Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Erdoğan’ın dönüşüm öyküsü: O mu kaleyi, kale mi onu fethetti?

Yayına hazırlayan: Şükran Şençekiçer

Merhaba, iyi günler. Çarşamba günü Paris’ten yaptığım bir yayında Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın milliyetçi mi ulusalcı mı olduğu sorusunu sormuştum ve kendi görüşümün onu ulusalcı olarak tanımlamak olduğunu belirtmiştim. Ve bu yüzden, onun ulusalcılığa yakın olduğunu düşündüğüm için, farklı farklı kesimler, kişiler tarafından eleştiri aldım. Ama bu konuda ısrarlıyım ve bu ısrarımı sürdürmek için de bugün olayı biraz daha derinleştirmek istiyorum ve Erdoğan’ın dönüşümünü anlatmak istiyorum. Aslında “Erdoğan’ın dönüşümü”, gazeteci arkadaşım Fehmi Çalmuk’la 2001 yılında ortak yazdığımız bir kitabın başlığı, Recep Tayyip Erdoğan: Bir Dönüşüm Öyküsü diye, Erdoğan’ın portresini yapmıştık birlikte. Fehmi, ağırlıkla Erdoğan’ın özel hayatını, çocukluğunu, okulunu, ailesini anlatan bir birinci bölüm yapmıştı. Bense Erdoğan’ın siyasî yolculuğunu, düşünce yolculuğunu ele alan ikinci bölümü kaleme almıştım. Benim kaleme aldığım bölümün başlığını da “Globalist Muhafazakâr” koymuştum. O tarihlerde globalizm, globalcilik, küreselcilik meselesi yeni yeni konuşulan hususlardı ve Erdoğan da muhafazakâr kimliğini muhafaza eden, ama aynı zamanda global güçlerle iş yapan, işbirliği içerisinde olan bir siyasetçi olmaya soyunmuştu. Ve Adalet ve Kalkınma Partisi’nin ilk yıllarında da buna tanık olduk. O tarihteki, o kitabı yazdığımız zaman Erdoğan’ın Milli Görüş hareketinden gelen birisi, kopan ama hâlâ o hareketten izler taşıyan, Kasımpaşalı, delikanlı bilinen, külhanbeyi olarak görülen bir siyasetçiydi. Hapis yatmıştı. İl başkanlığının ardından belediye başkanlığı yapmış, ardından hapis yatmıştı. Ve koptu sonunda hocasından, Necmettin Erbakan’dan koptu. Ve Saadet Partisi yerine, arkadaşlarıyla Adalet ve Kalkınma Partisi’ni kurmuştu. Kendisi de bunun lideriydi. O tarihte “Erdoğan değişti mi değişmedi mi?” sorusu çok soruluyordu. Birçok kişi değişmediğine inanıyordu. Benim o tarihteki tezim, değişmenin de dışında, bir dönüşümün söz konusu olduğuydu. Erdoğan’ın İslamcı, katı İslamcı, Erbakan’ın Milli Görüş çizgisinden iyice uzaklaşıp daha küresel güçlerle bir şekilde işbirliğine yakın, yatkın olan bir muhafazakâr siyasetçiye dönüştüğünü iddia etmiştim ve çok da rağbet görmemişti benim bu görüşüm. Erdoğan’ın başından itibaren sistemle iyi ilişki kurmak istediğini, diyalog içerisine girmek istediğini, ama bunun bir ölçüde kendisinden ama büyük ölçüde de sistemden kaynaklanan nedenlerle gerçekleşmediğini anlatmıştım. Çok denedi. Özellikle birtakım iş adamları aracılığıyla büyük sermaye ile ilişkiler kurmak istedi. Ordu ile ilişkiler kurmak istedi. Ama belli bir aşamada… bunlar tarafından, kısmen sermaye Erdoğan’la ilgilendi. Zaten belediye başkanı olduktan sonra İstanbul’da mecburen de ilgilenmek durumunda kaldılar. Ama asla tam olarak ona güvenmediler — tarihleri söylüyorum, 2000’li yılların başlarında. Ama esas sistemin sahibi görüntüsündeki ordu, tabii ki öncelikle yüksek bürokrasi, yüksek yargı ve büyük medyanın Erdoğan’a hiçbir zaman kanı