Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Kriz derinleşiyor, yeni günah keçileri aranıyor

27 Şubat’ta İdlib’te 34 askerin şehit olmasıyla sonuçlanan saldırıların ardından yaşananlar Türkiye’nin vahim olaylara tepki vermede nasıl etkisiz kaldığını bir kez daha gösterdi.

Yayına hazırlayan: Gamze Elvan

Merhaba, iyi günler, iyi haftalar. 27 Şubat Perşembe günü İdlib’den gelen kötü haber, 33 askerin –daha sonra 34 olarak değiştirildi– şehit olduğu haberi Türkiye’de birçok şeyi değiştirdi, ama birçok şeyi de değiştirmedi — bazı şeyler neredeyse aynen devam ediyor. Değişen şeylerden birisi, bu yeni durumda –ki İdlib’deki o saldırının öncesinde Cumhurbaşkanı Erdoğan Türkiye’nin avantajlı duruma geçtiğini söylemişti–, bambaşka bir olay yaşandı. Ardından “Bahar Kalkanı” adı verilen yeni bir operasyonla Suriye’de Esad yönetimine yönelik saldırılar ya da misillemeler yapılıyor. Çok sayıda, yüksek rakamlar söyleniyor — bu rakamların “rejim unsuru” olarak veriliyor olmasının rahatsız ediciliğini özellikle vurgulamalıyım. Her ne olursa olsun insan hayatı söz konusu, en azından daha tarafsız, nötr ifadeler kullanılmasının daha isabetli olacağı kanısındayım. Ama galiba bu noktayı çoktan geçtik. 

Hatırlayalım: 18 Eylül 2018 gününde gazeteler –özellikle iktidar yanlıları– büyük bir müjdeyle çıkmışlardı. İdlib konusunda Erdoğan’la Putin’in anlaştığını müjde olarak verdiler ve tabii ki Erdoğan’ın, Türkiye’nin başarısı olarak sundular. O tarihten bu yana İdlib meselesi sürekli masada; ama sürekli bir gerginlik hali var ve sürekli şehit haberleri geliyor. En sonuncusu, 27 Şubat, olayın tırmandığı en yüksek noktaydı. Sanki şu anda biraz yatışacakmış gibi gözüküyor, tekrar bir statüko kurulacakmış gibi gözüküyor; ama bu kurulsa bile sürdürülebilir olup olmadığı yine tartışma konusu olacak. Sonuçta İdlib meselesi çözülebilecek bir sorun gibi gözükmüyor ve bu, dönem dönem yaşanan saldırılarla bir kriz haline dönüşüyor ve 27 Şubat’taki gibi çok çok büyük bir kriz haline dönüşüyor. Ama bunun karşılığında Türkiye, ülke olarak, toplum olarak, millet olarak ve devlet olarak, bu olaylara karşı gerçek, hak ettiği refleksi vermiyor. Hatırlayalım: 27 Şubat akşamı geç saatlere kadar resmî bir açıklama beklendi ve açıklamayı Hatay Valisi yaptı. Cumhurbaşkanı Erdoğan, cumartesi günü açıklama yaptı, o da partisinin İstanbul milletvekillerine hitaben bir konuşmada bu olayı değerlendirdi. Bu olayı değerlendirirken de bütün ülke olarak yaşanan şoka denk gelmeyecek şekilde değerlendirmeler yaptı ve tabii ki orada da bu vesileyle ya da bahaneyle, bir kere daha anamuhalefet lideri Kemal Kılıçdaroğlu’na –ki Kılıçdaroğlu, Erdoğan’ı rahatsız edecek hiçbir şey yapmamıştı, tezkereye “evet” dedi; bütün yaşananlara bir şekilde, kimi zaman sesli kimi zaman sessiz kalarak rıza gösterdi, onay verdi– ama buna rağmen gördük ki Erdoğan iki gün sonra bunu da iç politikada, muhalefetle olan meselesinde kullandı, işin içerisine Gezi olayları vs. de girdi, neyse… 

