Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Gelecek Partisi Genel Başkanı Ahmet Davutoğlu ile özel yayın

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Sedat Pişirici: İyi günler. Medyascope özel yayınında, Gelecek Partisi Genel Başkanı Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu’nu ağırlıyoruz. Hocam, hoş geldiniz.

Ahmet Davutoğlu: Hoş bulduk, teşekkür ederim.

Pişirici: Bugün size hem izleyiciden gelen soruları yönelteceğiz, hem de biz Ruşen Çakır’la birlikte sorular soracağız.  İzleyicilerden gelen ve birkaç kez tekrarlanan soruya ben de bir şeyler ekleyerek sormak ve yayına öyle başlamak istiyorum. 7 Haziran 2015 genel seçimleri öncesinde sizi Medyascope’a davet etmiştik. O tarihte geleceğinizi söylemiştiniz. Ama daha sonra ofisinizden arayıp gelemeyeceğinizi ifade ettiler. Yerinize, yardımcılarınızdan Numan Kurtulmuş’un geleceği söylenmişti. Kabul ettik. Sonra yine ofisinizden aradılar ve Numan Bey’in gelemeyeceği ve yerine diğer yardımcınız Tuğrul Türkeş’in geleceği söylendi. 

Davutoğlu: Orada bir hata var sanırım. 7 Haziran seçimleri öncesinde Tuğrul Türkeş daha hükümette değildi.  

Pişirici: Ya da onun geleceği söylendi, ama o da gelemedi. Dolayısıyla, biz sizi veya Adalet ve Kalkınma Partisi’nden herhangi bir temsilciyi ağırlayamamıştık 7 Haziran öncesinde. Ama şimdi, başka bir partinin genel başkanı olarak Medyascope’tasınız. İzleyici de soruyor: Ne değişti ki şimdi Medyascope’tasınız?

Davutoğlu: O dönem gelemediğim için üzgünüm. Medyascope’un yaptığı işler, hele hele mekâna gelince gördüğüm mekândaki doğallık, şatafattan lüksten uzak, ama samimiyet ve içtenliğin yoğun olduğu ortam beni çok etkiledi. Samimiyetle söylüyorum, o günkü şartları, niye gelemediğimizi şu anda bilemiyorum. Muhtemelen yoğunluktandır. Yoksa bu yeni mecraların o zamandan itibaren önemli bir rol oynayacağını görüyorduk. Ayrıca Ruşen Çakır ile üniversite yıllarına kadar uzanan bir arkadaşlığımız, dostluğumuz var. Dolayısıyla, katılamamamız, herhangi bir önyargı olduğundan değil. Gerçekten şimdi hatırlayamıyorum. Tuğrul Türkeş…

Ruşen Çakır: Galiba Kasım seçimi öncesiydi. 

Davutoğlu: Anayasal hükümet kurma zorunluluğundan sonra yani Ağustos sonlarından itibaren — ki Tuğrul Türkeş AK Parti’ye geçmedi hiçbir zaman. Yani AK Parti’de Genel Başkan Yardımcım olmadı hiç. Kendisini Başbakan Yardımcısı olarak MHP kontenjanından davet etmiştik.

Pişirici: Ara dönem hükümeti sırasında. 

Davutoğlu: Evet. Anayasal zorunluluktu her partiden girmesiO zaman MHP katılmama yönünde bir irade göstermişti. Tuğrul Türkeş’e, şahsen teklif yapılmıştı — ki bu, Anayasa’da da “şahsen teklif yapılır” diye belirtilir. Tuğrul Türkeş o zaman katıldı. Muhtemelen 1 Kasım seçimleri öncesidir. Ama siz de biliyorsunuz, 1 Kasım öncesi Türkiye’de öyle bir yoğunluk vardı ki. Bir taraftan Türkiye’yi hükümetsiz bırakmama gayreti içindeydik. Bir taraftan, seçim kampanyası yürütmek zorundaydık. Diğer taraftan kamu düzenini ihlâl eden teröre karşı bir mücadele yürütüyorduk. Yoğun terör saldırıları karşısında Türkiye Cumhuriyeti gemisini salimen seçim limanına yanaştırıp, istikrarlı bir dönem başlatma çabası içindeydik. Muhtemelen o yoğunluk içinde icabet edemedik. Ama Ruşen Bey’in aylardır daveti vardı. Ben de parti kurulduktan sonra bu mecrada ilk olarak size çıkacağımın sözünü vermiştim. 

Çakır: O zaman partiden devam edelim. Siz partiyi Aralık ayında kurdunuz. Biz de gelip yerinde izledik. Genel merkez binanız da galiba Mart başı gibi açılıyor. O günden bugüne ne oldu? Bütün illerde örgütlendiniz mi? Ne durumdasınız? Kısaca anlatır mısınız?

Davutoğlu: Ben suni hiçbir oluşumun, suni yöntemlerle halk nezdinde bir itibar kazanacağına inanmam. Tıpkı, normal doğumla, sezaryen doğum arasındaki fark gibi. Normal doğum daha sancılıdır, daha zordur ama bebek açısından daha sağlıklıdır. Sezaryenle doğum yaptırmaya kalkarsanız, belki anne daha az acı hisseder, belki doktorlar için daha kolay görünür; ama bütün tıp, bu doğum yöntemini çok benimsemez. Tıpkı bunun gibi, benim Gelecek Partisi ile ilgili duyduğum güven, sadece şahsen arkadaşlarıma duyduğum güvenle ilgili değil. Son derece sancılı ama doğal bir süreçle gerçekleşti. Sancılıydı çünkü üzerimizde çok baskı vardı. Öylesine bir baskı ki her bir kurucumuzun iş hayatında, kamu maliyesi ile ilgili denetim gibi sıkıntıları oldu. Denetim tabii ki bir haktır. Ama vergi denetimleri özellikle belli dönemde, belli kişilere yöneliyorsa burada başka bir boyut var demektir. Eşi veya yakını memur olan arkadaşlarımızın çoğu mağdur edildi. Ama böyle sancılı bir ortamda 152 insan “Biz varız” diyerek bunları göğüsleme kararlılığıyla ortaya çıktılar. Bütün bu parti kurulma süreçleri sonrasında beni en fazla etkileyen, gelenlerin, tebrikten hemen sonra “Sayın Başbakanım, cesaretiniz ve ekibinizin cesareti dolayısıyla sizi tebrik ediyoruz” sözünü söylemeleriydi. Bir ülkede parti kurmanın cesaret işi olmaması lâzım. Eğer bir ülkede parti kurmak cesaret işi ise, o cesareti gösterenler için bu bir kredidir, primdir. Ama o ülke için çok negatif bir durumdur.

Çakır: Peki ne yapılıyor? Diyelim ki Anadolu’da birileri Gelecek Partisi’ni örgütlemek istiyor. Onların önünde birtakım yasal, idarî, malî, hatta adı konmamış…

Davutoğlu: Şöyle anlatayım. Bir kere, ortam ve iklimin etkisinden dolayı insanlarda şöyle bir kanaat uyandırıyor: “Siz haklısınız. Doğru şeyler söylüyorsunuz. Eminiz doğru şeyler yapacaksınız. Ama şimdilik biz bu resimde olmasak da destek versek.” İkincisi, şimdi ismini zikretmeyeyim, bazı illerde kişilere gidiliyor ve “Şu tür temaslarda olduğunuzu görüyoruz. Bunlardan uzak durmanız sizin için daha iyi olur.” Ya da “Bu tür temaslara dikkat edin. İşiniz var, gücünüz var” gibi suret-i haktan görünen baskılar oluyor. Bazen de doğrudan baskılar yapılıyor. Mesela partide eşi veya bir akrabası memur olan biri görev almıştır; memuriyeti olanlara doğrudan bir mobbing uygulaması başlıyor. Bunlar üzücü şeyler. Bir ülkede bir siyasî parti kurmak için yola çıkanların veya bir fikri ortaya koyan kişilerin alanını ne kadar daraltırsanız, o ülkenin zihnî kapasitesi o kadar daralır. Buna rağmen çok doğal bir süreç oldu. Ak Parti içinde itirazlarımızı yaptık. Yıllarca kapalı kapılar ardında yaptık. Başbakanlığıma mal olacak şekilde, kamuoyuna yansıtmadan, parti içinde, hükümet içinde devlet sistemi içinde farklılıklarımızı ortaya koyduk. Sonra, kapalı kapılar ardında ama parti mekanizmaları içinde koyduk. Yetmedi; baktık olmuyor, bu sefer kamuoyu önünde itirazlarımızı dile getirdik; malûm, 22 Nisan 2019 Manifestosu. Ondan sonra konuşmalar oldu. Biz ayrılmadan, partiden ihraç edilmemize karar verildi ve sevk edildik. Ondan sonra partileşme süreci başladı. Burada suni olan hiçbir şey yok. Gayri samimî bir üslûp hiç yok.

Çakır: Ama sanki siz bir şeye mecbur bırakılmışsınız gibi bir izlenim var. Yani AK Parti’den istemeye istemeye koptuğunuz gibi bir imaj var. Bu doğru mu?

Davutoğlu: Öyle. Ben AK Parti’nin genel başkanlığını yapmışım. Girdiği 6 seçimin 2’si benim başkanlığımda olmuş. O kitlerle hemhâl olmuşum. 81 vilayette defalarca mitingler yapmışım. O yapı bana yabancı bir yapı değil. O yapının kitle dokusu hâlâ yabancı değil. Ama o yapının tepe dokusu kesinlikle yabancı. Benim anlayışıma yabancılaştı. Benim derken, şahsımı kastetmiyorum. AK Parti’yi kuran iradenin ortak iklimine, ortak kültürüne de yabancılaştı. O zaman iç içe olan doku birbirine yabancılaştıkça yavaş yavaş birbirinden ayrışıyor. Artık benimsemediğiniz bir noktaya geldiğinde karşılıklı bir şekilde ayrılıyor. Tamam, bu da olabilir, yanlış bir şey değil. Evliliklerde de ayrılıklar olabilir. Kaldı ki bu evlilik değil, organik bir yapı. Ama bu ayrılıktan sonra dahi insanların nezakete, hukuka riayet etmeleri lâzım, bu herkese lâzım. Bundan sonra öylesine nezaketsiz tutumlar sergilendi ki. Benim eski bir başbakan olarak, bir yurtdışı ziyaretine gittiğimde, bir valiyi, bir belediye başkanını ziyaret etmem doğaldır. Yeni bir partinin genel başkanı olmak ayrı bir hususiyet. Ben başbakanken, çoğu zaman talep etmediğim halde havaalanlarında sıraya dizilenler, başbakanlıktan ayrıldıktan sonra da, devlet geleneği olarak beni ağırlayanlar, karşılayanlar, şimdi genellikle bir yere gittiğimde, oranın mülkî âmiri ya da görevlileri ya izinde oluyor, ya başka yerlere gitmiş oluyorlar. 

Çakır: Biraz “Dokunan yanar” olmuş galiba.

Davutoğlu: Öyle tabii. “Dokunan yanar”ın ötesinde bir şey. Bu iklim yanlış bir iklim. Biz onlarla birlikte yol aldık. Ben geçmişi anlatıyorum, ama sorunun ilk faslında güzel bir şey soruldu, onunla bağlayayım. Gelecek Partisi kurulduktan sonra o organik seyir devam etti. Beni çok mutlu ediyor. Şu anda 23 ilimize il başkanı atadık. Parti kurulalı 45 gün oldu. Hatta ben 1 hafta sonra Genel Başkan seçildiğim için ancak 40 gün oldu. 23 ilde ve bu illerin çoğunda il binaları tutuluyor. Biz her il heyeti oluşturduğumuzda söylüyoruz: Biz maddî imkânları olan bir parti değiliz. Herkes kendi ilinin çaresine bakacak. Şu âna kadar birçok ilde il binası tutuldu. İlk il başkanlığı olarak İstanbul İl Başkanlığı’nı inşallah bu Pazar günü açıyoruz. 