ısınmadı. Erdoğan onlara rağmen, Erdoğan ve partisi onlara rağmen merkez partilerin yaşadığı çok büyük krizin ardından tek başına iktidara geldi. Ve o geçen yayında da belirttiğim gibi, çok ilginç bir döneme tanık olduk. Erdoğan iktidara geldi ama iktidar olamayacağı hep düşünüldü, iddia edildi. Ve karşısında hemen büyük bir blok oluştu. Sistemin, Türkiye’deki geleneksel sistemin aktörleri, görünen ve görünmeyen aktörleri, sivil toplumu da bir şekilde işin içerisine katarak Erdoğan’ı çok ciddi bir şekilde, AKP iktidarını kıskaca almaya çalıştılar. Üzerinde bir gölge gibi durdular ve hareket kabiliyetini kısıtlamaya çalıştılar. İşte o zaman benim global muhafazakâr olarak tanımladığım Erdoğan dış dünya ile ilişkilerini, Batı ile ilişkilerini güçlendirerek, onlarla bir al-ver ilişkisine girerek Türkiye’deki sistemin güçlerine karşı iktidarını korumaya ve güçlendirmeye çalıştı. Çok zor bir süreçti bu. Ve burada çok açık bir şekilde iki saf vardı. Bir yanda Erdoğan ve ona destek veren –kimisi dışarıda, az bir kesimi içeride– güçler; ama karşısında Türkiye’yi yıllardır yönetmiş olan ve Türkiye’nin gerçek sahibi olduğunu düşünen, sistemin sivil, yarı-sivil ve resmî ve de tabii ki askerî güçleri… Türkiye bunların arasında bir savaşa tanık oldu ve savaşın içerisine Fethullahçıların dahil olmasıyla beraber işin rengi iyice değişti ve tam bir muharebeye dönüştü olay. Oradan da Erdoğan ve Fethullahçılar birlikte büyük ölçüde galip ayrıldılar. Ama şimdi yıllar sonra dönüp baktığımızda.., bir bakıyoruz: O tarihte Erdoğan’ın karşısında olan güçler ne ise –yani ordu, yüksek yargı, büyük medya ve sermayenin önemli bir kesimi–, bugün hemen hemen hepsi Erdoğan’ın yanında, Erdoğan tarafından kontrol ediliyorlar ya da böyle iç içe geçmiş bir ilişki söz konusu. Yani Erdoğan dün karşı çıktığı güçlerin bugün yanında. Şunu düşünenler olabilir: O tarihteki orduyla, o tarihteki Anayasa Mahkemesi’yle, o tarihteki Yargıtay’la, medyayla bugünkü medya, ordu aynı değil. Tamam, aynı olmayabilir. Erdoğan da aynı değil, hiçbirimiz aynı değiliz. Ama o tarihteki devlet aklı ile bu tarihteki devlet aklı arasında pek bir fark yok. Hatta hiçbir fark yok. Otoriterlik, güvenlik kaygısı ile özgürlüklerin kısıtlanması, demokrasiden, temel hak ve özgürlüklerden ve hukuk devletinden kolaylıkla feragat edilmesi. Bugün de aynısı aynen geçerli. Sadece burada aktörlerin değişmiş olduğunu görüyoruz. Yani Erdoğan’ın büyük dönüşümü yıllar sonra kendi düşmanına benzemek oldu. Hep şu söylendi: “Kaleyi içeriden fethediyorlar, sistemi ele geçirecekler ve buradan Türkiye’de bir şeriat düzeni inşa edecekler”. Sistemi kontrol ettiği muhakkak, ortaya çıkan ve tabii ki şeriatçılığı çağrıştıran birtakım öğeler olabilir; ama bunların hiçbir anlamı yok. Sonuçta sistemin çarkları yine eskisi gibi işliyor. Ve burada sonuçta bir fetheden ve fethedilen varsa, bu fethi gerçekleştiren, fatih olan Erdoğan değil. Kaleyi içten fethetmek yerine kale tarafından fethedilmiş bir Erdoğan’la karşı karşıyayız. Bu aslında hazin bir öykü olarak tanımlanabilir. Tabii ki Erdoğan’ı sevenler, “Reisçiler” –sayıları azalıyor, ama hâlâ varlar–, onlar başka türlü bir okuma yapıp