Bu tür olaylarda –İdlib olayı bunun son örneği– hükümetin, siyasî iktidarın yönetememe krizi var. Dönem dönem, kimi zaman depremle, terör saldırısıyla, Suriye’de yaşananlarla, ekonomik krizle, kurun alabildiğine yükselmesiyle bunların çok ciddi bir şekilde nüksettiğini görüyoruz. Bunların her birinde Erdoğan’ın cevabı genellikle ilk başta sessiz kalmak, tepki vermemek, beklemek; ama daha sonra da olayın sorumluluğunu kendisi dışındaki güçlere atmaya çalışmak. Bu noktada Gazete Duvar’da Tuncer Beyribey’in çok iyi bir yazısı çıktı –ki bugün kendisiyle benim yayından hemen sonra Edgar Şar bir söyleşi yapacak–; Erdoğan’ın bu krizleri öteleme konusundaki taktik ve stratejilerini ele alıyor. Her seferinde yeni günah keçileri buldu. Tabii ki kur vs. gibi olaylarda “Türkiye’nin güçlü olmasını istemeyen güçler, dış güçler”, İdlib olayında “Esed rejimi”; ama Rusya’nın 27 Şubat’a dahli olup olmadığı konusunda resmî bir şey görmüş değiliz. Rusya’nın bir şekilde rahatsızlık verdiğini de birtakım tepkilere bakarak anlıyoruz. Nedir bu tepkiler? Ankara’da Sputnik’e çalışan üç gazeteciye yönelik birtakım saldırı girişimleri oldu. Ardından, mağdur olan meslektaşlarımız gözaltına alındı, ifadeleri alındı ve serbest bırakıldılar. Sputnik’in genel yayın yönetmeni de aynı şekilde gözaltına alınıp serbest bırakıldı, İstanbul’daki ofiste aramalar yapıldı. Buradaki gerekçe ise Sputnik’in Hatay’la ilgili çıkardığı bir yazı. Türkçe versiyonuyla bir alâkası olmadığı bilinmesine rağmen bunun yapılması, aslında bir anlamda Rusya’nın da her an bir şekilde karşıya alınabileceğinin bir işareti olarak görülebilir — bunu bir yere yazalım. Yine basına yönelik olarak bir diğer husus da şu: Yakın Doğu haber sitesinin Genel Yayın Yönetmeni Alptekin Dursunoğlu sosyal medya paylaşımları nedeniyle tutuklandı. Dursunoğlu Suriye’nin ve İran’ın politikalarına daha yakın bilinen bir gazeteci, ama yıllardır yazıp çizen bir gazeteci. Bu olay da aslında iktidarın bu konuda ne kadar ciddi bir kriz içerisinde olduğunu bize gösteriyor. 

Tahammülsüzlük: Eleştiriye tahammülsüzlük, farklı görüşlere tahammülsüzlük gördüğümüz zaman, orada bir ideolojik-politik kriz görüyoruz. Bir diğer husus da tabii ki –benim özellikle dikkatimi çeken bir nokta– birtakım kişilerin, şahısların, isimleriyle –bunların bazıları yayın organlarının ya da araştırma kuruluşlarının temsilcisi, yöneticisi vs. olabiliyorlar– özellikle sosyal medyada hoşlanmadıkları bazı kişileri alenen tehdit etmeleri, hedef göstermeleri… Bunun yapılıyor olması bana göre bir gücün değil; güçsüzlüğün, işlerin ne kadar zorlaştığının göstergesidir. Hepimiz biliyoruz, uzun bir süre Türkiye’de siyasî iktidarın trolleri gerçekten çok fonksiyonel oldular. Bunların isimlerini vs. bilmiyorduk, zaten gerçek kişiler de değillerdi, profesyonel olarak bunu yapan birtakım kurumlarda aynı anda 50-100 hesabı birlikte kontrol eden kişiler, istemedikleri kişileri hedef gösterip devletin onlarla ilgili birtakım uygulamalarına zemin hazırlıyorlardı. Bu, bence devletin güçlü olduğu zamanların stratejisiydi — ki bunun en çarpıcı örneği Ahmet Davutoğlu’nun başbakanlığı ve parti genel başkanlığını bırakmasına neden olan Pelikan dosyası olayıdır. Her ne kadar daha sonra kimler tarafından yapıldığı konusunda birtakım iddialar ortaya atılmış olsa da, olay anonimdi. Ama şimdi bakıyoruz ki bazı isimler açık açık birilerini hedef gösteriyorlar, yeni günah keçileri arıyorlar. Çünkü eski günah keçileri artık toplumu çok fazla heyecanlandırmıyor, kendi tabanlarını çok fazla heyecanlandırmıyor. Mesela İdlib olayında bölücü terör faktörü olamıyor çünkü burada bambaşka bir şey var, burada Suriye’de Esad yönetimi, Suriye ordusu var. Dolayısıyla en kullanışlı olan o hususa başvurulamıyor. Onun yerine ne kullanılması gerekiyor? Esad’ın ne kadar kötü birisi olduğu. Bu yıllardır söyleniyor zaten, ama artık çok fazla alıcısı kalmış bir argüman değil. Yani burada Türkiye’nin İdlib’deki varlığını bir insanî perspektifte sunmak, AKP’nin kendi tabanını da çok fazla heyecanlandırıyor değil. Dolayısıyla olayın tartışılmasının ve sahada yapılan birtakım yanlışların, saha dışında masada yapılan birtakım yanlışların tartışılmasını engellemek isteniyor ve bu anlamda da en çok başvurulan yöntem tabii ki otoriter bir rejimde yıldırma, sindirme, ürkütme vs.. Ama işte burada, gerçek kimlikleriyle bunu yapmaya soyundukları zaman, iktidarın durumunun pek de iyi olmadığını okuyorum. Tekrar söyleyeyim: Anonim isimlerin yürüttüğü birtakım kampanyalar, iktidarın güçlü olduğu dönemlere özgüydü. Doğrudan birtakım şahısların bu durumdan vazife çıkarıp ortalığa çıkmaları işin gerçekten artık sürdürülebilir olmadığını gösteriyor. 

