Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Erdoğan’ın seçenekleri: Ne /ya /hem ABD, ne /ya /hem Rusya

Barış Pınarı’na kadar Ankara “Hem ABD hem Rusya” çizgisindeydi. Şu an “Ne ABD ne Rusya” noktasına geldiğini düşünenler var. İleride “Ya ABD ya Rusya” söz konusu olabilir mi?

Yayına hazırlayan: Gamze Elvan

Merhaba, iyi günler. Soğuk Savaş’ın bitmesinden itibaren dünyanın tekkutupluluğa doğru gittiği, yani Amerika Birleşik Devletleri’nden (ABD) başka kutbun kalmadığı ileri sürülmüştü; bir müddet bu bayağı bir kabul gördü. Ama özellikle son yıllarda, ABD’nin bu özelliğini büyük ölçüde yitirdiği ve başta Rusya olmak üzere, ama aynı anda Çin’in de onu bir şekilde dengelediği yolunda çok güçlü değerlendirmeler var. Şu anda Ortadoğu’da yaşananlar, Türkiye’nin içinde bulunduğu ortam ve sürmekte olan Barış Pınarı Harekâtı, Türkiye’nin Çin olmasa bile ABD ve Rusya arasında bir anlamda sıkışmış olduğunu bize gösteriyor. Yakın bir zamana kadar Cumhurbaşkanı Erdoğan hem ABD’yi hem Rusya’yı –ya da liderleriyle söylersek, hem Putin’i hem Trump’ı– birlikte götürmeye, aralarında bir denge oluşturmaya çalıştı. Bu aslında Amerika’da Trump yerine bir başka başkan olsaydı çok kolay olabilecek bir şey değildi. Lakin Trump’ın baştan beri dile getirilen, daha başkan adaylığı zamanında dile getirilen Rusya’ya olan ilgisi ve Putin’e olan sempatisi ya da en azından empatisinin de bunda bir rol oynadığını düşünebiliriz. Sonuçta baktığımızda, Erdoğan, örneğin hem NATO üyesi olmakta ısrarı, ama aynı zamanda da S-400 füzelerini Rusya’dan satın almaktaki ısrarıyla bir denge politikası, iki tarafa birden tam bağımlı olmadan bir politika yürütmeye çalıştı. Rusya’yla ilişkileri tabii bu arada alabildiğine gelişti, ABD’yle olan ilişkileri de büyük ölçüde geriledi. Yani dengeyi tutturabilmek için ABD’ye olan stratejik bağımlılıktan uzaklaşmak ve Rusya’ya yaklaşmak gibi bir çizgi izledi. Ama sonuçta baktığımız zaman, her iki tarafla birden iyi geçinme politikasının faturasının Türkiye için hayli ağır olduğu kanısındayım. Çünkü bu iki büyük güç –birisi dünyanın öbür ucunda ama çok güçlü ABD, birisi de hemen Türkiye’nin yanı başında Rusya– bu iki güçle olan ilişkilerde Türkiye, az alıp çok veren bir ülke konumunda oldu bana göre. Ama işler yürüdü; yani çok büyük krizler –tabii Rahip Brunson krizinde olduğu gibi anlık patlamalar oldu; ya da Rusya’yla, Rus uçağının düşürülmesi gibi anlık büyük sorunlar oldu– ama baktığımız zaman Erdoğan her iki liderle de ve her iki ülkeyle de belli bir dengeyle belli bir yere kadar getirebilirdi. Sonuçta ortada, hem Rusya hem ABD gibi bir seçenek egemen oldu. 