Pişirici: Hangi semtte?

Davutoğlu: Küçükçekmece’de. Sorma sebebini biliyorum Sedat Bey. Çünkü daha önce, benim de çocukluğumun, gençliğimin geçtiği, evlendiğim, çocuk sahibi, torun sahibi olduğum Bahçelievler’de bir yer tutmuştuk. Ama maalesef bir anda belediyede o binanın tadilata uygun olmadığı kanaati hâsıl oldu ve mühürlendi. Hatta orada, beni tanıyan, benim çocukluğumu gençliğimi bilen esnaf, “Gidip o binanın önünde belediyenin mührüne karşı tepki gösterelim” dediler. Ben “Hayır. Biz bu mahallenin çocuklarıyız. Bunların hepsi geçer” dedim. Evet, maalesef Küçükçekmece’de –maalesef demeyeyim, Küçükçekmece çok güzel bir ilçe– ve çok güzel bir bina tuttuk. Dolayısıyla süreç planladığımız şekilde devam ediyor. 

Hatırlarsanız sizinle ikili ziyaretlerinizde de şunu söylemiştim: İtiraz sürecimiz var. “İtirazımız dinlenirse parti içinde ne yapacağımıza bakarız. Dinlenmezse mutlaka bir ayrışma gelir. Nasıl olacağını ben de bilmiyorum, ama bu ayrışma sonrasında yeni bir partileşme zaruret halini alır” demiştim. Bunun için 2020 başını işaret etmiştim. 

Çakır: Hocam, Sedat Pişirici bir şey soracak ama önce şunu tamamlamamız lâzım. Herkes şunu merak ediyor. Benim, yakından izleyen bir gazeteci olarak birtakım cevaplarım var, ama hâlâ net cevabı bildiğimi söyleyemem. Ne oldu da oldu? Ben çok iyi hatırlıyorum; siz Başbakan Erdoğan’ın Başdanışmanı olarak Kopenhag’daki zirveye katıldığınızda ayaküstü bir sohbetimiz olmuştu. O tarihten sonra Büyükelçi oldunuz, Başdanışman oldunuz, daha sonra Dışişleri Bakanı oldunuz. 27 Ağustos 2014 tarihinde AK Parti Genel Başkanı ve Başbakan oldunuz. 22 Mayıs 2016’da da istifa etmek durumunda kaldınız. Herkesin ayrı ayrı öyküsü var. Ama Ahmet Davutoğlu’nun, böyle bir kariyerin ardından ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın tercihiyle Ağustos 2014’te yerini devrettiği isimsiniz — ki en güvendiği isim olduğunuzu varsayıyoruz tabii. O kadar kısa süre içerisinde ne oldu? Çünkü 27 Ağustos 2014’le, 22 Mayıs 2016 arası çok uzun bir süre değil. Buradaki mesele kişisel bir mesele mi, siyasî bir mesele mi, hepsinin karışımı bir mesele mi? Üstelik bir de Pelikan yapılanması gibi bir meseleyle, saygınlığınız zedelenecek bir şekilde gitmek durumunda kaldınız. Ne oldu da böyle oldu? Bunun cevabını tam olarak alabildik mi Sedat? 

Pişirici: Bunun cevabını alamadık. İzleyici de bu konuda pek çok soru sormuş. Bu soruya şunu da eklemek isterim: Siz AK Parti’den mi ayrıldınız, Recep Tayyip Erdoğan’dan mı ayrıldınız?

Davutoğlu: Bu güzel bir soru. Biraz önce söylediğim gibi, doğal ilişkiler önemli. Beni tanıyanlar bilir, siyasî hayata özel bir meylim olmadı. Hep akademik hayat içinde kalmaya çalıştım. Rahmetli Erbakan Hocamız 95 seçimlerinde milletvekilliği adaylığı teklif ettiğinde ve arkasından parti içinde de bazı görevler almamı istediğinde izin istemiştim. Bence Türkiye’de temel mesele, siyaset önemli olmakla birlikte bir zihniyet meselesi. Önce bu zihniyeti dönüştürmek lâzım. Siyaset o zihniyet dönüşümüyle anlam taşır. “Müsaade edin ben akademik hayatta kalayım” dedim. Ve bu pozisyonumu da 2002 yılına kadar korudum. O zaman birçok partiden teklif geldi. Çünkü gerçekten de zihniyet meselesi olduğuna inanıyordum, şu anda da öyle. Bir zihniyet paralelliği olduğu zaman, ben Başdanışman olarak da, Dışişleri Bakanı olarak da, Başbakan olarak da, Sayın Erdoğan’la birlikte çok da iyi bir ilişki, karşılıklı saygıya dayanan bir ilişki yürütebildik. Nedir bu zihniyetin parametreleri? Gençliğimizden beri önem verdiğimiz hususlar var; düşünce özgürlüğü, şeffaflık, siyasî ahlâk gibi temel bazı ilkeler var. Siz ister akademik hayatta olun, ister siyasî hayatta olun, isterse iş hayatında olun, hayatınıza anlam katan birtakım ilkeleriniz var. Bunlar birlikte olduğu zaman çok iyi bir dönem yaşadık. Gururla anıyorum o dönemi. O dönemde ben Başdanışman olarak Sayın Başbakan’la son derece seviyeli, düzeyli, karşılıklı saygıya dayanan bir ilişkimiz vardı. Çünkü bir şey olduğunda benim makamlarda kalmayacağımı o da biliyordu. Nitekim 2007 genel seçimlerinde ben akademik hayata dönmek için müsaade istedim. Şimdi kapatılması, tasfiye edilmesi için uğraşılan Şehir Üniversitesi’ni kuruyorduk o zaman. Ve gerçekten de niyetim, Şehir Üniversitesi ve diğer akademik hayatta o zihniyet dönüşümüne öncülük etmekti. O dönem AK Parti’nin pozisyonu da haklı bir yerdeydi. 27 Nisan 2007’de e-muhtıra vardı, ama AK Parti doğru bir yerdeydi. Dolayısıyla AK Parti ile Tayyip Erdoğan’ı ayırmak da mümkün değildi. Ben de onun bir parçasıydım ve hâlâ bununla gurur duyuyorum. 27 Nisan e-muhtırası karşısında nasıl bir çelik irade sergilediğimizi herkes gördü. 

Ben akademik hayata dönmek için Sayın Erdoğan’dan müsaade istedim. Peki, ben neden siyasette kaldım, bunu kamuoyunun bilmesi önemli. Bazıları hırs, ihtiras diyor. Ama en önce Sayın Erdoğan bilir. Benim ihtirasım olsa, 2007’de girer ve bakan olurdum. Ben Mart 2008’de parti kapatma davası başladığında ve Sayın Erdoğan’ın etrafındaki bir kısım insanlar başka limanlar aramaya başladıklarında siyasete girdim. O zaman ben “Bu demokrasi ve özgürlükler için bir savaştır. Ben buradayım ve sonuna kadar yanınızdayım” dedim. Ve öyle girdim siyasete. O zaman Dışişleri Bakanlığı’na getirildim. Gittiğim yerlerde “O sizi Dışişleri Bakanı yaptı. O sizi şu, bu yaptı” ifadesi de çok sık kullanılıyor. Hayır. Bu, insanların şahsiyetini yok saymaktır. Biz belli vasıflara sahip olmasaydık zaten onu hak etmezdik. Teveccühe teşekkür ederiz. Ama bir insanı yoktan var etmek gibi bir iddia yanlış.  Ancak bu konuda Allah’a, anne babama ve aileme borçlu olduğum şeyler var. Tabii arkadaşlarıma, Cumhurbaşkanı’na müteşekkir olduğum şeyler var. Ama hiçbir zaman bunların peşinde koşmadım. O dönemde, bu idealleri yaşattığımız, bu ilkeleri birlikte hayata geçireceğimizi düşündüğüm için siyasete girdim ben. Herkes de bilir ki, o dönem Sayın Başbakan’a ve Sayın Cumhurbaşkanı’na oklar gelmesin diye kendimizi siper ettiğimiz çok dönem oldu. Ve bu da gerekliydi. 27 Ağustos’ta Başbakan olduğumda da, bu güvenin bir yansıması olarak, o dönem seçilmiş Sayın Cumhurbaşkanı olarak dönüp, bize olan güveninde ısrar ederek “Emanetçi Başbakan istemiyorum” dedi bana kongrede. Bu çok açık bir şey. Emanetçi Başbakan istememek, aslında ilişkimizin doğasında olan bir şeydi. Ben o konuşmayla birlikte Başbakan oldum. O kongrede, bizden sadece iki şey istedi Sayın Cumhurbaşkanı. Birincisi, “FETÖ’yle mücadele edeceksiniz” — ki hep ettik ve etmeye de devam edeceğiz. İkincisi, “Çözüm sürecini devam ettireceksiniz. Bunlar benim emanetlerim” dedi. O iki emaneti kamu düzeni bozulmasından itibaren terörle mücadeleye başlarken bile, çözüm süreci bağlamında Sayın Cumhurbaşkanı’nın söylemlerinin dışına çıkmamaya özen gösterdik. Sonrasında çözüm süreci neredeyse suç gibi görülmeye başlandı. 

Peki, nerede bozuldu bu? Ben geriye dönüp baktığımda, çok daha soğukkanlı bir değerlendirme yapıyorum. Birçok kişi bunu, benim Başbakan olarak, Sayın Erdoğan’la yaşadığım ihtilâfla ilişkilendirdi. Ben de ayrılırken şöyle düşünüyordum açıkçası: Araya giren birtakım unsurlar ilişkimizi bozdu. Benim ilkelerim var, Cumhurbaşkanımızın talep ettiği şeyler var. Ama bunlar çatışıyor. “Şeffaflık Yasasını çıkaralım” diyorum – “İl başkanı bulamazsınız” deniyor. Siyasî ahlâk yasası diyorum — “Olmaz, Meclis’e göndermeyin” deniyor. “Düşünce özgürlüğü” diyorum, birtakım şeyler üzerinde ısrar ediyorum. Bir ayrışmazlık var. Çok samimi söylüyorum, şöyle düşündüm ve bu kişisel bir itiraf olmasının ötesine geçti; birtakım ayak oyunları ve bahsettiğiniz yapılanmalar gibi insan şahsiyetini rencide edici boyutlara geldi. Hayatı, bu memleketin dışında hiçbir yerde uzun süre geçmemiş, hiçbir irtibatı olmamış, bütün emeğini, zikir terini, alın terini, her şeyini bu memlekete vermiş benim gibi bir insana, “Alman ajanı” suçlaması yapıldı. Bunu yapan kişilerle, arkasındaki güçler arasındaki irtibatı ve talimatları biliyorum. Öyle bir yer gelir ki, ilişkiyi korumak için birinin fedakârlık yapması gerekir ve çekildim. Ben çekilirsem, Sayın Cumhurbaşkanına dönük olarak söylenen “Davutoğlu şunları şunları planlıyor, liderlik yarışı içinde” gibi argümanlar biter,  işler rayına girer diye düşündüm. Hem ben devletin Cumhurbaşkanlığı ve Başbakanlık arasındaki ilişkiyi, hem de Sayın Cumhurbaşkanımızla aramızdaki şahsî hukuku korurum diye düşündüm. O gün yaptığım konuşma da oydu. Ama öyle bir hâl yaşandı ki 3,5 yıl, sanki ben darbeyle devrilmiş bir başbakan gibi –ki öyle oldu–, 12 Eylül’de Sayın Demirel’e, Sayın Ecevit’e uygulanan yasaklar neyse, bana uygulanmaya başlandı; konferanslarım iptal edildi, konuşmalarım yasaklandı, eşimin konferansları yasaklandı. Televizyonlarda adım, eğer eleştirilirsem anıldı. Birisi bana hakaret edecekse serbest ama birisi hakkımı hukukumu savunduğu zaman yasak. Öyle bir ortam ortaya çıktı. O zaman “Demek ki bu mesele benim başbakan olmam ve bir lider olmamla ilgili değil, başka bir boyutu var” diye düşünmeye başladım. 