Bu noktada Karar gazetesinin dünkü manşeti örnek olabilir: “Beslemeye mecbur muyuz?” Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ağzından verilen bir manşet. Burada kastedilen tabii ki mülteciler. Mültecilerin Yunanistan ve Bulgaristan’a doğru gitmeye teşvik edilmeleri, hatta bir tür organizasyonların burada devreye girmesi. Cumhurbaşkanı Erdoğan cumartesi günkü konuşmasında açık açık Avrupa’ya, Batı’ya hep bunu söylediklerini, artık sınırın açıldığını söyledi. Karar gazetesinin pazar günkü manşeti de tabii ki bu oldu. Tabii ki çok sert ve Erdoğan’ın özellikle kendi tabanı nezdinde en önemli avantajı olan mültecilere kucak açan dünya lideri imajını yaralayan bir şey. İktidar çevrelerinde bu çok ciddi bir rahatsızlık yarattı. “Bu söz söylenmiş olabilir, ama niye öne çıkarılıyor?” gibi bir perspektif var. Şimdi burayı birazcık kurcalayalım — bence iktidarın ne kadar zor durumda olduğunu göstermesi anlamında, mültecilerin Yunanistan ve Bulgaristan’a karadan ve denizden gitmelerinin teşvik edilmesi. Perşembe günkü saldırının hemen ardından bunun olabilmesi, sonra İçişleri Bakanı’nın sürekli bunu “update” ederek rakam vermesi, sürekli on binlerce insanın gittiğini söylemesi — ki bunların çok da fazla gidemediklerini, çok ciddi sorunlar yaşadıklarını biliyoruz. Medyascope adına iki ayrı ekip yolladık, birisi deniz yoluyla gidilen Ayvacık’a, diğeri de Edirne’ye, kara yoluyla gidilmek istenen yerlere gittiler arkadaşlarımız. Orada arkadaşlarımızın birinci elden gördüklerine istinaden konuşuyorum: Bir teşvik var, örgütlülük var; ama kimin nasıl yaptığı çok fazla bilinmiyor ve bu insanlar bir şekilde artık önlerinin açıldığını düşünüyorlar. Bu olaya yönelik eleştiriler üzerine şöyle dendi, “Kimse zorla yollamıyor, kendileri gidiyor”. Ama biliyoruz ki bu insanlar hep buradaydılar ve böyle toplu halde gitmelerinde bir teşvik var. Bu teşvik değişik şekillerde yapılıyor: Araç bulmak vs. biliniyor, insan kaçakçılarının çok ulu orta hareket ettiklerini zaten biliyoruz. Bu nokta aslında Erdoğan yönetiminin Batı nezdindeki -özellikle Avrupa Birliği (AB) nezdindeki– mülteci kartını nasıl daha ileri noktalara taşıyabileceğinin bir örneği olarak karşımıza geldi ve çok acı bir örneği olarak karşımıza geldi. Bunun bir taraftan Avrupa’yla pazarlık gibi bir boyutu var, Avrupa’yı bir yerlere çekme –bazıları bunun çok ustalıklı bir diploması hamlesi olduğu üzerine tumturaklı laflar ediyorlar, hiçbir şekilde buna katılmıyorum; insan hayatı üzerinden, insanların acıları üzerinden, umutları üzerinden yapılacak diplomatik manevraların çok anlamlı olacağını ve kalıcı sonuçlar getireceğini hiçbir şekilde sanmıyorum–, ama bir yönüyle bu, Avrupa’yı bir şekilde Türkiye lehine işin içerisine çekmek için bir hamle; diğer yönü de –bence çok daha önemli bir yön– İdlib’de yaşananların çok fazla iç kamuoyunda konuşulmaması, geri plana itilmesi. Maalesef ülkemizde sadece iktidar değil; aynı zamanda muhalefet, hatta kimi durumda muhalefet partilerinde daha fazla var olan mülteci rahatsızlığından istifade etmeye yönelik bir popülist manevra var. Bu noktada, uzun bir süre –Suriyeli sığınmacılar konusu başta olmak üzere– iktidarın en temel argümanı “ensar”dı, yani İslam tarihine bir göndermeydi ve İslam kardeşliği üzerindendi. Birçok kişi bundan rahatsız oldu, ama birçok kişi de bunu gerçekten benimsedi. İster İslâmî ister değil, ama bir şekilde insanî anlamda bir kardeşlik perspektifiyle bakıldığı zaman bu insanların Türkiye’ye kabul edilmesi bence doğru bir hareketti. Tabii ki yüz binlerce, milyonlarca insanın gelmesinde çok ciddi siyasî yanlışlar vardı –özellikle Türkiye’nin Suriye politikasında–; ama sonuçta bu insanlara kapıların kapatılması diye bir şey olamazdı. Ben bunu öteden beri söyleyen birisiyim ve bu yüzden de çok ciddi bir şekilde farklı farklı kesimlerden çok sert eleştirilere maruz kalmış birisiyim. Ama şu noktada, 27 Şubat’ta yaşanan olayın ardından, siyasî iktidarın bu insanları bir koz olarak sınıra doğru yollaması gerçekten bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak beni utandıran ve üzen bir husus. Bunun üzerine yapılan hiçbir siyasî vs. değerlendirmenin anlamı olduğu kanısında değilim. Eğer bunun bir siyasî anlamı varsa ve siyaseten doğruysa bu, o zaman çok daha önceden başvurulabilirdi. Böyle bir şey olmadı; bir doğru olduğu için değil, mecbur kalındığı için yapılmış bir uygulamaydı. Sonuçta –haberler gelmeye başladı, biliyorsunuz– Yunanistan sınırında, Yunan güvenlik gücü diyelim, bir Suriyeli sığınmacıyı öldürdü, bir başka olayda da bir bot alabora oldu ve içlerinden bir çocuk sığınmacı hayatını kaybetti. Sonuçta ölümle sonuçlanan insanî dramlar da var, umarım artmaz; ama ölümle sonuçlanmasa bile zaten ortaya çıkan görüntüler yeterince ürkütücü ve üzücüydü. Tabii burada bir başka husus var: Bunun doğru bir hareket olduğunu savunanların önemli bir argümanı Suriye’de yaşananlar. İdlib’de askerlerin şehit edilmesi vs. ama biliyoruz ki bu sınıra doğru gidenlerin içerisinde Suriyelilerin oranı çok yüksek değil, çok sayıda Afganistanlı, İranlı ve başka ülkelerden gelen insanlar da var. Bu olay sadece Suriyelilerden ibaret bir olay değil; hatta Suriyeliler çoğunluk bile olmayabilir ve zaten şimdi bakıyoruz geri dönmeler de başlamış. Bu insanlık dramına ve trajedisini neden olmuş olmak bile başlı başına çok ciddi bir soru işareti olarak önümüzde duruyor. 