Erdoğan’ın Türkiye’deki sistemi dindarların lehine dönüştürdüğünü iddia edeceklerdir. Ama bu işin pek de öyle olmadığı nereden anlaşılıyor? En basitinden Erdoğan’ın kontrolündeki ya da patronajındaki sistem –eski ya da yeni–, bence hâlâ aynı sistem sürüyor; ama diyelim ki “yeni sistem”, bu “yeni sistem”in mağdurlarının içerisinde dindarlıkları ile temayüz etmiş çok kişi var. Hadi Fethullahçıları bir kenara attık diyelim; onlar darbeci vs., şu bu, tamam. Ama Alparslan Kuytul’undan, en son Şehir Üniversitesi olayına, Ahmet Davutoğlu’na, Bilim ve Sanat Vakfı’na kadar giden, arada çok sayıda marjinalleştirilen, etkisizleştirilen, hayata küsen çok sayıda İslamcı aydın ya da önü kapatılan bazı cemaatler, buna karşılık önü açılan başka cemaatler… Sonuçta bu sistemde şöyle bir olay yaşanmadı. Yaşanan 18 yıl içinde İslamcıların her şeyi, ya da muhafazakârların tamamen gücü eline geçirdiği ve muhafazakâr olmayanların, laiklerin, laiklik yanlılarının, şunların bunların tamamen tasfiye edildiği bir olay çok fazla söz konusu değil. Bugün itibariyle baktığımız zaman Türkiye’de Erdoğan’ın liderliğindeki, tek adamlığındaki sistemin önde gelen aktörlerine baktığımız zaman, çok bakanın adını biliyoruz, bildiğimiz bakanları ya da üst düzey bürokratları düşünün ya da büyük medya patronlarını düşünün, medyayı kontrol eden isimleri düşünün. Ve o büyük medyada yazıp çizen, yöneten, program sunan vs. yapan iktidar yanlılarını düşünün. Bunların ortak özelliği hiç de öyle muhafazakârlık falan değil. Ortak özellikleri Erdoğan’ın tek adamlığına itirazlarının olmaması. Yoksa onlar büyük ölçüde içlerinde, geçmiş dönemde sistemin eski halinde de güç sahibi olanlar var. Hâlâ güçlerini koruyanlar var. Onlara bir şekilde dokunulmuyor. Onların varlığı zaten aslında çok da fazla bir şeyin değişmediğini bize gösteriyor. Burada tabii şöyle bir husus var: Çok büyük bir dönüşüm var. Erdoğan’ın önce tavizsiz İslamcılık’tan, Milli Görüş hareketinden globalist muhafazakârlığa doğru evrilmesi; dinî kimliğini, İslamî kimliğini muhafaza etmekle beraber dünyadaki küresel güç odaklarına kendileriyle birlikte çalışabileceğini söylemesi — ki o güç odaklarının büyük bir kısmı ile sonra çok ciddi sorunlar yaşadı ve bu sefer Rusya ve Çin başta olmak üzere başka güçlere doğru yöneldi. Böyle bir Erdoğan’dan…, şimdi zamanında çok ciddi bir şekilde kavga etmiş olduğu sistemin yeni –nasıl söyleyelim?– yöneticisi olmaya… Bu aslında çok çok büyük bir dönüşüm. Dünyada Erdoğan’ın adı artık, medyada da, dünya medyasında da bir İslamcı liderden ziyade popülist, otoriter lider olarak geçiyor. Ve ismi genellikle Putin’le, Macaristan’daki Orban’la, Trump’la ve birtakım değişik yerlerdeki bu türden, Filipinler’deki ya da Polonya’daki birtakım liderlerle benzeştiriliyor. O kişilerin büyük bir çoğunluğu, işte Macaristan, Filipinler ya da Amerika Birleşik Devletleri Trump örneğinde, Polonya gibi yerlerde ve Rusya gibi yerlerde bu Erdoğan’la beraber adı anılan kişilerin hemen hemen hepsi var olan sistemin kendi içerisinden ürettiği kişiler. Tabii ki bunlar sistem eleştirisi de yapıyorlar. Ama sonuçta bakıyoruz ki bunlar aslında sistemin yarattığı, sistemin içerisinden