Şimdi geriye dönüp baktığımda ve şu an Türkiye’nin geldiği noktaya baktığımda, birbiriyle irtibatlı olmayan dört çevrenin, benim başbakanlıktan ayrılmam konusunda mutabık kaldığını görüyorum. Bunlar, Türkiye’de 1 Kasım seçimi sonrasında, 4 yıllık istikrarlı, seçimsiz bir dönemin Başbakanı ve Cumhurbaşkanının uyumlu bir şekilde devam etmesini istemediler. Bazıları statükonun sürmesini istedi, bazıları istikrarsızlık istedi. 

Çakır: Bunların isimlerini verir misiniz?

Davutoğlu: Vereceğim. Bunu ilk defa burada tasnif ederek söyleyeceğim. Bir, kripto FETÖ’cüler ve FETÖ unsurları — ki bir kısmı bahsettiğiniz Pelikan Çetesi içinde de mevcuttur. Onların geçmişte yazdıklarına bakın. Sonra bana karşı yürüttükleri mücadeleye bakın. Aynı kişilerin, bir müddet sonra Sayın Cumhurbaşkanı’na karşı mücadele edeceklerini de söyleyebilirim. Bu çevreler, Türkiye’de seçimlerden 8 yıl sonra bir darbe yapmanın mümkün olmadığını bildikleri için, hesapları şuydu: “Davutoğlu ile birlikte bir kriz çıkar, parti bölünür. Ve sonra Türkiye’de istikrarsızlık şartları içinde 15 Temmuz’a gidilir.” Muhtemelen böyle bir hesapları vardı. Çünkü biliyorlardı ki ben başbakan olarak kalsaydım, Cumhurbaşkanı ile o zaman anlaştığımız şekilde, Ağustos ayındaki Yüksek Askerî Şûra’da, 15 Temmuz’u planlamış olanların geri kalanını tasfiye edecektik. Bir kısmını 2015’teki Askerî Şûra’da tasfiye etmiştik. Ve bir daha darbe şartları oluşmayacaktı. Benim ayrılıp, bir kriz ortamının doğmasından faydalanacaklardı. 

İkinci unsur da, öyle veya böyle, FETÖ üzerinden ya da FETÖ’yü tasfiye ettikten sonra veya başka şeylerle, Türkiye’nin 90 yıllardaki devlet anlayışını geri getirmeye çalışan unsurlar. Bunlar için kimin ne kullandığı önemli değil. Türkiye’nin kontrol edilebilir bir ülke olması önemli. Kontrol edilebilirlikten kastım, düşünce üretmeyen, slogan üreten, gerektiğinde vidaları sıkan ve her yerde özgürlükleri kısıtlayan…

Çakır: Burada kastınız daha çok dış güçler mi?

Davutoğlu: Dış ve iç güçler.

Pişirici: Derin devleti mi kastediyorsunuz?

Davutoğlu: Eskiler “Derin Devlet” derlerdi, ama bunun ötesinde bir husus bu. Şu anda AK Parti’ye destek veren unsurlara bakın. 

Pişirici: 90’lardaki unsurlar.

Davutoğlu: AK Parti’ye destek veren kişilere bakın. Apo’ya çiçek verip, 28 Şubat’ın en sert destekçisi olup, o dönemde bize, AK Parti’ye oy veren kitlelere zulmeden kişiler, şimdi “AK Parti’nin politikalarını biz belirliyoruz” diyorlar. Neredeyse AK Parti adına konuşuyorlar. 

Çakır: Bu söylediğinizi şöyle anlıyorum hocam. Bugün AK Parti iktidarıyla ittifak yapan unsurların hemen hepsi, kaba tabirle sizin “ipinizi çektiler”. 

Davutoğlu: Evet. İkinci unsur buydu. Türkiye’nin 2000’li yılların başlarında girdiği özgürlükçü, demokratik, iddialı, Karayipler’den Pasifik Adalarına kadar dünyanın her yerinde dış politika yürütebilen bir Türkiye yerine, sadece Kürt, Ermeni, Kıbrıs kıskacı içinde daralan ve sınırlarına çekilen bir Türkiye’yi isteyen bir çevre var. Bunlar dışarıdan ve içeriden beslenen çevreler. Bu karşımıza bazen İsrail yanlısı olarak çıkar, bazen Avrasyacı, bazen başka türlü çıkar. Ama biz AK Parti’yle Türkiye’nin ufkunu açmak için yola çıkmıştık. Bunlar AK Parti’yi dönüştürmek isteyen unsurlar. 

Üçüncü unsur da statükonun sürmesini isteyenler. Bunlar da, AK Parti iktidarının özellikle son dönemlerinde, ihaleler-AVM-rant üçgeninde ciddi sermaye biriktirmiş unsurlardı. 

Pişirici: AK Müteahhitler. 

Davutoğlu: Öyle demek istemem. “AK” ifadesinin yanına herhangi bir şey koymak istemem. AK Parti’nin kitlelerine hâlâ çok saygım var. O kitleler benim ne söylemek istediğimi bilirler. Ve o kitleler benim ayrılmamı hâlâ içlerine sindirebilmiş değiller. AK Parti kitlesine saygım sonsuzdur ve biz onlarla hep birlikte olacağız. Belki bir kısmı AK Parti’ye oy bile vermeyen ama Cumhurbaşkanı’na mümkün olduğu kadar yakın durarak rant ilişkilerini sürdürmek isteyen çevreler diyelim. Bunlar imar yasasından rahatsız oldular. Çünkü imar yasasıyla, betona yapılan yatırım yerine, oradan Türkiye’nin ürettiği kaynak olarak ne varsa, bunu sanayiye ve AR-GE’ye aktarabilmek için imar yasasını getirmeyi düşünüyordum. İmar yasası benim ayrılmama sebep olan unsurlardan biridir. Neden imar yasası? İki sebebi var bunun. Ben o zaman müteahhitleri topladım ve “Benim size karşı herhangi bir olumsuz tavrım yok. Aksine sizin işinizi kolaylaştırmak istiyorum. Bundan sonra kimseye rüşvet vermek zorunda kalmayacaksınız. Bir imar müdürüyle perde arkasından görüşmek zorunda kalmayacaksınız. Kimse size gelip ‘Buraya şunu yap, karşılığında bunu yap’ diyemeyecek. Kurallar belli olacak. Bütün imar değişiklikleri ânında bilgisayarda yayınlanacak ve herkes kuralları bilecek ve buna uyacak” dedim. Bunun iki sebebi vardı. Biri, buradaki yolsuzluk çarkını kırmak. İkincisi, imar üzerinden, inşaatın giderek artan kârlılığı dolayısıyla sanayiyi terk ederek inşaat sektörüne kayan kaynakları sanayide tutmak ve sanayiyi teşvik etmek. 

Çakır: “Yolsuzluk çarkını kırmak” dediniz. Demek ki bir çark vardı. 

Davutoğlu: Var tabii. Bu her dönemde olmuştur. Ben hayalperest değilim. Ekonomi politik denilen bir olgu var; ekonomi ile politikanın iç içe geçtiği alanlar. Zaten üniversitede lisans derecesini tercih ederken, ekonomi ile politikayı aynı anda okudum. Önce ekonomiyi bitirdim, sonra politikayı. Çünkü bu ikisinin birbirinden ayrılmaz bir boyutu var. Dünyanın her yerinde bu çark vardır. Türkiye’nin de her döneminde olmuştur. Ama siyasî otoritenin birinci görevi: Kendisi bu çarkın içine girmeyecek. Ben Başbakan iken, herhangi bir müteahhit gelip benimle müzakere edemez. Hatta birisi “Sayın Başbakan çok dürüst, iyi, fakat onunla müzakere edemiyoruz” demiş. Edemez. Biz kuralı koyarız, müteahhit kurala uyar. Kim uyarsa ihaleyi de o alır. 

Çakır: Hocam, dördüncü unsuru da söyleyin, sırada çok sorumuz var. 

Davutoğlu: Evet, ama ilk defa bu şekilde tasnif ediyorum. Bunun bilinmesi lâzım. Dördüncü unsur da, AK Parti’yi şahsî veya ailevî bir miras olarak görüp, AK Parti’nin mutlaka aileden bir şekilde devam etmesi gerektiğini düşünen çevreler. Bunlar da çok iyi biliyorlardı ki ben orada kaldıkça AK Parti kurumsallaşır ve tek tek aile içinden –bu Erdoğan Ailesi olur veya başka birisi olur– birileri siyasete girer, ama AK Parti şahsî veya ailevî miras haline dönüşmez. 

Bu dört çevrenin, çıkarları farklı olsa da anlaştığı bir şey vardı: Davutoğlu Başbakan olarak kalırsa biz hedefimize ulaşamayız. Ve dikkat edin, benden sonra bu dört çevrenin kendi aralarında birbirleriyle mücadelesi, ihtilâfları başladı. Bu, Sayın Cumhurbaşkanı ile benim aramda olan şeyler değil. Kimi zaman onu, belki de kimi zaman beni tahrik ederek arayı bozan unsurlar olabilir. Ama bu dört çevre, 5 Mayıs günü hedefine ulaştı. Ben o zaman bütün bunları görmüş olsaydım, belki başka türlü davranırdım. Ama benim o zaman samimi kanaatim şuydu: “Ben Başbakanlığı hakkıyla yapmak istiyorum. Sayın Cumhurbaşkanı seçilmiş bir Cumhurbaşkanı olarak güç kullanmak istiyor. 12 Eylül Anayasası aramızda bir problem alanı oluşturuyor. Ben çekilirsem, devlet işleyişe kavuşur. Benim de Sayın Cumhurbaşkanı ile şahsî ilişkim devam eder” diye samimiyetle düşünmüştüm. Ama geldiğimiz noktada, hem devlet ilişkileri sıhhatli yürümedi, hem AK Parti kurumsallaşmadı. Hem de Şehir Üniversitesi, hele hele Bilim Sanat Vakfı’na kayyum atamaya kadar giden bir intikam, bir nefret objesi haline geldim. Benim o hale gelmem bile kabul edilebilirdi. Şahsen, çile çekersiniz, kapatırsınız… 

Çakır: Burada bir soru sorayım. Aslında cevabını bildiğim bir soru soracağım. Önce Şehir Üniversitesi, ardından Bilim ve Sanat Vakfı. Bu iki kurum, Ahmet Davutoğlu ile birlikte anılmasaydı, herhalde dokunulmazdı.

Davutoğlu: Tabii dokunulmazdı. Ama bu iki kurum da Ahmet Davutoğlu ile var olmadı, Ahmet Davutoğlu’nu tasfiye etmekle de bitmez. Bir yapıyı kuran kişi ya da heyet, o kurduğu yapıyı kurumsallaştırırsa, vazifesini yapmış olur ve artık çekilmesi lâzım. Evet, Bilim ve Sanat Vakfı’nın kurucuları arasındaydım. Hatta resmî kurucuları arasında ben yoktum, çünkü o zaman yüksek lisans öğrencisiydim. Elimde bir mülk de yoktu. O zaman çalışan arkadaşlardan 3 kişi kurucu oldu. Biz de fikren katkıda bulunduk ve Türkiye’nin modern döneminin en özgün vakfını kurduk. En özgün geleneğini oluşturduk. Bunu hiç şüphe duymadan söylüyorum. Tanzimat’tan beri, Doğu ile Batı’yı, bilimle sanatı, kültürü böyle meczetmiş ikinci bir tecrübeyi söyleyemezsiniz. Doğu ve Batı medeniyetlerinin bütün klasiklerini çalışma etüdü haline getirmiş ve şu anda da devlet sisteminde –üzülerek söylüyorum– kayyum olarak atanan kişiler dahi, Bilim Sanat Vakfı’ndan ders aldılar. Acı olan bu. 