Bugün itibariyle baktığımızda, bu seçenek sanki yerini “ne ABD ne Rusya”ya terk etmiş durumda. Bu aslında zamanında, 70’li yıllarda tüm dünyada ve bizim ülkemizde de Maocuların sloganıydı — “Ne Amerika ne Rusya” sloganı. Şu anda baktığımız zaman, görünüşte Suriye’de Türkiye Barış Pınarı Harekâtı yaptığında, başta tabii ki Trump’ın onayıyla harekât başladı, Trump askerlerini çekeceğini söyledi, bu anlamda ABD’nin desteği var kabul edilebilir. Rusya da harekâta başta karşı çıkmadı. Dolayısıyla harekâtın ilk günleri sanki iki ülke de, iki lider de bu harekâta tam destek veriyormuş gibi görüldü. Nitekim Birleşmiş Milletler (BM) Güvenlik Konseyi’nde Türkiye aleyhtarı tasarıyı iki ülke birden veto etti. Ama bir iki gün geçtikten sonra işlerin değişmeye başladığını gördük. Özellikle Trump, içerideki baskıların etkisiyle dilini Türkiye’ye karşı sertleştirdi, hakaretler etti, yaptırımlarla tehdit etti ve yaptırımların bir kısmı dün gece itibariyle uygulamaya konuldu. Rusya da bir taraftan Türkiye’nin harekâtına çok net bir şekilde karşı olmamakla birlikte, harekâtta YPG/PYD’nin Türk ordusu tarafından ve Türk ordusunun desteklediği Suriye Millî Ordusu adlı yapı tarafından zor durumda bırakılmasını engelleyici çok stratejik bir hamle yaptı. YPG/PYD’yi Şam ile buluşturdu ve barıştırdı bir anlamda. Sonuçta şu aşamada askerî olduğu söylenen bir anlaşmayla YPG güçleri ellerindeki mevzileri Suriye ordusuna bırakıyor ve kendilerinin de Suriye ordusuna bir şekilde katılması söz konusu. Dolayısıyla burada, baktığımızda, başta harekâta karşı çıkmıyor gözüken, alenen karşı çıkmayan, hatta onu kolaylaştıran iki gücün de belli bir aşamadan sonra Ankara’nın planlarının aksine, o planları zora sokacak şekilde hareket ettikleri görülüyor. Sonuçta şu andaki durumu, her iki ülkenin de, yani ABD’nin de Rusya’nın da Türkiye’nin tam olarak yanında olmadığı şeklinde görmek mümkün. 

Tabii bu “ne ABD ne Rusya” sloganı aslında bu harekâta çok millî anlamlar yükleyen, hatta bir anlamda İslamî anlamlar yükleyen çevreler için de bir tür slogan olabilir. Çok açıkça dile getirenler olmuyor; ABD’ye, Trump’a sataşmak daha kolay olabiliyor, dolayısıyla Anti-Amerikancılık çok daha fazla prim yapabiliyor. Ama nedense Rusya konusunda, harekâtı savunanlarda, destekleyenlerde çok ciddi, sert çıkışlar görmüyoruz. Halbuki Türkiye’de çok ilginç şekilde Rus düşmanlığı, Rus karşıtlığı geleneksel olarak çok güçlüdür. Özellikle de şu anda harekâtı destekleyen, alkışlayan çevrelerde, Türkiye’deki milliyetçi-muhafazakâr ağırlıklı çevrelerde –yani Türk sağında– Rus aleyhtarlığı öteden beri bir gelenektir; ama nedense şu aşamada Rus karşıtlığından ziyade Amerikan karşıtlığı öne çıkıyor. Ve sonuçta, “ne ABD ne Rusya, Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur” şeklindeki perspektiflerle Türkiye’nin bu harekâtı her şeye rağmen yapacağı ve başarıya ulaşacağı yolunda bir inanç egemen kılınmaya çalışılıyor. Tabii burada şunu da unutmamak lâzım: ABD ve Rusya’nın dışında bugün Çin açık bir şekilde harekâta karşı olduğunu söyledi, Avrupa Birliği’nin (AB) birçok ülkesi harekâta karşı olduğunu söyledi ve silah ambargosu gibi ya da yeni silah satımlarını durdurma gibi yaptırımlar konuldu. Arap Birliği de aynı şekilde harekâta karşı durdu, İsrail de durdu. Yani Türkiye bu harekâtla tüm dünyayı neredeyse birleştirmiş oldu. Birbirlerine düşman olan İran’la Suudi Arabistan benzer şeyler söylüyorlar harekâta karşı, İsrail benzer şeyler söylüyor, Avrupa benzer şeyler söylüyor. 

