Antropolog Frédéric Keck doğanın virüsler eliyle intikam alışını anlatıyor: “Yarasalar ve pangolinler isyanda”

Joseph Confavreux’nun Frédéric Keck ile yaptığı ve 20 Mart’ta Mediapart’ta yayınlanan söyleşiyi Haldun Bayrı çevirdi.

Antropolog Frédéric Keck, koronavirüs izin verdiği zaman piyasaya çıkacak olan başdöndürücü bir çalışmada, hastalıklarla salgınları öngörme tekniklerimizi geçersiz kılan ve küresel jeopolitiği alt üst eden virüslerle doğanın nasıl intikam aldığını inceliyor.

Antropolog Frédéric Keck’in Zones Sensibles yayınevinde yakında çıkacak olan kitabı Les Sentinelles des pandémies – Chasseurs de virus et observateurs d’oiseaux aux frontières de la Chine (“Pandemi Nöbetçileri – Çin Sınırlarındaki Virüs Avcıları ve Kuş Gözlemcileri”), Covid-19 salgınıyla patlayan aktüalitemizle o kadar ilişkili ki, sosyal bilimlerin uyarıcı olabildiği duygusunu veriyor bize ilkin.

Gerçekte, bugün karşı karşıya kaldığımız salgın hastalığın en azından 2003’teki SARS’tan (ağır akut solunum yolu yetersizliği sendromu) beri beklendiğini anlamak için, yoğunlukla mucitliğin birbiriyle yarıştığı bu çalışmaya dalmak yetiyor.

Aslında, her ne kadar başımıza geleni yaşamaya biz hazır olmasak da, antropolog-filozofumuz tarafından doğanın bir intikamı olarak algılanan bu salgın hastalığa dünya hazırmış.

Ama dünya buna, çoğu köhne ve yetersiz çerçeveler kullanarak hazırlanmış; zira hayvanlardan insanlara geçen bu yeni hastalıklarla savaş, çiçek hastalığıyla savaşıldığı gibi olamıyor. Frédéric Keck ise, antropolojik ve felsefi bir soruşturma sayesinde, risk yönetimi tekniklerinin mekânlara, ulusal tarihlere göre farklılaştığını; ama aynı zamanda insanlarla insan haricindeki canlılar, özellikle de hayvanlar arasında yerleştirdiğimiz ilişkilere göre de farklılaştığını gösteriyor.

Hong Kong, Singapur veya Tayvan’daki benzersiz saha sayesinde, CNRS’te araştırma yöneticisi ve hem CNRS hem Collège de France ile EHESS’e bağlı Toplumsal Antropoloji Laboratuvarı’nda görevli olan Frédéric Keck, pandemilere hazırlığın dünyaya bakışımızı nasıl inşa ettiğini ve böylelikle yeryüzü jeopolitiğinin kartlarını nasıl tekrar kardığını inceliyor. Hedefinde şu soru var: Kamu sağlığını ulus-devletler ve onların nüfusları ölçeğinin ötesinde yeniden düzenlemeyi hedefleyen “küresel sağlık”, ulusların görünmeyen bir düşman karşısında kendi üzerlerine kapandıkları şu andan sonra ayakta kalabilecek mi? Söyleşi:

Pandemiler karşısında üç tutum saptıyorsunuz: öngörü (prévention), hazırlık (préparation), önlem (précaution). Ne bakımdan farklı bunlar?

Frédéric Keck : Öngörü bir salgına karşı siper savaşı verir. Düşman sınırların ardında beklenir; ortaya çıktığında ise silaha başvurulur. Mikroplara karşı Pasteur’dür bu. Hazırlık ise, düşmanın zeki olduğunu, zaten içimizde ve görünmez olduğunu ve herhangi bir anda harekete geçebildiğini hesaba katar. O zaman işaretleri en erken şekilde saptama fikri önemlidir; zira patlamanın etkisi ilk anda yol açtığı ölümlerden ziyade kamuoyunda yol açtığı panikle ölçülür. Bugün içinde bulunduğumuz durum tam olarak budur.

Önlem ilkesine gelince; epistemolojik olarak temeli daha zayıftır. Amerikalı meslektaşlarım, Avrupa’da 1970’li yıllarda Almanya’da nükleer konusunda icat edilen ve on sene sonra özellikle deli dana hastalığıyla Fransa’da gıda güvenliği konusuna taşınan bu önlem ilkesi üzerine tartışmalarımıza şüpheyle bakıyorlar. Bu önlem ilkesine göre, en yüksek risk aralığına göre hareket etmek gerekir. Bugün herkesin evinde kalmasını isteyen ve 500 000 civarında ölüm öngören modelleri zikreden Fransız yetkililerin yaptıkları budur. Ama bu düşünce tarzı her zaman eleştirilere maruz kalır, zira olayı abartmakla ya da azımsamakla suçlanır.