Bilim Sanat Vakfı’nın böyle özgün bir tecrübe olarak devamının sağlanması, benim şahsileştirmememe bağlıydı. 2002’de Başdanışman olarak atandığımda, benim Bilim Sanat Vakfı’nın Mütevelli Heyeti Başkanı olarak kalmamda hiçbir engel yoktu. Kanunen de yoktu. Ama ayrıldım. Çünkü bürokrasiyle vakıf işlerinin birbirine karışmaması gerekir. O zaman siyasetçi de değildim. Bilim Sanat Vakfı’ndaki arkadaşların hepsi zaten benim siyasette yer almamı arzu etmeyen arkadaşlardı. Başbakanlığı bırakıp oraya geldikten sonra bana, “Hocam, ne yaparsanız yapın, siyasetin doğasının, gücün ürettiği yozlaşmadan kaynaklanan bir yıpranma yaşanıyor. Gelin derslere devam edelim. Siz tekrar Vakfa dönün” teklifinde bulundular. Ben o zaman şunu söyledim: “Ben ilmî akademik faaliyetlere dönerim, ama artık şunu biliyorum: Bundan sonra sadece İbn Rüşd ile Gazzâlî arasındaki görüş ayrılıklarının felsefi arka planını yazarsam özgürlük var. Ama Türkiye’nin demokratikleşme ile ilgili sıkıntılarını yazarsam yine özgürlük yok. Şu anda vakıfların da iş yapması özgürlükler ve siyaset üzerinden. Ayrıca geri dönmem, çünkü sizler çok iyi idare ediyorsunuz.” 

Çakır: Hocam, kusura bakmayın bölüyorum, Sedat Pişirici soru soracak, ama şu içimde kalmasın. İngilizcede “Welcome to the club” lafı vardır. Türkiye’de sizin başınıza gelenler, Vakfın, üniversitenin başına gelenler, şikâyet ettiğiniz bütün bu durumlar, sizin de çok aktif bir şekilde iktidarda olduğunuz dönemde, değişik kişilerin başına geldi. Sizin sıranız şimdi olması… 

Davutoğlu: Yalnız bunun sürekli zikredilmesi doğru bir şey değil. Bunu, karşı tarafa suçluluk duygusu verdirmeye gayret ederek zikredilmesi hiç doğru değil. “Welcome to the club” mı? Ben hayatım boyunca, Başbakanlık dönemimde de, bu tür düşünce özgürlükleri konusunda olabilecek en tutarlı davranışları sergilemeye çalıştım. Bunu en yakından sizler biliyorsunuz. Görüş ayrılıklarımızdan biri de buydu zaten. Bu yüzden zaten bana bazı eleştiriler de geldi. Hayatımda hiçbir zaman, düşünce özgürlüğünü kısıtlayan bir şeyin içinde olmadım. Geçen gün bir gazeteci de “Davutoğlu döneminde basına şu baskılar oldu, bu baskılar oldu” diye yazıyordu. Öyle bir şey var ki. İyi bir şey olduğunda “Erdoğan Dönemi” oluyor, kötü bir şey olduğunda “Davutoğlu Dönemi” oluyor. Ben 2 yıl Başbakanlık dönemi yaptım. Bir tek gazeteci, bir tek üniversite rektörü, akademisyen desin ki “Başbakanlıktan arandık” veya “Başbakan tarafından bir telefon geldi ve işimize engel olundu, düşüncelerimize müdahale edildi.” Hayır. Bir kere müdahalem oldu. O da haklı bir müdahaleydi; rahmetli Savcımız Selim Kiraz şehit edildiğinde, bütün nazik ricalarımıza rağmen bir gazete, Sayın Savcımızın alnına silah dayanmış resmini yayınladı. Ertesi gün o basın organının temsilcilerinin cenaze namazına girmesini istemedim. Çünkü bu sadece devlete karşı değil, onun ailesine karşı da yapılan ağır bir saygısızlıktı. Dolayısıyla, “Welcome to the club” lâfını çok duyuyorum. Ben hep bu “club” içindeydim. Ne 12 Eylül döneminde 12 Eylül’ü savundum. Ne 28 Şubat’ta 28 Şubat’ı savundum. Ne de herhangi bir dönemde, herhangi bir akademisyeni… bazı isimleri zikretmeyeyim. Prof. Dr. Büşra Ersanlı’ya yönelik yapılan birtakım operasyonlarda –ki kendisi çok saygı duyduğum bir akademisyendir– Dışişleri Bakanlığı dönemimde çıkıp “Ben Büşra Ersanlı’nın terörist olmadığını biliyorum” dedim. Bir bakan olarak bu net tavrımı koydum. Birçok noktada da böyle oldu. Bu, şu anlama gelmesin. Hata da yapmış olabiliriz. Diyelim öyle. Ama her gün insanlara, “Siz de geçmişinizle ilgili şunu yapın” diye söylemeye başladıklarında, özgürlük mücadelesi verme şansı kalmaz. Hepimiz için eksiklikler söz konusu olabilir. Ama ben kalben müsterihim; bilerek ve isteyerek, herhangi bir kişiyi veya herhangi bir vakfı, düşünce kuruluşunu, düşüncesinden, fikrinden dolayı doğrudan veya dolaylı olarak cezalandırma cihetine gitmedim. Dolayısıyla, Şehir Üniversitesi’ne, Bilim Sanat Vakfı’na yapılanları mazur gösterecek şekilde, benim de bazı şeyler yaptığım gibi bir kanaati kesinlikle reddederim. 

Pişirici: Peki, daha önce sorduğum “Siz AK Parti’den mi ayrıldınız, Recep Tayyip Erdoğan’dan mı ayrıldınız?” sorusuna cevap vermediniz. 

Davutoğlu: Evet doğru. Güzel soru. Ben ayrılırken, ayrılış şeklimle Sayın Erdoğan’la ayrılmış oldum. AK Parti’den ayrılmadım. Sayın Erdoğan’dan da ayrılmadım aslında. “Cumhurbaşkanımız” dedim. Parti içinde ne zaman çağırdıysa konuştum. Talep edip gittiğimi de zikrettim. Bu anlamda, ben ikisinden de ayrılmadım aslına bakarsanız. Sayın Cumhurbaşkanı’yla 5 kez uzun görüşmeler yaptım. Görüşlerimi çok sarih bir şekilde anlattım. Emin olun, 22 Nisan’da açıkladığım manifestonun bütün unsurlarını, yaklaşık 1 yıl önce, Ocak 2018’de Sayın Cumhurbaşkanı’na yazılı olarak verdim. Onun için kalben müsterihim. Onun için kimse beni ihanetle suçlayamaz. 

Pişirici: Yani Cumhurbaşkanı ne yapacağınızdan haberdardı. 

Davutoğlu: Bunları kamuoyuyla paylaşacağımı söylemedim. 1 sene sonra paylaştım zaten. Ama ne düşündüğümü biliyordu. Hatta 3,5 saat süren o görüşmede, yine iki eski dost olarak, aramızda çok hoş, nazik sohbetlerimiz oldu. Görüş ayrılıklarımız nedeniyle arada gerginlikler de oldu. Ama bunlar doğaldır. Ben bu konuda hiçbir zaman gündem saklayan, gündemi örtmeye çalışan, bir yerde bir türlü konuşup, başka yerde başka türlü konuşan bir tavır takınmadım. Konuşmalarım hep net oldu. Dolayısıyla, aslında ben ne Cumhurbaşkanı’ndan ne de AK Parti’den ayrılmadım. Düşüncelerimi ifade ettim. Ama mesela şu olsaydı; hatta bazı şeyler hakaret gibi söylendi, Ruşen Bey neyi kastettiğimi hemen anlayacaktır. Manifestoyu yayınladığımızda bana mal edildi ama bunu bir heyet olarak çalıştık ve yazdık. Ben çıkıp tek başıma söylemeyi tercih ettim çünkü arkadaşlarıma gelecek gereksiz baskılar da söz konusuydu. Yeni birtakım süreçlerle ilgili tedbir almak gerekiyordu. Ama Manifesto yayınlandığında bazıları son derece küstah bir şekilde şunu söyledi: “Aslında Davutoğlu’nun niyeti yeni bir oluşum veya itiraz etmek değil. Bir şekilde Sayın Erdoğan’dan bir makam almak. Bunun yolunu yapıyor” diyenler çıktı. Belki de beni yeterince tanımadıkları için. Ama bugün dahi şunu söylüyorum: Sayın Erdoğan, Sayın Cumhurbaşkanımız, o zaman bizi çağırıp “Tamam Ahmet Bey, bazı şeyler yanlış gitmiş olabilir. Nedir söylediğiniz?” diye sorsaydı, ben samimiyetle görüşlerimi paylaşır, hiçbir mevki ve makam kabul etmez, “Şunların yapılması doğru olur, şunların yapılması da yanlış olur” derdim. Türkiye’nin seçilmiş Cumhurbaşkanı olarak bugün de çağırsa, gider kanaatlerimi söylerim. Hiç çekinmem. İçimde ne Sayın Cumhurbaşkanı’na karşı bir öfke hâli var. Hele hele AK Parti kitlelerine karşı sadece muhabbet ve teşekkür hâli var.

Ama ne oldu? Sayın Cumhurbaşkanı bu yolu tercih etmek yerine, bizi ihraç etme yolunu tercih etti. Dolayısıyla aslında kendisiyle de, AK Parti’yle de bizi kopartan, o adım oldu. “Ânın gereğini yapmak” diye bir şey var. Yani şartlar ne gerektiriyorsa onu yapmak. O gün benim itiraz etmem gerekiyordu, itiraz ettim. İhraç edilme süreci başladığında, kendisine saygısı olan eski bir Başbakan olarak –Türkiye Cumhuriyeti’nde ilk defa bir başbakan kendi partisinden ihraç edildi– her şeye rağmen, olumsuz bir dil kullanmadan ama açıkçası geri adım da atmadan, partileşme sürecine gittik. O da o ânın gereğiydi. Yarın ne gerekiyorsa onu da yaparım. Burada bir ayrışma yok.

Şu anda ise, AK Parti’nin tepe kadrosuyla zihniyet olarak ayrıştık. Bazen dinliyorum onları, bana ithamlarda bulunuyorlar. “Bu arkadaşlar bunları nasıl söylüyor?” diye hayret ediyorum. Çünkü biliyorlar, o süreçleri yaşadılar. 

Pişirici: Peki hocam. Ruşen Çakır daha ayrıntılı olarak soracaktır, ama şu genel soruyla devam edelim. Süremiz de hızla daralıyor. Pek çok izleyici aynı soruyu sormuş: “Ne değişti? Biz Ahmet Davutoğlu’na neden inanalım? Ona neden oy verelim? Gelecek Partisi’nin AK Parti’nin bir başka versiyonu olmadığına neden inanalım?” İkna olmak isteyen bir seçmen var, onu görüyorum. Sorulardan da bu ortaya çıkıyor. 

Davutoğlu: Haklı bir soru. Değişmeyen şeyler var. Değişen şeyler de var. Önce değişmeyen şeyleri söyleyeyim.2016’nın Mart’ında, Nisan’ında, Türk siyasî sisteminin reforme edilmesini düşünen, bunun için şeffaflık yasasını, siyasî etik yasasını, siyasetin finansmanı yasasını çıkarmayı gerekli gören, aynı şekilde Türk ekonomi politiğindeki yolsuzluk kapılarını kapatmak için imar yasası dahil birçok tedbiri gerekli gören, düşünce özgürlüğü alanının genişlemesi gerektiğini söyleyen AK Parti Genel Başkanı ve Başbakan Davutoğlu ile, Gelecek Partisi Genel Başkanı arasında bir fark yok. Ben aynı insanım. 2002’de, “Komşularla Sıfır Sorun” da dahil olmak üzere, Türkiye’nin etkin dış politika anlayışını sürdürmek bakımından da aynı insanım. Bunların değişmesi gerektiğini de hiçbir zaman düşünmüyorum.