kişiler. Erdoğan’ın bu anlamda çok ciddi bir farkı var. O sistemin en fazla dışladığı, kurtulmak istediği, bu uğurda hapse attığı, önünü kesmek için her şeyi yaptığı bir kişi olarak geldi. Sisteme karşı, sistemin güç sahiplerine karşı bir mücadele yürüttü. Bu mücadeleyi yürütürken farklı farklı odaklarla, dışarıda ve içeride farklı farklı odaklarla ittifaklar yaptı. Ama daha sonra gördük ki ittifak yaptığı odakların birçoğuyla ilişkisini koparttı. Hatta bunlarla hasmâne ilişkilere girdi. Onların bazıları ile çok ciddi bir şekilde savaştı. Bunun ilk örneği İsrail’di. Başlangıçta uzun bir süre İsrail’le iyi geçinen Erdoğan, Davos süreci ile beraber İsrail’den bir kopuş yaşadı. Daha sonra Avrupa Birliği bunun bir başka örneğidir. Tabii içeride de örneği öncelikle Fethullahçılar, ama onun dışında da birtakım… –işte, diyelim ki liberaller vs.– bunların hepsi ile yollarını ayıran bir Erdoğan gördük. Ve sonuçta geldiği nokta başladığı nokta, ama başladığı noktadaki pozisyonu değişmiş. Kendisi şu anda zamanında Erdoğan’ın önünü kesmek isteyen kişilerin yerini aldı. Ve şimdi kendisine rakip olabilecek kişilerin, kurumların, partilerin önünü, geçmişte kendisine yapılmak istenenleri andırırcasına engellemeye çalışan bir Erdoğan var. Farklı bir öykü olabilir miydi? Bence olabilirdi. O kitapta –yayından önce tekrar baktım yazdıklarımıza ve yazdıklarıma baktım– mesela şöyle bir şey demişim: “Erdoğan Kristof Kolomb gibi gerçekte neyi keşfettiğini bilmiyor. Hangi damarı yakalamış olduğunun farkında değil”. Ya da bunu soru olarak sormuşum, “Yakalamış olduğunu bilmiyor mu?” diye sormuşum. Ama bence farkında değildi ve “Bunu hiçbir zaman öğrenemeyecek mi?” diye sormuştum. Bunu aslında öğrenmesi çok kolaydı. Bunu öğrendiğini de düşünüyorum. Ama bunu tercih etmedi. O damar neydi? O damar Türkiye’de dindarların, muhafazakâr kesimin artık daha fazla sistemin dışında kalmak istememeleri, sistemin merkezine taşınmak istemeleri ve buradan toplumun diğer kesimleri ile birlikte çoğulcu bir hayatı kurmak istemeleriydi. Bu tabii çok ütopik gelebilir bazılarına, çok zorlama gelebilir. Ama sonuçta böyle bir eğilim vardı. Ve güçlenen muhafazakâr kesim, güçlendikçe merkeze gelmek istiyordu. Merkeze geldikçe de, merkeze gelme sürecinde başka kesimlerle tanıştı. Batı ile tanıştı, toplumun diğer kesimleri ile tanıştı, farklı görüşlerden insanlarla, Kürtlerle şunlarla bunlarla tanıştı, Alevilerle tanıştı. Ve pekâlâ merkezde, sistemin merkezinde hep birlikte çoğulcu bir toplum içerisinde yaşayabileceği düşüncesi serpildi. İlk yıllar Adalet ve Kalkınma Partisi bunun üzerinden yürüdü. Yani bu dalganın üzerinden sörf yaptı. Ama bir aşamadan sonra Erdoğan çoğulcu demokratik bir sistemin kendi arzuladığı sistem olmadığını bir şekilde –lâf olarak değil tabii ki, ama fiiliyatta– hayata geçirdi. Ve Türkiye’nin çoğulculuk konusunda, demokrasi konusunda, Batı ile bütünleşme konusunda, hukuk devleti konusunda, temel hak ve özgürlüklerle Kürt sorununu çözmek konusunda bir kısmında kendisinin de katkıları olan adımları iptal ede ede, kendi iktidarını ve var olan sistemin ömrünü uzatmaya çalıştı, çalışıyor. Ama bence bunda başarılı olamayacak.