Neyse, ABD ve Rusya faslına geri dönecek olursak: “Hem ABD hem Rusya”dan, “Ne ABD ne Rusya” gibi bir görünüme geldik. Ama bu görünümlerin hepsi belli ölçülerde yanıltıcı; çok daha karmaşık bir olay söz konusu. Şimdi Türkiye’nin önünde “Ya ABD ya Rusya” gibi bir seçenek mi var? Yani, “Türkiye taraflardan birisini mi seçmek zorunda, yoksa aksi takdirde kendi ayakları üzerinde bu Suriye’de yapmak istediklerini ve bölgede yapmak istediklerini yapabilir mi?” sorusu önümüzde duruyor. Burada benim özellikle dikkatimi çeken husus; Türkiye’ye kimse –ne Putin ne de Trump– “Onu bırak, sadece benimle yoluna devam et” demiyor, özellikle Putin bunu yapmıyor. Türkiye’nin NATO’dan çıkmasını teşvik edici tutumu yok; tam tersine Türkiye’nin NATO’nun önemli bir ülkesi olarak kendisiyle stratejik ilişkiler ve ekonomik ilişkiler geliştirmesinden çok memnun, bunu bir Rus uzman NATO’nun içerisindeki Putin’in Truva atı olarak değerlendirmişti. ABD tarafına baktığımız zaman da ABD’nin müesses nizamı içerisinde var olan bazı kişiler ve kurumlar Türkiye’nin Rusya’yla bu kadar yakınlaşmasından rahatsız olabiliyorlar, bazı Avrupa ülkeleri, NATO ülkeleri rahatsız olabiliyor. Ama aleni bir şekilde her şeyini Rusya’yla kopartmasını isteyen bir tutumu görmüyoruz, özellikle Trump’ta. 