Pişirici: Varsayalım iktidar ya da iktidar ortağı olduğunuzda, o sözünü ettiğiniz, çıkartamadığınız dört yasayı, hemen çıkartır mısınız?

Davutoğlu: Kesinlikle. İlk yapacağımız iştir. Zaten programda var.

Pişirici: İmar yasasını değiştireceksiniz. Şeffaflık yasasını çıkartacaksınız. 

Davutoğlu: Tabii. Zaten bunlar programımızda var. Burada farklılaşan, bozulan, yozlaşan AK Parti oldu, ben olmadım. Benim arkadaşlarım da olmadı. Şu anda partiyi kurduğumuz arkadaşların hiçbirine yolsuzluk ithamında bulunulamadı. Ola ki bir itham olursa, araştırılır. Sayın Cumhurbaşkanı benim için “Dolandırıcı” gibi bir ifade kullandığında, hem devlet nezaketi itibariyle, hem şahsî hukukumuz itibariyle gerçekten aklım almadı. İnsan bazen vicdanını kaybedebilir, ama bu akıl almaz bir şey. 

Pişirici: Sizden korkuyor olabilir mi?

Davutoğlu: Onu bilemem. Öyle bir şey söylemek istemem. Ama o gün ben “İsteniyorsa benim birinci, ikinci derece akrabalarım dahil bütün yakınlarımın mal varlığı araştırılsın” dedim. Bir insan dolandırıcılığı niye yapar? Şahsına bir çıkar elde etmek için. “Hepsi araştırılsın, Meclise yani Yüce Divan’a çıkmaya hesap vermeye hazırım, herkes de hazır olsun” dedim. Bugün de aynı şeyi söylüyorum. Siyasîler inanıyorlarsa –inanıp inanmamaları ayrı konu– Allah’ın Yüce Divan’ından, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıysa Türkiye Cumhuriyeti’nin hukuk sistemi içerisindeki her türlü şeffaflık gerektiren süreçlerden çekinmemesi lâzım. Şunun için zikrediyorum: Dolayısıyla yapacağımız ilk çerçeve şeyler bunlar. Yine aynı şekilde, anayasal düzenin tümüyle değişmesi lâzım. Şimdi değişen şeyler bunlar. Bir tecrübe yaşadık 3,5- 4 yıl. Bu tecrübe bize birçok şey öğretti, birçok şey gösterdi; insanların iyi olma iddialarıyla sistem kuramazsınız. Kişiye bağlı sistem kuramazsınız. İnsanların her an yanılabileceğini de düşünerek sistem kuracaksınız. Kişilerin, güç sahibi olmakla daha etkin bir yönetim oluşacağını iddia edemezsiniz. Kişilerin güç sahibi olması sonrasında oluşabilecek yozlaşmaları engelleyebilecek denge mekanizmalarını sağlam tutacaksınız. Bunları biz süre içinde gördük. Ben birilerine bir şey ispat etmek durumunda değilim. Ama sorular haklı. Zaten onlar baktıklarında, yakın tarihi ve benim verdiğim mücadeleyi gördüklerinde hak vereceklerdir. 

Ama “Neler değişti?” diye sorulursa; Türkiye değişti. Dünya değişiyor. Türkiye değişiyor. Türkiye’deki siyasî aktörler değişiyor. Nesiller değişiyor. Bunlar değişirken, birisi “Ben değişmeden kalacağım” diyorsa o arkaik bir tutum olur. Benim, böyle arkaik bir tutumu, tarih bilen birisi olarak benimsemem zaten doğru olmaz. 

Çakır: Ben bunun devamı olarak bir şey sormak istiyorum: Sizin partinizin kurulma sürecinde ve –şu anda henüz kurulmadı ama– Ali Babacan’ın partisini yani iki partinin çalışmasını değerlendirirken, genellikle şu noktanın altını çizdim. Belki haberiniz olmuştur ya da izlemişsinizdir.

Davutoğlu: İzledim, Medyascope’u çok yakından izliyorum. Hepsini çok yakından izliyorum.

Çakır: Özellikle şunun altını çizdim: İki tarafta da, yani sizde de, Ali Bey’de de –ki o az sayıda açıklama yaptı, siz daha çok çıktınız– “Türkiye kötüye gidiyor. Türkiye şöyle oluyor. Türkiye iç politikada şöyle, dış politikada böyle” diye şikâyetleriniz var. Ama biliyoruz ki, Türkiye özne değil. Yani Türkiye durduğu yerden bir yere gitmiyor. Bunun bir öznesi var ve bunun öznesi de iktidar. İktidarda bir tek adam yönetimi var: Recep Tayyip Erdoğan. Ama ikinizde de, yani iki ayrı partide de –siz artık partisiniz, diğeri hâlâ girişim– olumsuzluk atfettiğiniz fiillerin öznesi gözükmüyor. Bunu ne zaman söylemeye başlayacaksınız?

Davutoğlu: Burada haksızlık yapıyorsun Ruşen Bey. Bazen siz de eleştiriye açık olmalısınız.

Çakır: Tabii.

Davutoğlu: Ben hiçbir zaman özneyi gizlemedim.

Çakır: Özne kim?

Davutoğlu: Elazığ konuşmamı düşünün. Aileyle ilgili konuştuğum şeyde, herhalde Elazığlı bir aileyi kastetmiyordum, değil mi? Bu aileye yönelik bir şey olduğundan değil, aileyi her zaman kutsal gördüm. Ailenin siyasete girmemesi yönündeki eleştirim kime yönelik olabilir?

Çakır: Tamam da, bunu ben söyleyecek olsam “Erdoğan Ailesi” derim.

Davutoğlu: Bir dakika. Siz gazetecisiniz. Ben ilkeyi koyarım. Benim görevim ilkeyi koymak. İlke, aileler siyasete girmemeli. Bu ilkeyi zikrettiğimde, makûl her insan burada ne kastedildiğini bilir. Zaten bana dönük öfkenin sebebi de ne kastedildiğini herkesin anlamış olmasıdır. Herkesin anlamadığı bir şey söyleseydim, partiden ihraç edilmezdim. “Ne olacak? Konuşsun orada. Bir kişi orada konuşuyor, kimse bir şey anlamıyor” derlerdi. Ayrıca, her seferinde söyledim. Her seferinde de özneyi açık bir şekilde dile getirdim. Biraz önce de, o dönemlerdeki ifadeleri içinde, bazen “Sayın Cumhurbaşkanımız”, bazen “Sayın Erdoğan” diyerek de özne üzerine konuştuk. Saklı bir özne konuşmadım. Program başlayalı ne kadar oldu Sedat Bey?

Pişirici: Hemen hemen 1 saat oldu.

Davutoğlu: 1 saatlik süreçte en çok ismi geçenlerden biri Sayın Cumhurbaşkanı.

Çakır: Ama şimdi şöyle bir şey var.

Davutoğlu: Ben akademik hayatta da çok yalın olmuşumdur, siyasî hayatta da. Ama şuna da dönüştürmem hiçbir zaman. Bu mesele Davutoğlu-Erdoğan meselesi değil. Birisi buna dönüştürmek isterse, buna da şiddetle karşı çıkarım. Benim meselem Sayın Erdoğan’ın iktidardan edilmesi, Sayın Erdoğan’ın üzülmesi ya da onun üzerine bir şey yönelmesi değil. Tabii ki şimdi Gelecek Partisi, farklı bir partiyiz, kendi iktidarımızı kurmak isteriz. Ama birisi Sayın Cumhurbaşkanı’na dönük şahsî bir şey yöneltirse de, ona da karşı çıkarım. Bu mesele şahıslar meselesi değil. Tek kişi yönetimine karşı çıkmak ne kadar doğruysa, Türkiye’nin siyasî geleceğini bir kişinin iktidarda olup olmamasına bağlamak da, yani Anti-Erdoğanizm denen şey de o derece yanlıştır. Ülke için düşüncesi olan söyler. 

Bazen onu da kullanıyorlar; iktidar basını, Cumhurbaşkanı’nın bana yönelik söylediği “ ‘Hukukuma riayet edeceğim’ dedin” sözlerini, o videoları dolaştırıp, beni güya köşeye sıkıştırmaya çalışıyor. Ben hep o hukuka riayet ettim. Hiçbir yerde Sayın Cumhurbaşkanı’nı itham, ilzam eden bir dil kullanmadım. Ailesine saygıda kusur etmedim. Ama bana, Rus uçağının düşürülmesinden, Suriye meselesine kadar hiç alâkam olmayan konulardaki ithamlar dışında, bir de “Dolandırıcı” dendi. Yani şu demek değil: Ben ilkelerine sadık bir insanım, doğru. “Hukuka riayet edeceğim” dedim, doğru. Ama şahsiyetsiz bir kişi gibi, “Benim onurum yerle bir edilirken sessiz kalacağım” demedim. Devlet adamı kimliğine sahip olmamış biri gibi, “bütün devlet işleriyle ilgili gelişmeler bir yere hamledildiğinde, ben susacağım” demedim. Ben aile hukukuna riayet ettim, hiçbir yerde benim Sayın Erdoğan’ın ailesine dönük en ufak… Hazine ve Maliye Bakanı’nı ayırırım, çünkü o artık aile ferdi değil, Türkiye Cumhuriyeti’nin bir bakanı. Eleştiriye de açık olmalı, onu eleştirmek de zinhar aile eleştirisi değildir. Eleştiriyi de fazlasıyla hak ediyor. Türkiye ekonomisinin geldiği yer malûm. Biraz önce rakamları aldım, hayretler içinde kaldım. Bakın, herkes işsizliğe bakıyor.  İşsizlikle ilgili sabah arkadaşlardan bir brifing aldım. İşsizlik rakamları; mevsimsel etkiden arındırılmış tarım dışı işsizlik, yüzde 15,5’i bulmuş. Genç işsizliği yüzde 25. Ama daha vahim bir rakam söyleyeyim size. Ben başbakanlığı bıraktığımda Türkiye’de istihdam, 27 milyon 900 bin kişiydi. Şu anda istihdam, 28 milyon 100 bin kişi. Yani 4 yılda Türkiye’nin istihdam kapasitesi ancak 200 bin kişi artabilmiş. Türkiye’nin nüfusunun artışını düşünün. Daha vahimi 1,5 yıl önce istihdam 29 milyon 300 bin kişiymiş. Yani 1,5 yıl içinde 1 milyon 200 bin kişi iş kaybetmiş Türkiye’de. Şimdi böyle bir tablo varken, bu tablonun birinci sorumlusunu eleştirmek aileyi eleştirmek değildir. O eleştiriye açık olacak. Ama onun dışında, benim eşimin tıpla ilgili konferansları iptal ediliyor. Şimdi bütün bunlar varken, kimse bizi bir sadakat testine tâbi tutamaz. Bu anlamda söylüyorum.

Çakır: Tamam, bu meseleyi şimdilik kapatalım, biraz daha somut şeyler üzerinden gidelim. Mesela, dün Saadet Partisi’nin düzenlediği Büyük Kudüs Mitingi yapıldı. Siz de Gelecek Partisi Genel Başkanı olarak o mitinge katıldınız. CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu katıldı. İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı katıldı. Demokrat Parti Genel Başkanı katıldı. Bu bir nevi, seçimlerdeki Millet İttifakı’nın bir yansıması gibi oldu. Size hep soruluyordur, bir de biz soralım: Biliyorsunuz, yeni sistemde koalisyonlardan ziyade seçim ittifakları öne çıktı. Tabii şu anda ortada bir seçim yok. Ama siz prensip olarak ittifaklara açık mısınız, kimlere daha yakın hissediyorsunuz?