Tekrar bu yayının başlığına dönecek olursak: Günah keçileri. Burada artık bir bölücü terör yok, böyle bir hedef gösterilme imkânı yok. “Esad rejimi” ya da “Esed rejimi”, zaten çok kullanıldı çok fazla bir fonksiyonu yok. Rusya doğrudan cepheden hedef alınamıyor, alınmıyor. Zaten Erdoğan’la Putin’in 5 Mart’ta görüşmesi söz konusu ve Türkiye’nin orada bir şekilde varlığını sürdürebilmesi için Rusya’nın onayına ihtiyacı var. Sonunda geriye ne kalıyor? Geriye içeride bu olayla ilgili yapılan, gerek İdlib’de bulunmakla ilgili, gerek İdlib’deki askerî detaylarla ilgili, gerek diplomatik meselelerle ilgili atılan adımlar, atılmayan adımlar, yanlış adımlarla ilgili, gerek sığınmacılara reva görülen muameleyle ilgili getirilen eleştiri gibi şeylerin sahiplerine yönelik olarak bir karalama… bir de tabii ki her zaman olduğu gibi anamuhalefetin ve Kılıçdaroğlu’nun tekrar hedefe konulması. Gerçekten insan hayret ediyor, öyle diyelim, çok klişe bir laf. Bu süreçte iktidarı rahatsız edecek hiçbir şey yapmamış bir anamuhalefet liderinin bu kadar hedefe konuluyor olmasının ne anlamı var? Mesela anamuhalefet lideri kalkıp Edirne’ye mi gitti, ya da Ayvacık’a mı gitti? Orada bu insanların bu koşullara sürüklenmesinin yanlış olduğunu mu söyledi? Bu operasyonun yanlış olduğunu, Türkiye’nin Suriye’de asker bulundurmasının anlamsız olduğunu mu söyledi? Hayır; eleştiri gibi görülebilecek tek söylediği, şehitler tepesi üzerinden söylediği bir şey var, “Bizim iktidarımızda şehitler tepesi dolmayacak” dedi. Bunu da bir nevi suç duyurusuna çevirmeye kalkan bir iktidarla karşı karşıyayız. Sonuçta Türkiye 27 Şubat’ta çok ciddi bir olay yaşadı. Ama olayın ardından bugüne kadar yaşananlara baktığımız zaman, Türkiye’nin bu tür krizlere karşı mecalinin pek kalmadığını vurgulayabiliriz. 