Gerçekte, riskleri öngörmenin iki tekniği vardır. Ya bir bölge ve belirli bir nüfus ölçeğinde akıl yürütürsünüz ve karantinalarla, aşılarla verem, kuduz ya da çiçek hastalığı gibi salgınları idare edebilirsiniz: Öngörü budur. Ya da bir bölge veya bir hükümranlık ölçeğinde değil de küresel düzeyde düşünürsünüz; o zaman da bir pandeminin ortaya çıkışının ilk belirtisini hemen algılayıp alarma geçirecek noktalar saptarsınız. Otuz yıldır Ebola için, pandemik grip ya da SARS tipi koronavirüsler için yapılan budur.

1970’li yılların başında öngörüden hazırlığa geçen Dünya Sağlık Örgütü’nün (WHO) stratejisi nasıl ve neden bir paradigma değişimine uğradı?

Çünkü çiçek hastalığının kökünün kazınması, öngörü stratejilerinin dünya ölçeğinde başarısını gösterdi: Aşı yapılır, halklara kendilerini korumaları için uygulayacakları basit davranışlar söylenir ve hastalığın bittiği ilan edilir. Ama çiçek hastalığı hayvanlardan insanlara geçmeyen tek bulaşıcı hastalıktır.

 2014’te mikroskopta elde edilmiş bir Ebola virüsü parçacığının renkli görüntüsü

AIDS ya da Ebola –Afrika’da maymunlardan insana geçen virüsler– belirdiği vakit, ya da –Asya’da kuş veya yarasa kaynaklı– H5N1 gribi veya SARS belirdiği vakit, her şeye baştan başlamak gerekmiştir. Öngörü teknikleri bu yeni hastalıklarda işlevsel değil. Bu hastalıklarda, hazırlık yöntemleri daha uygun: Felaket tahayyül edilir, sanki zaten başımıza gelmiş gibi davranılır, alarm işaretleri gönderilir, senaryolar hazırlanır, maske, aşı ve virüs önleyiciler stoklanır.

Fakat, öngörüden hazırlığa bu geçiş ânında, Avrupa’da önlem üzerine ilkesel tartışmalara odaklanılarak işler bulanıklaştırıldı; oysa risklerin idaresinde birbiriyle alâkası olmayan iki tekniği netleştirmek gerekmekteydi; bu teknikler heterojen, çünkü karar tiplerini ve bunları alan mercileri, bunların uygulandıkları yeri, insanlar ile insan haricindeki canlılar arasındaki ilişkileri farklı biçimde kavrıyorlar.

Öyleyse Emmanuel Macron televizyondaki konuşmasında “Bir savaştayız” diye tekrarladığı zaman, bugün yüz yüze kaldığımız sorunu ele almanın yanlış ya da en azından eksik bir şekli gibi mi geliyor bu size?

Bir virüse karşı savaşta olduğumuzu söylemek, halkın gözünde tehdidi gerçek kılarak seferber etmenin iyi bir yolu. İnsanların evlerinde kapalı kalmayı kabullenmeleri ve Çin’de olup bitenler nazarında hissettikleri yaygın kaygıdan somut bir şeye geçmelerinin gerekmesi ölçüsünde, tumturaklı ama makûl bir iletişim şekli bu.

2009’da bize bir mektup göndererek H1N1’e karşı aşı yaptırmamızı buyurup çok askerî tarzda bir örgütlenmeyle vilayet tarafından el konulan bir spor salonunda herkesi sıraya sokan sağlık bakanının yapmış olduğu gibi bir “virüsle savaş”tan bahsetmedi Emmanuel Macron. Yeni koronavirüse karşı savaşta değiliz, çünkü o kendini kopyalamaya uğraşıyor sadece. Fakat savaş ile barış yanlılığı arasında bir denge bulmak söz konusu. Büyük Britanya’da Boris Johnson’ın yaptığı gibi kitle bağışıklığının oluşması beklenirse, elbette virüsle birlikte yaşanabilir, ama o arada yüz binlerce ölüm olacaktır.