Davutoğlu: Önce dünkü mitinge açıklık kazandıralım. Bir kere bu Millet İttifakı mitingi değildi. Bu, “Kudüs İttifakı” diyelim ve beni üzen boyutu da var, mutlu eden boyutu da var. Mutlu eden boyutu şu: Dünkü konuşmalarda Sayın Kılıçdaroğlu’nun konuşmasının metnini alın. Sayın Karamollaoğlu’nun konuşmasının metnini alın. Benim metnimi alın. Sayın Demokrat Parti Genel Başkanı’nın… Bütün konuşmaları alın ve sonra “Bunlar kimin konuşmalarıdır?” diye soyut olarak sorsanız, ayırt etmek mümkün değil.

Çakır: Ben sizinkini tanırdım.

Davutoğlu: Üslûptan tanırdın. Ama muhtevada… Sayın Kılıçdaroğlu’nun Hazreti Ömer’e, Selahattin Eyyubî’ye yaptığı atıflar ve kullandığı dil, AK Parti kitlesinde kimi rahatsız eder? Aslında geldiğimiz yer, bu anlamda sevindirici. Ben Sayın Temel Karamollaoğlu’na “Diğer partiler, özellikle AK Parti ve MHP de çağrıldı mı?” diye sordum, “Çağrıldı” dedi. Keşke Sayın Cumhurbaşkanı da katılmış olsaydı. Hep beraber olmuş olsaydık. Sayın Cumhurbaşkanı’nın metniyle, muhtemelen Kılıçdaroğlu’nun metni arasında çok az fark ortaya çıkacaktı. Bu, sevinilmesi gereken bir tablo. Kimsenin, buradan Kudüs meselesi gibi birleştiğimiz bir noktadan ittifak konusunu çıkarmaması lâzım. Yarın Kudüs ile ilgili bir miting olsa ve AK Parti-MHP organize etse ve bizi çağırsa ona da katılırım. Kudüs konusunda benim hassasiyetimi cümle âlem bilir. Filistin konusundaki hassasiyetimi de. Oraya da katılırım. Dün katılmakta tereddüt etmedim. Hayırda birlikte olmak konusunda hiç kimseyi dışarıda tutmak gerektiğini düşünmem. Yine benzer konularda, anlaştığımız konularda çağrılırsam yine katılırım. Dün, AK Parti’den, bu ittifaklar meselesi üzerinden sosyal medyada bazı eleştiriler gelmiş. Hatta bazıları bunu dinî konulara tahvil etmeye çalışmışlar. Bunlar istismar. Türkiye’de Kudüs de dâhil olmak üzere mutabık kalınan hususların tahkim edilmesi ve kutuplaşmanın önüne geçilmesi lâzım. 

Buradan ittifaka geçersek… İttifaklar Türkiye’de birdenbire doğmadı. Bir atmosferle doğdu. Sistem değişti ve ittifaklar zaruret halini aldı. Dolayısıyla bunlar kalıcı ittifaklar değil. Yani Alman sisteminde olduğu gibi CDU ile CSU arasındaki siyasî ittifak gibi bir ittifaktan bahsetmiyoruz. 

Çakır: Konjonktürel.

Davutoğlu: Konjonktürel. Eğer anayasa değişikliği olmamış olsa, herkes kendi başına girmeyi tercih ederdi; çünkü herkesin çıkarına olan oydu. 2018 Mart’ında İttifak Yasası çıktığında, o dönemde AK Parti eski Genel Başkanı ve AK Parti Milletvekili olarak, Sayın Cumhurbaşkanı’yla yaptığımız bir görüşmede kendisine, “İttifak Yasası’nı çıkarmayın, bu herkesten daha çok, AK Parti’ye zarar verecek” diye ifade ettim. “AK Parti’ye zarar verecek çünkü AK Parti’nin dokusunu bozacak. MHP’ye de zarar verecek, onun da dokusunu bozacak. AK Parti’nin Kürt seçmenle olan mesafesi kadar, İç Anadolu’da da MHP ile rekabete başlayacak.  Bu sebeple biz muhtemel bir seçimde –ki o zaman daha seçim belli değil– AK Parti-MHP İç Anadolu’da oy kaybedecek. Doğu’da da Kürt seçmeni kaybedecek. Ayrıca partinin dokusu bozulacak” diye izah ettim. Bu konuda da görüşlerimi muhtevî bir metinde takdim ettim. Sayın Cumhurbaşkanı’nın oradaki hesap hatası şuydu: “Biz burada bir ittifak kurarız, karşı taraf kuramaz.” Siyasette, karşı tarafı küçük gördüğünüz ve hafife aldığınız anda siyasetçi kaybeder. 

Çakır: Bir de orada sanki şöyle bir şey var: HDP’yi bir tür, ittifakı imkânsızlaştıran unsur gibi algıladı, ama 31 Mart’ta böyle olmadı.

Davutoğlu: Zaten problem de burada. Bazen aşırı güç kazandığınız ve sürekli başarılar… Ben bunu bir gücün ortaya çıkardığı bir yanılsama olarak bir makalede anlatmaya çalışmıştım. Bir müddet sonra, sizin her şeyi yapabileceğiniz ama karşı tarafın bir şey yapamayacağı kanaati sizde hâsıl olmaya başlar. O kadar aşırı bir güç. Hâlbuki AK Parti herkese açık bir siyaset takip etseydi ve en başından, kendi içinde farklı düşünenleri dahi ihmal etmeyip kazanmaya çalışsaydı Sayın Cumhurbaşkanı, şu anda AK Parti bu noktada olmazdı. Biz onu bu anlamda bir iç muhasebeye davet etmiştik. 

Şimdi gelelim bu konjonktüre. Ben bu konjonktürde de ittifakların kalıcı olduğu kanaatinde değilim. Ne “AK Parti-MHP ittifakı mutlak anlamda bir sonraki seçime kadar sürecek” diyebiliriz, ne de diğer ittifak bağlamında, “Millet İttifakı problemsiz yürüyebilecek bir ittifaktır” diyebiliriz. Konjonktür bunları belirleyecek. 

Ama ben Türk siyaseti açısından şunu gerekli görürüm. Hatta Manisa’daki bir konuşmamda da şunu zikretmiştim: Türkiye siyasette iki kutuplu bir soğuk savaş dönemini yaşıyor.  Karşı taraf, Millet İttifakı’nı “Zillet” diye tahkir etmeye çalışıyor. Cumhur İttifakı, tek adam yönetimiyle itham ediliyor. Böyle bir kutba gitmek de iki tarafa da bir fayda mülahaza ediliyor. Yani taraflarda ne kadar konsolidasyon oluyorsa, özellikle Sayın Cumhurbaşkanı bu konsolidasyonu yaptığı zaman başaracağına inanıyor. Çünkü geniş kitlelerin CHP antipatisini uyandırmaya çalışıyor. Öbür tarafta ise “Anti-Erdoğanizm” dedikleri, Cumhurbaşkanı karşıtlığı üzerine bir siyaset.

Pişirici: Siz bu ikili yapının dışında mı kalacaksınız?

Davutoğlu: Şimdi oraya geleceğim. Bu, siyasetin yeni, özgün fikirler üretme alanını daraltıyor. Tek şeye indirgiyoruz; Cumhur İttifakı “CHP iktidara gelmesin” diyor, öbürü de “Erdoğan iktidardan gitsin” demiş oluyor. Hâlbuki bizim şu anda vizyona, yeni bir Türkiye vizyonuna ihtiyacımız var. Değişen dünya şartlarına intibak eden, yeni nesillere ümit veren bir Türkiye vizyonuna ihtiyacımız var. “Ben şu anda kiminle ittifak yaparım?” sorusuyla başlamadım arkadaşlarla parti kurma işine. “Türkiye’nin neye ihtiyacı var?” diye başladık. Tabii muhtemeldir ki önümüzdeki dönemde AK Parti’nin dar siyasî zihniyete sahip çevreleri, bizi Millet İttifakı ile eşdeş gösterip AK Parti kitlelerinden koparmaya çalışacaktır. Bunu başaramazlar. Biz o kitlenin içinden geldik. CHP içindeki değişimi, Sayın Kılıçdaroğlu’nun dünkü konuşmasında bile ortaya çıkan değişimi görmemek de bir haksızlıktır. Öbür tarafta da bu başka konsolidasyonları beraberinde getirebilir. Bizim şu anda yapmaya çalıştığımız şey şu: Türkiye’nin konjonktürel ittifaklara değil, kalıcı vizyonlara ihtiyacı var.

Pişirici: Vizyon İttifakı’na.

Davutoğlu: Tabii. Bu ne zaman ortaya çıkar? Şu anda Vizyon İttifakı olabilir. Ama bu sistem içinde, esas ittifakların önem taşıdığı ve belirleyici olacağı yer, seçim arifesine girildiği dönemdedir 

Çakır: O zaman seçimi bekleyeceğiz diyorsunuz.

Davutoğlu: Hayır, bekleme değil. Herkesle görüşeceğiz. Ve inşallah şu iç yapılanmayı, genel merkezle ilgili meseleyi geliştirdikten sonra, başta Sayın Cumhurbaşkanı, AK Parti Genel Başkanı vasfıyla, bütün parti liderlerinden randevular alıp, ziyaret etmeyi düşünüyorum. Biz paylaşacağız. Rahmetli Demirel “Siyasette küslük olmaz” derdi. Evet, tartışırız, ederiz ama gerçek siyasetçiysek, bu ülkeye bir şey yapmak isteyen…

Çakır: Randevu verirler mi?

Davutoğlu: Bilmem. O onların meselesi. Ama ben kimseyle köprü atılması kanaatinde değilim. Herkesle köprü kurulması kanaatindeyim. Türkiye köprü atılacak bir ülke değil, köprü kurulması gereken bir ülkedir.

Pişirici: Peki. Pek çok soru da Kürt vatandaşlarımızdan, Kürt seçmenlerimizden geliyor.

Davutoğlu: Hoş geliyor, sefa geliyor.

Pişirici: Kendisini açıkça böyle ifade ederek soru soranlar var. “Ben bir Kürt olarak” diye soruyu sormuş. Tabii soruyu sormuş, Kürt müdür, değil midir, bilemem ama. Şimdi bir izleyicimiz net sormuş: Ahmet Hoca’ya göre Kürt sorunu var mı, yok mu? Varsa, çözümüne dair birkaç cümle söyleyebilir mi? Devamında bir soru daha eklemek istiyorum. Elbette 7 Haziran-1 Kasım arasının başbakanı olmanız hasebiyle, bu soru size çokça soruluyor: “Ahmet Hoca 7 Haziran-1 Kasım arasındaki terörü neden engelleyemedi?” diyor. “Neden IŞİD terör saldırılarına, birbiriyle yan yana gelemeyecek olan PKK ve DHKP-C’yi de karıştırıp, ‘Kokteyl terör saldırısı’ dediler?” Çok net sorulmuş bir soru daha var: “HDP hakkında ne düşünüyor?”

Davutoğlu: Birincisinden başlayayım. Ben bir akademisyen olarak baktığımda, evet, bir Kürt meselesi vardır. Sorunla mesele aynı anlamda, kaçmak için söylemiyorum.

Pişirici: Tabii, tabii.

Davutoğlu: Niye Kürt meselesi dedim? 2001 yılında yazdığım Stratejik Derinlik kitabının Ortadoğu bölümünün ana başlıklarından bir tanesi de Kürt meselesidir. Sadece Türkiye’ye has bir konu değil. Ulus-devletlerin oluşum süreçlerinde, özellikle de Ortadoğu’da, birçok ulusal sorunlar ortaya çıktı. Bunu kimse reddedemez. Bu noktada akademik tahliller de yapabiliriz, yapmalıyız. Dolayısıyla, bu konuda fikir özgürlüğü bağlamında da yeni fikirler ortaya koymak bağlamında da kimseye sınır getirmem. “Kürt sorunu vardır, yoktur” gibi bir polemik üzerinden, fikirlerin ifade edilmesinin önüne set çekmek de istemem. 