Son bir husus da söylemeden edemeyeceğim: Adil Gür’ün bu vesileyle –belli ki içinde böyle bir şey varmış– kalkıp Ruslara yönelik, Rus kadınlarına yönelik söyledikleri ve bunun “anaakım medya”da yer alabilmesi ve kimsenin doğru dürüst o yayın sırasında ve sonrasında kendisine “Ne oluyoruz?” dememesi… İşte en acısı da bu; Türkiye’de artık normlar kayboldu; neyin doğru, neyin yanlış, neyin yakışıksız olduğu konusunda bile çok ciddi bir sorun yaşıyoruz. Ama şunu biliyoruz ki; iktidarı rahatsız eden herhangi bir argüman, herhangi bir sert çıkışa ani şekilde birileri hızlı bir şekilde devreye girebiliyorlar. Onun dışında ağzı olan istediği şeyi ulu orta konuşuyor, ama yaptıkları söyledikleri yanlarına kâr kalıyor. Türkiye, böylece, yaşananlardan utana utana ve umutsuzluğa kapıla kapıla yoluna devam ediyor. Normal şartlarda Türkiye’nin İdlib’de hiç şehit vermemesi gerekiyordu; ama bir şekilde şehitler verilmesinin –ki maalesef 27 Şubat’ta bu yaşandı– ardından tüm Türkiye olarak hep birlikte buradan çok ciddi dersler çıkarılması gerekiyordu. Bunların hiçbirisini yapmış durumda değiliz ve bir sonraki felaketimizi beklemekten başka yapacak pek bir şeyimiz gözükmüyor. Evet, söyleyeceklerim bu kadar. İyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.