Macron ile Şi Jinping’in konuşmaları karşılaştırılırsa, Fransız Cumhurbaşkanı’nın hep basit ve ahlâk dersi verici mesajlar ilettiğini, Çin Başkanı’nın ise, François Jullien’in “Dolambaç ve Erişim”de (Le Détour et l’accès) gösterdiği gibi hep farklı şekillerde anlaşılabilir olan kasten muğlak bırakılmış mesajlar verdiği varsayılabilir. Fedakârlıktan bahsettiğinde bile, Şi Jinping, bir aşkınlığı içkinlik içinde somutlaştıran Yahudi-Hıristiyan fedakârlığını kastetmiyor: Batı’ya karşı yüz yıldır sürdürülen savaşı kazanmak için Çin halkının bir kısmının feda edilmesi bu.

“Virüsler insan öldürmeyi hedefleyen kasıtlı varlıklar değildir; daha ziyade bir ekosistemdeki türler arasındaki dengesizliğin belirtisidir” diye yazıyorsunuz. Koronavirüs sürmekte olan bir ekolojik yıkımın simgesi mi? Yoksa şeyleri böyle görmek fazla metaforik mi?

Son kırk yıldır antropolojinin tüm hedefi simgeden göstergeye geçmek oldu. Uzun zaman boyunca antropologların görevi, sosyal dünyayı yöneten bilinçdışı yasaları formülleştirmek oldu. Göstergebilimin bütün meselesi, göstergelerin pragmatik olarak nasıl iş gördüğünü, insanların insan haricindeki canlılarla ilişkilerini gösterge alışverişiyle nasıl gerçekleştirdiklerini anlamaktır. Claude Lévi-Strauss’un tahlil ettiği simgesel işlevden, Philippe Descola’nın tasvir ettiği ontolojilere (bkz.: https://www.mediapart.fr/journal/culture-idees/301013/la-planete-la-modernite-et-nous-24-philippe-descola-d-autres-manieres-de-composer-des-mondes?onglet=full ) ya da Eduardo Kohn’un önerdiği “insanın ötesindeki antropoloji”ye geçişin anlamı budur.

Nitekim koronavirüs Çin, ABD ve Avrupa arasında olup bitenin bir göstergesidir; sürmekte olan ekolojik felaketin simgesi değil. Simgeden göstergeye geçmek, daima statik/durağan olan simgelerden daha dinamik olan göstergelerin yaşamını hesaba katmayı gerektirir. Bugün, göstergeler hızlanıyor. Çöküşü düşünmek için tahayyül edilmiş bütün felaket senaryoları gözümüzün önünde gerçekleşmekte: uçaklar havalanamıyor, finans çöküyor, Çin’de hava kirliliği son buluyor…

Bir solunum virüsünden korunmak için insan topluluklarını evlere kapatma ve bütün ekonomiyi durdurma raddesine gelinmesi, çağımızdaki ileri kapitalizm hakkında çok şey söylüyor. Hâlâ kendine güvenen bir kapitalizmin, deli dana ya da kuş gribi krizleri esnasında büyükbaşların ya da kümes hayvanlarının toplu imhalarında olduğu gibi, hayvan kaynaklı hastalıklara gözden çıkarılabilecek kusurlu mallar muamelesi yapılabileceğini düşündüğü 1990’lı yıllardaki durumda değiliz artık.

Bugün yarasalar ve pangolinler isyandalar; gözden çıkarılma riskiyle karşı karşıya olan da biziz. Ama salgın ile siyaset arasında elle tutulamayan bir bağlantı üzerine simgesel olarak hiçbir şey söylemez bu. Hiçbir zaman aynı olmayan bulaşıcı hastalıkların işaret ettiği kapitalizmin dinamiklerine teşhis koymayı mümkün kılar.

Hayvanlardan insanlara geçen, yani tür sınırlarını aşarak aktarılan hastalık yapıcılara (zoonosis) verilen üç tip tepki ayırt edilebiliyor: potansiyel olarak hastalığın bulaşmış olabileceği hayvanların toplu itlafı, bağışıklığı kuvvetlendirmek için aşı kullanımı ve toplanan örneklerle hastalık yapıcı genlerin gözetim altına alınması. Bu teknikler insanlar ile insan haricindeki canlıları birbirine bağlayan ortaklıkların farklı kavrayışlarını gerektirir; kitabımda bunları üç başlık altında ayırt ediyorum: öngörü (prévention), önlem (précaution) ve hazırlık (préparation).