İkinci husus, Türkiye’de Kürt sorunu meselesine gelirsek; bu konu, esas itibarıyla Türkiye’de demokratikleşme sorunudur. Demokratikleşme ne kadar derinleşirse, Kürt sorunu da, Alevi sorunu da… Geçenlerde Çerkes Konfederasyonu’nun toplantısında bir konuşma yaptım. Çerkeslerin de kendilerine has talepleri var — unutulmakta olan Ubıhça dâhil, dilleri öğrenme gibi. Bütün bu sorunların çözümü, anahtarı, kaynağı demokrasidir. Sebebi de demokrasi eksikliğidir. Türkiye’de özgüven içinde 1950’lerden itibaren bir demokrasi inşa edilebilmiş olsaydı, daha sonra Kürtlerle ilgili olarak istismar edilen birçok sorunun ortaya çıkacağı şartlar bile oluşmazdı. 12 Eylül sonrasında Diyarbakır Hapishanesi’nde yaşanan acılar olmamış olsaydı, PKK’yı doğuran ve o istismara yol açan şartlar da oluşmamış olabilirdi. 

Öncelikle şunu ortaya koyalım: Bugün Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının hepsinin bir demokrasi sorunu vardır. Öncelikli sorun budur. Bunu çözmeye başladıkça diğer sorunların yavaş yavaş esnemeye, çözülmeye başladığını göreceksiniz. Nitekim Sayın Cumhurbaşkanı’nın 2005’te Diyarbakır’da “Kürt sorunu vardır” diye yaptığı konuşmadan sonra attığı adımlarla, aslında birçok sorunun hem tartışılmasının önü açılmıştı hem de ciddi mesafeler alındı. Kürtçe ile ilgili kısıtlamaların kalkması, birçok konularda elde edilen kazanımlar hep bununla ilgili kazanımlar. 

Bugün de, Türkiye’de Gelecek Partisi olarak beni en çok mutlu eden şeylerden biri şu: Gelecek Partisi Türkiye’nin bütün kesimlerini temsil eden bir kurucular heyetiyle ortaya çıktı.  Hani kurucular olur da, yönetime gelmez. Mesela AK Parti’de o eleştiriyi gerçekten kabul etmek lâzım. Alevi 1-2 sembolik isim olurdu ama yönetimde yoktu. Kürt isimler olurdu ama bu anlamda bir ayrım daha az olurdu. Gayrimüslim vatandaşlar neredeyse yoktu. Daha önceki birçok partide de. Gelecek Partisi’nde ilk defa Türkiye’deki mozaik, neredeyse 1. Meclis gibi bir yapı oluşturduk. Herkes orada; Kürt, Türk, Sünni, Alevi… Alevi önemli kanaat önderleri orada. Yani bir Alevi aydını değil. Alevilerin en büyük kitlesel örgütünün Genel Başkanı Sayın Doğandemir istifa etti ve Gelecek Partisi’ne katıldı. Şu anda Genel Başkan Yardımcım. Orada, vitrinde durup da Alevileri temsil ediyor demek için değil. Süreçlerde olacak ve son derece iyi bir görev ifa ediyor. Kürt aydınlarının önemli temsilcilerinden Vahdettin İnce, Genel Başkan Yardımcımız. 12 Eylül’de Marksizmden 2,5 yıl hüküm giymiş Murat Bey de bizim aramızda. Aynı dönemde ülkücülükten 7,5 yıl hüküm giymiş Selçuk Bey de aramızda. Hepsi etkin görevler üstleniyorlar, yapıyorlar. Türkiye’de ilk defa Kurucular Kurulu’nda Rum, Ermeni, Süryani temsilciler var. Bu Türkiye Cumhuriyeti’nde ilk defa gerçekleşen bir şey ve hepsi de en etkin görevde. Etyen Bey Genel Başkan Yardımcımız. 

Bunu şunun için zikrediyorum, bu tablo dahi şunu gösteriyor: Türkiye’nin bütün meselesini bir tek Kürt sorununa indirgemek, sonra da onun detayları içinde karşılıklar oluşturmak yerine, Türkiye’nin makro meselesini demokratikleşmeyle anlatmak ve Kürt sorununu da diğer sorunlarla demokratikleşme üzerinden çözme yöntemini benimsemek lâzım. Yoksa mesele Türk-Kürt karşıtlığına inmiş oluyor. Geçen gün Avrupa Birliği büyükelçileriyle görüştüğümde “Türkiye’deki euroseptikler, yani Avrupa şüphecileriyle, Avrupa’daki Türk şüpheciler, Türkiye karşıtları arasında ilginç bir ortaklık var” dedim. Bu ilginç ortaklık, birisi Türkiye’de sesini yükseltince Avrupa karşıtlığı, Avrupa’daki Türk karşıtlarının işine yarıyor. Avrupa’daki Türk karşıtları sesini yükseltince de Türkiye’deki Avrupa karşıtlarının işine yarıyor. Türkiye’de de maalesef etnik politika dediğimiz politika, Türk ve Kürt karşıtlığı üzerinden benzer bir etkiye sahip. Yani Kürtler arasında Türk karşıtlığını yükselten veya Türk-Kürt kimliğine atıf ve Türk kimliğini bu anlamda dışlayan bir yaklaşım sergilendiğinde, bu İç Anadolu’da Türk milliyetçiliğini, tersi olduğunda da Kürt milliyetçiliğini… 

Bakınız, ben 3,5 yıl görevde değildim. Hiç vasfım yok, kendimi savunacak aracım dahi yok. Ama Sayın Demirtaş ile Sayın Bahçeli’nin en çok saldırdığı kişiler arasındaydım. Niye biliyor musunuz? Parti isimleri söylemeden söyleyeyim, bazı kesimler için, yani Kürt etnisitesi üzerine siyaset geliştirmek isteyenlerin en az hoşlandığı tip, Kürtlerin sevdiği bir Türk’tür. Türk kimliği üzerinden Kürtleri dışlayan bir siyaset izleyen çevrelerin ise en az hoşlandığı kişi, Türklerin sevdiği bir Kürt’tür. Bu çevreler bizi çok iyi bilir. Ben şu anda Konya’da gördüğüm muhabbeti, Diyarbakır sokağında, Van sokağında görebiliyorsam…

Pişirici: Siz Kürtlerin sevdiği bir Türk müsünüz?

Davutoğlu: Tabii, yani o anlamda zaten. 

Pişirici: Sizi sevdiklerine emin misiniz?

Davutoğlu: Türkiye’deki herkesin sevdiğine eminim. Yani herkese kendimi beğendirme gayri tabii olur. Şuraya gelmek için bunu söylüyorum: Terörle mücadele bağlamında da, Türk ve Kürt gibi bir ayrım yapmadım. Diyarbakır Meydanı’nda terörle mücadele sürerken, 1 Nisan 2016’da önüme, suikast ya da birtakım tehlikeler olduğunu belirten birçok istihbarat raporu kondu. Diyarbakır’a gittim ve muhteşem bir kalabalık doğal olarak toplandı. Mitingde bir araya gelmeyen bir kalabalık, Cuma namazı çıkışında Ulu Cami’nin önünde toplandı. Orada onlara şu hitapta bulundum, hiç de yadırgamadılar. “Toroslar’da doğmuş bir Türkmen çocuğunun bu topraklardaki hakkı neyse, Hakkâri’de doğmuş bir Kürt aşiret çocuğunun da hakkı odur ve bunları kimse ayıramayacak.” Bunu samimiyetle söyledim. Artık etnisitelerin, kimin ne kadar hakkı olduğundan çok, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının hepsinin eşit ve ortak hakları konusunu konuşmamız lâzım ki Türkiye’nin sorunu çözülsün. Ben bunu söylediğimde ve selam getirdiğimde, bütün Diyarbakır Meydanı’nda Kürtçe “Serokwezîr Davutoğlu” diye bağırdılar. Hatırlarsanız, daha sonra muhteşem bir sevgi seli oluştu.  Terörle mücadelenin içinde oldu bu.  Daha sonra Sayın Bahçeli “Serok Ahmet” diyerek bunu bir istihzaya dönüştürmeye çalıştı. O zaman da zikrettim. Bana yurtdışında ecnebi dilinde “Prime Minister Davutoğlu” dendiğinde rahatsız olmuyorsanız, güzel Türkçemiz gibi, Anadolu’nun saf ve yine bizim dilimiz olan güzel Kürtçemizde “Serokwezîr Davutoğlu” dendiğinde neden rahatsız oluyorsunuz? Şimdi bizim bize ait olan her şeyi savunmamız lâzım. Türkçemizi savunduğumuz gibi Kürtçemizi veya diğer lehçeleri de. Ve bu topraklardaki her bir vatandaşın hakkını hukukunu gözetmemiz lâzım.

7 Haziran – 1 Kasım arasına gelince. Bakınız, bir az önce Ruşen Çakır’ın bir sorusuna ne cevap verdim?  Sayın Cumhurbaşkanı görevi bana tevdî ederken çözüm sürecini bir emanet olarak verdi. Ben çözüm sürecinin başarıya ulaşması için her çabayı gösterdim. Daha sonra büyük eleştiriye tâbi tutulan, “Dolmabahçe Mutabakatı” denilen şey, aslında silahların bırakılması sözünün yerine getirilmesi ile ilgiliydi. Bu, 2013’te Sayın Erdoğan’ın Başbakanlığı döneminde verilen bir sözdü ve yapılmamıştı. Bütün bunları sabırla yaparken, Başbakan olduğumda acı bir gerçeği fark ettim. Çünkü Dışişleri Bakanı’yken, yurtdışındaki temaslar nedeniyle bunu görme şansınız yok. Çözüm süreci adı altında, kamu düzeni yok edilmeye başlanmıştı. Yani bir tarafta devletin mahkemeleri varken, paralel mahkemelerde insanlar yargılanıyor, devletin maliyesine vergi ödenecekken, birileri haraç almaya kalkıyor filan.  Bu, çözüm sürecinin bir parçası değildi.  7 Haziran’dan sonra, 7 Haziran’ın seçim neticeleri üzerinden, HDP ve onun Kandil’deki arka planındaki akıl hocaları aşırı bir kibre kapıldı ve Türkiye’yi bir terör yumağına sokmaya çalıştı. Şimdi HDP sütten çıkmış ak kaşıkmış gibi konuşuyorlar.  11-13 Temmuz 2015’te Türkiye’de silahlı savaş çağrısı yapıldı Kandil’den. HDP de buna sessiz kaldı. Terör çağrısı yapıldı. Hendekler, barikatlar kuruldu. O zaman neye güveniyorlardı? “Türkiye Cumhuriyeti’nin başında, Meclis’te çoğunluğu olmayan bir başbakan ve hükümet var. Biz istismar ederiz, kamu düzenini yok ederiz” diye düşünüyorlardı. Biz ne yaptık? 23 Temmuz’da çok kararlı bir şekilde bu mücadeleyi başlattık. Evet, terörle mücadele talimatını verirken, aynı anda, “PKK, DHKP-C ve IŞİD” diyerek mücadele verdik. Çünkü üçü birden Türkiye’yi tehdit ediyorlardı. O 1 hafta içinde, 20 Temmuz’la, 23 Temmuz arasında Suruç’ta IŞİD saldırdı. İstanbul’da DHKP-C silahlı gösteri yaptı. 21 Temmuz’da Adıyaman’da, PKK 1 askerimizi şehit etti. IŞİD sınırda 1 askerimizi şehit etti. 22 Temmuz 2015’te de Ceylanpınar’da 2 polisimiz ensesinden vurularak şehit edildi. Ben de Başbakanım. O gün güvenlik birimindeki bütün arkadaşları topladım. Ve gece 03.00’ten itibaren, terörle mücadele talimatı vermek durumunda kaldık. Yani terörle mücadele yapmadık değil. Hatta en kararlı mücadeleyi yaptık. Ve o mücadelenin de demokratik hukuk devleti kuralları içinde yapılmasına özen gösterdik. 