Evet, söyleyeceklerim bu kadar demeden önce bir not düşeyim. İki not düşeceğim. Bugün 24 Ocak. Uğur Mumcu’nun katledilmesinin yıldönümü. Uğur Mumcu ile az da olsa tanışma şansı yakalamış bir gazeteciyim. Birçok konuda siyaseten farklı düşünüyorduk. Ancak gazetecilik konusunda gerçekten örnek alınacak bir isimdi. Özellikle araştırmacı-gazetecilik konusunda onun Rabıta kitabının tek başına, başlı başına çok büyük bir olay olduğunu düşünüyorum — ki tek kitabı tabii ki o değil, çok sayıda kitap yazdı. Ve Türkiye’de bugün hâlâ iyi kötü bir gazetecilik varsa, onda katkısı çok olan birisidir. Kendisini rahmet ve saygıyla anıyorum. Bir başka, yine aynı tarihte öldürülen bir başka isim: Gaffar Okkan, Diyarbakır Emniyet Müdürü, Hizbullah tarafından katledildi 2001 yılında. Tesadüfen kendisiyle öldürülmesinden kısa bir süre önce tanışmış ve uzun uzun sohbet etmiştim; çünkü o sırada Hizbullah üzerine bir kitap çalışması hazırlıyordum. Kitaptan önce bir gazetede yazı dizisi olarak yayınlandı. Ve işin acı tarafı, hiç aklımdan gitmez, kendisiyle görüştüm, bana bayağı da yardımcı olmuştu. Çünkü Hizbullah konusunda çok ciddi çalışmaları vardı. Orada Abdülaziz Tunç isimli bir itirafçı, Hizbullah itirafçısı, onunla görüşmemi sağlamıştı. Ve ondan çok önemli gözlemler ve bilgiler almıştım. Ve işin acı tarafı, şöyle bir şey olmuştu: Kendisi Hizbullah’ın yaptığı operasyonlarla bitirildiği kanısındaydı, iddialıydı. Ben aynı görüşte değildim. Benimle dalga geçtiğini de hiç unutmam. Sonra biz o yazı dizisini “Pusudaki Hizbullah” başlığıyla Cumhuriyet gazetesinde –orada çalışmıyordum, ama dışarıdan vermiştim– yayınlarken, yanılmıyorsam üçüncü gününde Hizbullahçılar Gaffar Okkan’ı katlettiler. Çok acı bir olaydır. Kendisi çok değişik bir polis şefiydi ve zaten hâlâ unutulmamış olması da bunu gösteriyor. O günden bugüne Türkiye’de çok şey değişti. Hizbullah da değişti. Artık partileri var vs.; ama Türkiye’de bazı şeyler hâlâ hassaslığını, kırılganlığını koruyor. Ve Uğur Mumcu ve Gaffar Okan, yıllar arayla aynı günde katledilen bu iki isim Türkiye’nin ne kadar önemli, ama aynı zamanda da ne kadar kırılgan bir ülke olduğunu bize gösteriyor. İkisini de saygıyla ve rahmetle anıyorum. Evet, söyleyeceklerim bu kadar. İyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.