Kitabınızın girişinde şu cümleyle başlıyorsunuz: “Küresel sağlık yetkililerine göre mesele, pandeminin nerede başlayacağı değildir; bunun felakete yol açan sonuçlarına kafa tutmaya hazır olup olmadığımızı bilmektir.” Kitabınızı bitirdiğinizde bunun cevabını bulmuş muydunuz?

Hayır, ama sorunun Çin’de ve Çin sınırlarında ortaya konuş şeklinin tarihini yaptım. Amerikalı meslektaşlarım, 1950-1960 yıllarında ABD’deki bir nükleer kaza korkusundan, Soğuk Savaş’ın bitişiyle bilhassa terörizm ve pandemilerin damga vurduğu, genel tehdit diye adlandırılan korkuya kadar, felaketlere hazırlık tekniklerini incelediler.

Beni ilgilendiren, tam da ABD’nin kural koyucu rol oynadığı bu hazırlık tekniklerinin Çin’de nasıl benimsendiği oldu; bilhassa SARS esnasında, bu teknikleri artık hegemonyasına itiraz ettiği büyük güce karşı çevirebilecek kadar benimsemişti.

İster nükleer için olsun ister doğal felaketler için olsun, hazırlık aslında başlıca üç teknik gerektirir; bunları üç başlık altında ayırt ediyorum: nöbetçiler, simülasyonlar ve stoklama. Wuhan da bir nöbetçidir, zira 2003’ten beri Fransa’yla beraber kurulmuş ve 2017’de açılışı yapılmış olan bir P4 laboratuvarıyla donatılmıştır; bu sayede hayvandan insana geçen yeni pandemilerin erkenden saptanması mümkün olmaktadır. Kuş gribinde Hong Kong’un oynadığı rolü SARS salgınında da o oynamaktadır. Simülasyonları ise Çin SARS’tan beri yapmaktadır; hastane personelleri de koronavirüs gibi akut solunum hastalıklarının idaresine hazırlıklıdır. SARS’ta büyük bir korku yaşamış olan Singapur, bu simülasyonlara çok yatırım yapmıştır. Maske stoklama bahsinde ise Çin’in Batılı ülkelerin hayli önünde olduğunu gördük; öyle ki, ABD dahil dünyanın artakalan kısmına yardım teklif edebildi. Dolayısıyla Çin’in pandemilere Amerikalılar’dan ya da Avrupalılar’dan daha hazır olma olanakları var. Tayvan da virüse karşı ilaç stoklamasında ileride ve şu sırada Pekin’inkine alternatif bir sağlık diplomasisi sergiliyor.

Kitabımın kurucu fikri, gerçekte kadın erkek hepimizin, küreselleşmenin yeni merkezi olan ve yaşam koşulları yeni patolojiler üreten Çin’in sınırlarında bulunduğumuzdur. Ama benim soruşturmamı yürüttüğüm ve bu ülkeyle daha da sınırdaş olan, Hong Kong, Singapur, Tayvan gibi ülkeler var. Bu ülkeler Çin geleneğiyle Batı geleneğinin orta yerinde sağlık stratejileri geliştirdiler. Bugün bizi bu kadar ilgilendiriyor olmaları, tam da Çin’in ahalisine dayattığı önlemlerden ziyade, liberal geleneğimizle daha bağdaşabilir önlemlerle salgına set çekebilecek olmalarındandır.

Pandemiler yeni jeopolitik şekillenmeler bakımından neyi açığa vuruyor?

Pandemilere hazır olmanın özellikle ABD, Avrupa ve Asya arasında ilişkiler gerektirdiği duygusuna kapılabiliriz; oysa kuş gribinde, gerçek odak Endonezya, merkez üs Çin ve önce davranan Avustralya çok etkili olmuşlardı; Avrupa ve ABD ise bu işe çok karışmamıştı.

Bu koronavirüs salgını karşısında Afrikalılar, henüz kıtalarına ulaşmayan bir virüse karşı seferberlik dersi veriyorlar bize; Avrupa’yla köprüleri atıyorlar ve bizim onların göçmenlerine karşı otuz yıldır aldığımız önlemleri bize karşı alıyorlar. Pandemilerin etkisiyle Kuzey/Güney ilişkileri yeni bir şekil alıyor: Artık sadece hükmetme ilişkileri değil bunlar; hakikaten sömürgecilik-sonrası ilişkiler dünyasındayız. Öngörü tekniklerinde daima Batı, bilim ve ahalileri idare etme bilgisi adına dünyanın artakalanına ders verirken, hazırlık teknikleri çok daha çift taraflı işleyebilir teknikler: Hükmedilen bunları hükmedene karşı çevirebiliyor.

