Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

“Süslüman” taşlamanın cazibesi

Başörtülü bazı kadınların lüks tüketim görüntüleri yeniden bir dalgaya neden oldu. Bu kişileri dile dolamak, onlarla dalga geçmek ne derce isabetli?

Yayında sözünü ettiğim 23 Mayıs 2013 tarihli yazımı okumak için tıklayınız.

Yayına hazırlayan: Gamze Elvan

Merhaba, iyi günler. Başörtülü kadınların şatafatlı bir şekilde lüks tüketimleri ve bunları kamusal alanda –özellikle sosyal medyada– paylaşmaları yeniden gündeme yerleşti. Bu konuda “süslüman” diye bir tabir icat edilmişti; nedense son dönemde pek kullanılmıyor, ama 2013’ün Mayıs ayında, o tarihte Vatan gazetesinde çalışırken bununla ilgili bir yazı yazmıştım, “Süslüman taşlamak” diye. Şimdi de onun bir yeni versiyonunu burada yayında “Süslüman taşlamanın cazibesi” olarak yapıyorum. O “süslüman” lafı, “süs” ve “Müslüman” lafının birleştirilmesiyle oluşmuştu ve dindar kadınların lüks tüketimi üzerinden geliştirilen eleştirilerdi. Ben o yazıyı 2013’te yazdım, ama “süslüman” tabiri 2009’da sosyal medyada ilk defa kullanılmış, yani 10 yıldır kullanılan bir tabir. Burada iki tür eleştiri var: 

  1. İslamcılık ya da AKP iktidarı karşıtı çevrelerin bu görüntüleri, tüketimleri kullanıp aleyhte propaganda yapması 
  2. Anti-kapitalist Müslümanlar gibi, İslamî hareketin içerisinde yer alıp sınıfsal bir şekilde bu yapılanları eleştirenler

İkinci kısmı bir kenara bırakacak olursak, iktidar muhalifi kesimlerin bu olayı çok fazla gündeme getirmesinde bence birçok açıdan sorun var. Bunların dile getirilmesinin sorun olması, yapılan işin doğru olduğu anlamına kesinlikle gelmiyor. Bu tamamen gösteriş tutkusu, budalalığı, rüküşlüğü, dejenerasyonu vs.. Ama bu sadece dindarlara atfedilecek bir olay değil; tarih boyunca Türkiye’de ve her yerde –mesela benim çocukluğumun Türk filmlerinde– hep bu tür burjuva ailelerde bu tür rüküşlükler dile getirilirdi, hep gündemde olan bir husustu. Ama Türk filmlerinde olduğu gibi bugün de yaşanan olayda çok önemli bir sorunlu husus var: Genellikle bu, kadınlar üzerinden yürütülüyor; yani kadınlar hedef tahtasına oturtuluyor. Tabii ki görünenler kadın olduğu için böyle; ancak burada çok ciddi sorunlar var. Öncelikle bu maddî imkânların nasıl edinildiği konusu var ve burada israf edilen bu paraların aslında büyük ölçüde eşler, babalar ya da erkek kardeşler tarafından “kazanıldığı”nı görüyoruz. Yani, bu israf edilen paraları kimin nasıl kazandığından ziyade, kimin nasıl tükettiğine odaklanıyoruz. Halbuki burada birincisini konuşmadan ikincisini konuşmak çok büyük bir eksiklik oluşturuyor. Bunun nasıl oluştuğu konusu da tabii ki AKP iktidarıyla birlikte, özellikle dindarların sistemin merkezine taşınması ve bir kesiminin devlet imkânlarından sonuna kadar yararlanması –tabii hepsi değil, bu çok önemli bir husus– ama büyük bir çoğunluğunun da hâlâ toplumda alt sınıflarda yaşamayı sürdürmesi olayı var. 

Şöyle bir husus var: Mesela –bu yazıda da söylemiştim– son derece lüks bir araç kullanan bir başörtülü bir kadın gördüğünüz zaman hemen, bunun son AKP iktidarıyla beraber yaşanan bir gelişme olduğu yolunda bir varsayımı dile getirebiliyorsunuz. Ancak aynı lüks arabadan kullanan 10 tane erkeğe baktığınızda pek bu aklınıza gelmiyor; çünkü başörtüsü çok fazla dikkat çeken bir şey. Halbuki çok daha lüks arabaları AKP iktidarıyla beraber iyice palazlanan birtakım muhafazakâr iddialı erkekler de kullanıyor. Dolayısıyla görünmesi daha kolay ve kadına vurulması daha kolay olduğu için bu tüketim meselesi, kendini muhalif olarak tanımlayan birtakım çevreler tarafından çok ciddi bir şekilde gündeme getiriliyor; ama burada cinsel ayrımcılık yapıldığı muhakkak. Bu mesele, eşlerinin ya da babalarının ya da kardeşlerinin maddî imkânlarını kadınların müsrif bir şekilde harcamaları olayı değil aslında. Türkiye’de son dönemde sermayenin el değiştirmesi, birtakım haksız kazançların çok ciddi bir şekilde devlet imkânlarıyla kayırmacılıkla alabildiğine artması vs.. Olay aslında sınıfsal bir olay ve buraya sınıfsal perspektiften eleştiri getirilmesi gerekir. Tabii ki lüks tüketimi eleştirdiğiniz zaman sınıfsal bir şeyler de yapmış oluyorsunuz, ama burada sadece kadınlar üzerinden yürüdüğünüz zaman bu olay hiç de böyle olmuyor. Tabii ki, “Biz bunları söylediğimiz zaman aslında bunun iktidar sayesinde olduğunu söylüyoruz ya da imâ ediyoruz” diyebilirler, ama hiç de öyle olmuyor. Bu aslında birtakım rüküş kadınların dile dolanması gibi basit bir cümleye indirgenebilecek bir şey. Halbuki bunun çok daha ötesinde bir husus var: Türkiye’de dindarların merkeze taşınmasıyla beraber dinin içinin iyice boşalması ve dünyevîleşmenin alabildiğine ön plana geçmesi ve bunun da esas taşıyıcısının erkekler olduğu gerçeği var. Böylece biz bu tür kadın süslümanları taşlayarak aslında bu olayı çarpık gösteriyoruz, eksik gösteriyoruz ve dolayısıyla çarpıklığı ve eksikliği nedeniyle, bu olayın aslında yaratması gereken belli bir bilinç yaratılamıyor. Bir avuç kadına atfedilen bir şey, bunlar olmasa her şey düzelecekmiş gibi bir hava ortaya çıkıyor; halbuki Türkiye’de son dönemde yaşanan toplumsal eşitsizlikler, ekonomik eşitsizlikler, AKP iktidarı dönemiyle birtakım aktörler değişmiş olmakla beraber hiç de ortadan kalkmadı; hatta çok daha derinleşti. 