Burada tabii yine Trump-Putin kişisel ilişkisinin de rolü olabilir. Ama bana göre iki taraf da tek başına Türkiye’nin bütün yükünü almak istemiyor, bir yandan bu var. Bir diğer yandan da Türkiye stratejik anlamda çok net bir tercih yaparsa –Rusya ya da ABD yanında ve diğerini de dışlayarak– o zaman Türkiye’nin belli bir aşamadan sonra kendi başına bölgesel bir aktör olma ihtimali de ortaya çıkabilir, aslında ikisi de bunu istemiyor. Yani benim gördüğüm kadarıyla, Moskova’da ve Washington’da da şu anda egemen olan –belki Hillary Clinton seçilmiş olsaydı, yani ABD’de Trump değil de Hillary Clinton başkan olsaydı durum belki değişik olabilirdi– sanki Türkiye’nin böyle denge politikalarıyla giderek çok fazla enerji tüketmesini, aldığından çok vermesini tercih ediyor gibi görüyorum, benim değerlendirmem bu yönde. Tabii ilginç olan başka bir husus, Türkiye istese de taraflardan birisi onun tam anlamıyla kendisine bağlanmasını bence kabul etmeyecek; ama diğer önemli bir husus da şu: Türkiye böylece girdiği harekâtla birlikte ilginç bir yere doğru gidiyor –o da çok önemli bir başlık olduğunu düşünüyorum, bunu daha sonraki günlerde el almayı düşünüyorum–, o da Kürt sorununun uluslararasılaşması. Bu da, iptal olan geçmişteki çözüm süreçleri ya da barış süreçleri zamanında dile getirilen bir olaydı, ama olmadı, o çözüm süreçleri daha çok Türkiye’nin kendi içerisinde yürütülmeye çalışılan ve yürütülemeyen şeylerdi. Şimdi bir bakıyoruz; Moskova, Şam ile YPG arasında arabuluculuk yapıyor; öte yandan Trump, doğrudan YPG komutanıyla doğrudan telefonla konuşuyor ve telefonla konuştuklarını Cumhurbaşkanı Erdoğan’a aktarıyor — bugün Amerikan medyasında bunlar çıktı ve Amerikan Senatör Graham de bunu doğruladı, yani doğrudan YPG’yi ve onun komutanlarından birisini Amerikan Başkanı muhatap alıyor ve Trump günlerdir zaten bir Türk ve Kürt savaşından bahsediyor, uzun yıllardır süren ve bunun bitirilmesi gerektiğini söylüyor. Yani şu anda ne Rusya’nın ne de ABD’nin, ne Trump’ın ne Putin’in bu harekâtı Türkiye’nin teröre karşı mücadelesi gibi gördüğü söylenebilir. İkisi de bunu büyük ölçüde başka şekillerde görüyorlar; ama belki bazı Batı medyasındaki gibi ya da bazı Avrupalı siyasetçiler gibi bu açıklıkla söylemeseler de bunu Kürt meselesinin bir uzantısı olarak görüyorlar ve bu konuyu çözme konusunda birtakım girişimlere kalkıyorlar. Bugün İngiliz basınında yer alan “Putin, Türklerle Kürtleri ve Şam’ı barıştırabilir” yolundaki analizler de bunun bir örneği. Evet, şu anda görüyoruz artık ABD ve Rusya bir şekilde –ne derece dahil olurlar bilmiyoruz ama– bunu aleni bir şekilde telaffuz ediyorlar. Şöyle bir tasvirleri var; “Türkiye’nin Kürtlerle bir sorunu var. Bu sorun bölgeyi istikrarsızlaştırıyor. Bölgede IŞİD’le mücadele vs. gibi konuları çok ciddi bir şekilde zora sokuyor. Dolayısıyla ne yapıp ne edip bunlar arasında –Trump bunları açık açık yazdı, biliyorsunuz– arabuluculuk yapalım”. “Aksi takdirde” diyor Trump, “Eğer bu olmazsa, Türkiye bu çizgisinde devam ederse onun ekonomisini mahvederim” diye bir tehdit savuruyor. Trump’ın tehditlerini ne derece ciddiye almak gerekir? Tartışmalı, ama zamanında Rahip Brunson örneğinde –ki kendisi bu son dönemde onu ısrarla birkaç kez hatırlattı– gerçekten Türk ekonomisine yaptığı kötülükler ortada, böyle bir durumla karşı karşıyayız. 

Sonuçta Türkiye bir şekilde dengeli yürütmeye çalıştığı Rusya ve ABD’yle ilişkilerinde giderek daha fazla zorlanıyor, giderek daha fazla, “az alan ve çok veren” konumuna gidiyor. Özellikle ekonominin şu anda bulunduğu durumda ve bugün TÜİK’in açıkladığı biliyorsunuz genç işsiz oranındaki aşırı kabarma da gösteriyor ki Türkiye’nin ekonomik anlamda da işi hiç kolay değil. Yani ekonomisi sağlam olan bir ülke bu anlamda birçok şeye meydan okuyabilecek bir ülke olabilirdi; böyle de bir zorluk var ve Trump özellikle bunu sürekli bir şekilde alet olarak, koz olarak kullanıyor. Böyle bir durumda Türkiye’nin önündeki şu anda var olan üç seçenek: “Hem ABD hem Rusya” ya da  “Ya ABD ya Rusya” ya da “Ne ABD ne Rusya”. Bu seçeneklerin her biri aslında avantajdan çok dezavantaj içeriyor. Türkiye’nin kendi içerisinde kendi sorunlarını çözmüş bir ülke olmamasından, gerek ABD gerek Rusya sonuna kadar istifade ediyor ve istifade etmeye de devam edecekler, benim gördüğüm budur. Evet, söyleyeceklerim bu kadar, iyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.