uluslardan sosyologların, ilerlemeci düşünceyi ve Arap milliyetçiliğini gözden düşürmeyi hedefleyen çalışmaları vardır. Bu da milliyetçi diktatörlüklere karşı husumet duyan bir Batı kamuoyunun oluşmasına katkıda bulunmuştur; fakat buna mukabil bu kamuoyu, Batı’nın Ortadoğu’daki stratejik müttefikleri olup en az vaktiyle hüküm süren laik diktatörlükler kadar otoriter olan Körfez petro-monarşilerine karşı uygulama bakımından hiç harekete geçmemiştir.

Öte yandan, şarkiyatçılık üzerine çalışmasında Batı’nın İslam ve Şark’la ilişkisini tahlil eden büyük Filistinli düşünür Edward Said, adetâ tersyüz edilmiş bir şarkiyatçılık uygulamış, vaktinden önce bir uygarlıklar çatışması teorisini biçimlendirmiştir. Buna karşılık, sonraki eseri Kültür ve Emperyalizm (çev.: Necmiye Alpay, Hil Yay., 4. Baskı 2016; Fr: Culture et impérialisme)onun dehâsının derinliğini gösteren çok büyük bir eserdir.

Ortadoğu’daki çatışmalar üzerine tahlillerde Arap kimliğinin aleyhine bir biçimde Müslüman dini üzerine bir odaklanma neden var?

Bu sapmaya yönelten Soğuk Savaş’tır; üstelik SSCB’nin çöküşünden sonra da sürmektedir. Zira Batı Bloku ve NATO, kendi düşmanlarına karşı İslam’ı seferber etmektedir; özellikle Suriye’deki cihadcı isyancıları çevreleyip yönlendiren Türkiye, ama aynı zamanda Fransa ve Birleşik Krallık da geliyor aklıma. Suudi Arabistan’ın pratiğe döktüğü militan İslam öyle mütehakkim bir konuma gelmiştir ki, sahici İslam o zannedilir olmuştur. Amerikalılar’ın SSCB’ye karşı containment (çevreleme) doktrini tarihsel olarak üç İbrahimî dinin araçlaştırılmasını artırmıştır: Hem Marksist laik ideolojinin hem Arap milliyetçiliğinin farklı biçimlerinin önünü kesmek için militan İslam (Mücahitler, Taliban, Pakistan İslamı), Hıristiyanlık (bilhassa Polonya’da) ve Yahudilik (siyasîleştirilmiş militan Siyonizm biçimi altında).

Bununla birlikte, 2011’deki hârikulâde Arap başkaldırı hareketleri kökeninde tamamen sekülerleşmiş sivil bir hareketlilikti. “Arap Dünyasında Düşünce ve Siyaset” (Pensée et politique dans le monde arabe) adlı çalışmamda ayrıntılı biçimde tasvir ettiğim 19. ve 20. yüzyıldaki Arap reformcularının ve düşünürlerinin kaydadeğer eserlerini zikretmemek mümkün mü?

Öte yandan, tarihte bir ülkenin otoriterlik ve şiddet olmaksızın kalkındığı bir örnek bilmiyorum. Belki Birleşik Krallık — ki orada da, proleter kitlelerinin yaşam koşulları katiyetle korkunç olmuştur. Amerika Birleşik Devletleri’ne gelince, kölecilik ve yerli halkın soykırımı üzerinden refah sağlamıştır; Meksika topraklarından büyük parçaların ilhakından ise söz etmedik daha. Şu veya bu Arap rejiminin bugün eleştirilmesine bir şey demem, ama aynı şeyi Arap Yarımadası’ndaki rejimlerle de yapmak gerekmektedir. Her halükârda Arap devletlerinin içişlerine yapılan tüm müdahaleleri bunun için kınıyorum ve bunun insan hakları adına yapılmasını aşağılıkça buluyorum.

Son olarak, bir ülkenin kalkınmadaki gecikmesini telafi etmek için ekonomide güçlü bir devlet müdahaleciliğine (dirigisme) ihtiyacı olduğunu ve bir insan hakları teorisinin bu soruna hiçbir katkıda bulunamayacağını hatırlatırım. Gecikmeli sanayileşme modelleri olan Prusya, Rusya ya da Singapur bunu hatırlatmaktadır bize. Demokrasi kalkınma sürecinin sonudur, iktisatçı Amartya Sen’in Development as Freedom (“Özgürlük Olarak Kalkınma”) adlı çalışmasında yanlış bir biçimde ileri sürdüğü gibi başlangıcı değil.

Bugün Suriye’deki çatışmayı ve iç savaşı yoğunlaştıran yabancı müdahaleleri nasıl algılıyorsunuz?

Son yıllardaki müdahaleciliğin sonucuna bakalım: Somali, Irak, Libya ve Suriye kan revan içinde, çünkü bu ülkelerdeki rejimler istikrarsızlaştırıldı. Arap devrimlerinden hemen önce, ekonomisinde, özellikle de sürekli bir kuraklığa maruz kalınan tarım kesiminde iyi tasarlanmamış bir liberalleşmeye girişen Suriye rejiminin yapıp ettiklerini o sıra eleştirdim. Bugün âcil olan, Suriye’nin birliğini tekrar sağlamak ve yabancı devletlerin, özellikle de nasıl adlandıracağımızı bilemediğimiz, fakat Rusya’nın (ve İran’ın) yardımıyla Suriye ordusunun hızla geriletmeyi başardığı bir kaosa yol açan Türkiye, ABD ve Fransa’nın müdahalelerini durdurmaktır. Safça yeni bir İspanya İç Savaşı’yla karşı karşıya olduklarını zannedenler yanıldı; sivil siyasî muhalifler çoğunlukla temkinlilikten yurtdışında kaldıklarından, sahadaki Suriye muhalefeti bütünüyle islamîleştirildi. Bu yüzden kuzeyde ilan edilen federasyonun bir yandan muayyen bir özerkliği muhafaza ederek –neden olmasın?– Suriye varlığıyla tekrar bütünleşme pazarlığına girmesi yararına olur. Ama muhalefetin ABD tarafından araçlaştırılması bölgeye yeniden bir Balkanlaşma/parçalanma tehdidi getiriyor.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.