Bu videolarda gözüken başörtülü kadınlar, şatafatlı ve ne için yaptıkları belli olmayan tüketimleriyle dikkat çekerken, aynı zamanda Türkiye’de milyonlarca dindar kadın açlık sınırında ya da zar zor geçinerek hayatlarını sürdürüyorlar. Özellikle son ekonomik krizle bu çok daha bariz bir şekilde görünür hale geldi. AKP iktidarının ilk yıllarda öne çıkarmış olduğu sosyal yardım ağlarının iyice aşındığını görüyoruz ve tabii ki bir diğer husus da büyükşehir belediyelerinin birçok yerde AKP’nin elinden kaçmış olduğunu ve dolayısıyla da iktidar eliyle bu dağıtım ağlarının büyük ölçüde aşınmış olduğunu görüyoruz. Türkiye’de ayrım –her yerde olduğu gibi– esas zenginler ve yoksullar, ezenler ve ezilenler ayrımı söz konusu. Bu olayda baktığımız zaman, olayı dindarlık üzerinden okuma şeklindeki yaklaşım aslında bizi hiç ileriye götürmüyor; tam tersine toplumda doğabilecek haklı toplumsal ve sınıfsal tepkilerin törpülenmesine yol açıyor. 

Bu tüketim meselesi, dindarların lüks tüketimi meselesi, AKP iktidarına özgü bir şey değil, aslında Türkiye’de 80’li yıllardan itibaren, İslamî hareketin yükselişe geçmesiyle beraber başlayan bir olay. Ben bunu 30-35 yıl önce çalışmaya başladığım zaman “İslamî pazarlama” olarak tanımlamıştım ve o tarihlerde de tabii ilk akla gelen, yine tesettür üzerinden birtakım pazarlama faaliyetleriydi, tesettür defileleri yapılıyordu; onu hiç unutmam, Metin Tunçay’ın yanlış hatırlamıyorsam bir sohbetimizde ettiği bir laftı o: Tesettür defilesi, yani göstermeme gösterisi, yani kapanmanın gösterisi şeklinde ilginç durumlar. Bu aslında bir trend ve sadece Türkiye’yle ilgili değil tüm dünyada yaşanan bir trend. Dünyada dindarların ekonomik anlamda daha fazla güç kazanmasıyla beraber, bazılarının umduğu bir dünyevilik eleştirisi, tüketim toplumu eleştirisi falan gerçekleşmiyor; dindar kimlikleriyle bu modern çağın, hatta post-modern çağın kendilerine dayattıklarıyla barışma olayına tanık oluyoruz. Dünyanın hemen hemen her yerinde bu böyle, Türkiye’de de bu böyle yaşanıyor. Kiminin parası çok –tabii burada paranın nasıl kazanıldığı da önemli–, bazı hareketler var ki insanın ilk aklına gelen şudur: “Helâl parayla yapılacak bir iş değil bu” der sıradan insan, bu hususun da altını özellikle çizmek lâzım. Kolay elde edilen parayla çok müsrif olabiliyor bazı insanlar. Yoksa dişinden, tırnağından artırarak nice emeklerle elde ettiği birtakım birikimleri insanlar çok daha dikkatli bir şekilde harcıyorlar. 

Evet, sonuç “süslüman” taşlamak kolay oluyor ve bunu taşladığınız zaman, işte bunlarla dalga geçtiğiniz zaman, görevinizi –görev ise: İktidarı eleştirmek– yerine getirmiş oluyorsunuz ve mutlu oluyorsunuz; ama olay hiç de böyle bir şey değil. Bu videoların, bu sosyal medya paylaşımlarının esas gösterdiği husus, Türkiye’deki toplumsal eşitsizliklerin din-iman tanımadığı hususu. Buradan yürüyen bir eleştirinin belli bir anlamı olabilir, ama şu haliyle gördüğüm kadarıyla, baktığımda benim algıladığım –ki Vatan gazetesinde altı yıl önce yazdığım yazıda da öyle görüyordum, şimdi de öyle görüyorum– bu bir nevi kimlik üzerinden yürütülen atışmaya dönüşmüş bir şey. Buradan siyasî bir şey çıkma ihtimalinin çok fazla olduğu kanısında değilim. 

Evet, söyleyeceklerim bu kadar. İyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.