Pişirici: Peki, süremizin sonuna geliyoruz. Şu soruma da cevap verin, sonra Ruşen Çakır bir soru soracak. Bugün artık Adalet ve Kalkınma Partisi’nin başbakanı değilsiniz. Bir başka partinin genel başkanısınız. Yarın öbür gün seçim olur. Biraz önce Süleyman Demirel’den bahisle, “Siyasette küslük olmaz” dediniz. Ayrıca vizyon birliğinden, demokratikleşmeden söz ettiniz. HDP sizin için nasıl bir parti şimdi? İttifak kurulacak bir parti midir? Sistemin bir partisi midir? O konuda ne düşünürsünüz?

Davutoğlu: 7 Haziran sonrasında hükümet kurmak için görevlendirildiğimde, CHP ve MHP’yi ziyaret etmemiz doğaldı. Bir soru vardı; HDP’yi ziyaret edecek miyiz? Çünkü bize karşı açık bir şekilde son derece sert bir dil kullanıyor. Ve PKK’nın terör eylemlerini de kınamıyordu. 

Pişirici: Ama onlardan bakan aldınız.

Davutoğlu: Şimdi o konuya geleceğim. O zaman dedim ki –ve şu anda da aynı kanaatteyim– “Herhangi bir partiyi ziyaret, o partinin tepe yöneticilerine saygı dolayısıyla değil, o partiye oy veren halka, kitlelere saygı dolayısıyladır.” Ve 15 Temmuz 2015’te HDP’yi ziyaret ettim, uyardım da o zaman. Genel merkezlerini ziyaret ettim. HDP’nin zihniyetiyle benim hiçbir zaman uzlaşmayacağım aşikâr. Ama kitleler varsa, %10 civarında bir kitle o partiye oy vermişse, o kitlenin tercihine saygı duyarım. Ha, o tercihi değiştirmeye çalışırım. O tercihi oraya değil, bize yönlendirmesi için gayret sarf ederim. Ama kullanılmış bir tercih varsa, halkın hangi kesimi olursa olsun, Vatan Partisi de olsa fark etmez, ne kadar bize karşı olsa da hiç önemli değil, 1 kişi bile oy vermişse, o oya saygı gösteririm. 

HDP’nin nasıl görüleceği, HDP’nin tutumuna bağlıdır. Terörle arasına mesafe koyarsa, bizden herhangi bir siyasî parti muamelesi görür. Terörü meşrulaştırmaya kalkarsa da, en sert mukabeleyi görür. Türkiye’nin teröre taviz verecek bir saniyesi yoktur. Demokratikleşme için beraber hareket etmeyi öngörürlerse niye olmasın? Herkesle beraber oluruz. 

Pişirici: Ruşen Çakır’ın bir sorusu olacak. 

Çakır: Artık bitirmek zorundayız. Notlarıma bakıyorum, konuşacağımız çok şey var. O nedenle sizden bir sonraki yayın için şimdiden söz almamız gerekiyor. 

Davutoğlu: Tabii.

Çakır: Suriye’yi konuşmadık. Bence konuşmayalım. Daha sonraya saklayalım. 

Davutoğlu: Ne zaman isterseniz. 

Çakır: KHK’lılar meselesi var. Sizin partinizin KHK’lılar konusunda ciddi açıklamaları oldu. 

Davutoğlu: O konuda tutumumuz net.

Çakır: Şu soruyu sormak istiyorum, ama teknik bir soru olarak soracağım. Aslında çok daha karışık. “FETÖ’nün siyasi ayağının miladı” meselesi var. FETÖ’nün siyasî ayağının miladını, bir taraf darbe girişiminden itibaren alıyor, bir taraf 17-25 Aralık’tan itibaren alıyor, bir taraf MİT Krizi’nden itibaren alıyor, birileri de Fethullah Gülen’in ta İzmir’deki örgütlenmesinden itibaren alıyor. En son, İlker Başbuğ’un açıklamasıyla işler yine karıştı biliyorsunuz. Sizin miladınız nedir?

Davutoğlu: Maalesef bugün Türkiye’deki en önemli analiz problemi, konjonktüralizm. Yani bir konjonktürde en iddialı olarak savunulan bir şey, bir başka konjonktürde bir anda kriminal hale gelebiliyor. Biraz önce çözüm sürecinden bahsettiğimiz gibi. Türkiye’nin süratle, konjonktürle değişmeyecek, kalıcı birtakım şeylere atıfta bulunması lâzım. FETÖ de öyle bir şey. 10 sene önce hemen hemen herkesin gittiği Türkçe Olimpiyatları’na katılım, şimdi bir büyük suç haline dönüşüyor. Buna mukabil, FETÖ’yle açık irtibatı olan unsurlar –isimlerini zikretmeme gerek yok– mesela, FETÖ’nün sözcülüğünü yapan köşe yazarları kalkıp masanın bu tarafına geçip, neredeyse bizi FETÖ’cülükle itham edecek hale gelebiliyor. Kalıcı olan ne, ona bakmak lazım. Bir kere, bunun hukukî ve siyasî terminolojisini ayırmak lâzım. Siyasî olarak alınan şu veya bu tavrın ayrıştırılmasıyla, hukukî olarak bunun nasıl kategorize edileceği önemli. 15 Temmuz darbesine katılmış kimler varsa ve bunlara kimler destek vermişse, zaten bunlar kriminal bir alan. 17-25 Aralık 2013’te, bu hain örgütün, var olan, meşru hükümeti devirme çabası belli olduktan sonra hâlâ buna sempati duyanlar şüpheyle karşılanabilir ve onlar üzerinde hukukî araştırmalar yapılabilir. Bir devlet adamı olarak, benim için en önemli kriter, 7 Şubat 2012’deki MİT Krizi’dir. Çünkü ondan önce, devletin işleyen mekanizmasına bu derece görünür bir müdahale yoktu. Hatta 28 Şubat’a bile destek veren bir FETÖ vardı. Orada ilk defa, devletin görünür bir işleyişine ve devletin üst kademesindeki bir yetkiliye, başbakanı doğrudan temsil eden bir yetkiliye müdahale ederek, başbakana müdahale etme iradesini gösterdi 7 Şubat 2012. Ve zannediyorum NTV’de, benim ertesi gün yaptığım açıklamaya bakarsanız… “Allah şirk, devlet şerik kabul etmez” dediğim için daha sonra çok eleştirildim. O yüzden hem FETÖ çevrelerinde, hem bazı dindar çevrelerde, devletin işleyişine paralel bir işleyiş kurduğu bir yapı ortaya çıkmışsa, mutlaka tasfiye edilmelidir. İlk işaret buydu. Belki ondan önce de vardı. Mesela çok açık söyleyeyim, ben rahatsızdım. 2009’da Dışişleri Bakanlığı görevi bana verildiğinde, daha ortada FETÖ’nün bu şekilde kriminalize edilmesi söz konusu değil, hatta herkesin övdüğü bir dönem. Sayın Ömer Dinçer Başbakanlık Müsteşarlığı yaptığı için, Emniyet’i iyi tanırdı. Kendisini aradım ve “Bana öyle bir emniyet koruma amiri ver ki benden başka kimseden talimat almasın. Anlıyor musun?” dedim.

Çakır: Bulabildi mi?

Davutoğlu: Buldu ve hâlâ emniyet koruma âmirim aynıdır. Tabii şu anda başka bir görevde. “Yakın çevremde benim dışımdan bir yapıdan talimat alan kimseyi istemiyorum” dedim.  

Çakır: Çünkü daha sonra Cumhurbaşkanı’nın korumalarının da ilişkisi olduğu anlaşıldı.

Davutoğlu: Tabii. Cumhurbaşkanı’nın koruması Zeki Bey şu anda hapiste. Benim kendisi dışında bir koruma âmiri bulmamdan dolayı rahatsız oldu ve bunu Başbakan’a şikâyet konusu da yaptı. Bunu şunun için söylüyorum: Devlet işleyişinde emir hiyerarşisi bellidir. Bunun dışında birisi bir çomak soktuğunda, bir paralel yapı girdiğinde, bunun durdurulması lâzım. Bunun işaretleri o zaman çıktı. Şimdi öyle bir şey oluyor ki, ya çok genişletiliyor ve konjonkütrel olarak, o günlerde sıradan bir şekilde toplantıya katılmış olan biri de bunun içine giriyor. Bu sefer de esas suçlular gizleniyor. Bu tam da FETÖ’nün istediği şey. Ya da sanki FETÖ yokmuş gibi bir tavır alınıyor. Hayır, bu araştırılmalı. Türkiye Cumhuriyeti tarihini demiyorum, ta Yeniçerilerin kaldırılmasından bu yana, modernleşme tarihimizde, Türk Silahlı Kuvvetlerimize, Türkiye Cumhuriyeti’nin devlet geleneğine ve algısına yapılan en ağır darbe, 15 Temmuz gecesi yapılmıştır. Bunu unutmamamız lâzım. Türk Silahlı Kuvvetleri, 27 Mayıs’ta da itibar kaybetti. 28 Şubat’ta da itibar kaybetti. Silahlı Kuvvetler’in kesinlikle siyasetin dışında tutulması lâzım. Ama 15 Temmuz, bizim devlet dediğimiz yapıya, içeride olan güvenimizi, dışarıda olan saygıyı da yok eden bir şeydir. Bunun mazur gösterilmesi mümkün değil. 

Sayın Başbuğ konusunda yapılan tartışmalarda da yine benzer konjonktürel etkiler var. Türkiye’nin demokratikleşme süreci içerisinde, adlî sistemin dışında özerk bir askerî yargı sisteminin olması ve sivil tarafların dahi orada yargılanmasına karşı çıkan bir yasa, doğru bir yasadır. Türkiye’de askerî görevler dahilindeki bütün şeyler askerî mahkemede olmalı. Diğer her konuda sivil mahkemelerde olmalı. Maalesef, 27 Mayıs, 12 Eylül, 28 Şubat, hâkimleri brifinge çağrılan bir dönemden geçmiş insanlar olarak bizlerin, askerî mahkemelerle sivil mahkemelerin görev alanlarının netleşmesi konusunda tavır alınması, o tarih itibariyle doğrudur. Ama bunu birileri istismar etmişse, o istismar edenlerden hesap sormak gerekir. Sayın Başbuğ’un orada dediği doğru. İstismar etmiştir FETÖ. Bütün bu demokratikleşmeyi istismar etmiştir. O zaman da bu istismar kanallarını kapatmak ve istismar edenleri cezalandırmak lâzım.

Çakır: Evet, bitiriyoruz galiba. 

Pişirici: Bitiriyoruz. Çok teşekkür ederiz geldiğiniz için ve soruları cevapladığınız için.

Davutoğlu: Ben teşekkür ederim. 

Pişirici: Bu özel yayında Gelecek Partisi Genel Başkanı Prof. Ahmet Davutoğlu’nu ağırladık. Siz de gördünüz, kendisinden ikinci bir yayın için söz aldık. Uygun olduğu en kısa zamanda Ahmet Davutoğlu’nu tekrar konuk etmek istiyoruz. Başta Suriye olmak üzere konuşamadığımız konuları konuşmayı diliyoruz. Her zaman söylediğim gibi, umarız, bu özel yayın sizler için zihin açıcı olmuştur. İyi günler efendim. 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.