“Pandemilere hazır olmak, sadece kurban sayısını sınırlı tutmak için değil, aynı zamanda bunların ekonomik, siyasi ve ahlaki sonuçlarını da sınırlı tutmak için gereklidir” diye yazıyorsunuz. Batı’da ve Asya’da aynı şekilde mi hazırlanılıyor buna?

Pandemilere kültürel geleneklerimiz uyarınca hazırlanıyoruz; ya da, antropolog Philippe Descola’nın deyişiyle, ontolojilerimiz, yani insanlar ile insan haricindeki canlılar arasında kurulmuş ilişkiler uyarınca hazırlanıyoruz. Önce Sovyet düşmanı, sonra da terörizmi saplantı haline getiren ABD, bakteriyolojik düşman ve biyoterörizm konusunda yoğunlaştı. Avrupalılar özellikle önlem ilkesiyle gıda güvenliğine odaklandılar.

Çinliler’de böyle takıntılar yok ve bizim insanlar ile insan haricindeki canlılar arasında yerleştirdiğimiz kopuşa iki yüz yıldır itibar etmiyorlar. Dolayısıyla, felaketleri öngörmek için çabucak tespit edilmesi gereken ekolojik dengesizliklerin işaretlerinin hayvanlardan alınabileceğini kolaylıkla düşünebiliyorlar. Sahadaki muhataplarımın, su yüzüne çıkmakta olan hayvandan insana geçen hastalıkları açıklamak için “doğanın intikamı” deyişini çok kolayca benimsediklerini görünce şaşırmıştım.

Dolayısıyla bir pandemiye hazırlanmamız, doğayla tarihsel olarak sürdürdüğümüz ilişkiler uyarınca farklılık arz ediyor. Kitabımda bu fikri, Michel Foucault anlamında doğayla bir çobanlık ilişkisini ayırt ederek özetliyorum. Doğada daima sürünün başında bir çoban vardır ve sürünün tamamını kurtarmak için bir kısmını kurban eder; bir de avcı-toplayıcıların yemek için öldürmek zorunda oldukları hayvanlarla ve bitkilerle doğal yaşamı idare (cynégétique) ilişkisi vardır. Doğal yaşamı idare teknikleri ve sürü idaresi teknikleri, hayvanlarla insanlar arasındaki ilişkilerdeki belirsizlikleri denetlemenin iki farklı şeklini oluşturur.

Salgınlara hazırlık tekniklerinin temelinde bulunan nöbetçiler, simülasyonlar ve de stoklamalar üzerine aynı anda nasıl çalıştınız?

Britanya sömürgesinin Çin’e iade edildiği 1997’den beri Çin’in güneyinde başlayan hastalıklar üzerine dünyanın artakalanına alarm verici nöbetçi bölge diye tanımlanan Hong Kong’da saha çalışması yürüterek, esas olarak nöbet tekniklerini araştırdım. Hong Kong’da, çiftliklerde ya da pazarlarda, insanlara aktarılabilen gripleri saptamayı sağlayan aşılanmamış “nöbetçi tavuklar” bulunur. Daha sonra, bu teknikleri, organizmamızdaki bazı hücrelerin virüs bilgisini en önce algılayarak nöbetçi rolü oynadıklarını gösteren immünoloji araştırmalarıyla ilişkilendirdim. Bu araştırmalar, hücreler virüs tarafından yanıltıldığında ya da virüs onlara görünmeden girdiğinde, organizmanın bizzat virüs yüzünden değil kendi paniğinden ötürü öldüğünü gösteriyor.

Simülasyonlar ise olabilecek en beter durum senaryolarıdır. Daha çok ritüel alanına girerler, çünkü kodlaştırılmış ve tekrarlanan uygulamalardır bunlar; dolayısıyla nöbetçilerle uğraşan antropolog için daha az ilginç ve çeşitlidir; bu anlamda da onları mitoslarla karşılaştırıyorum. Bu felaket simülasyonları, özellikle de pandemi simülasyonları, mesela bugün olup bitenler karşısında hastane personellerini paniğe kapılmamaya hazırlama görevi gören, aktörler tarafından oynanmış senaryolardan ibarettir.

Stoklamaya gelince, daha az etnografik veriye ve örneğe erişebildim; zira aşı, maske ve antiviral ilaç stokundan söz edilmesi savunma sırlarının alanına girer. Ama aşıların ya da antiviral ilaçların stoklanmasının ekonomik değer ürettiği bir dünyada, işbirliği ve şeffaflık değerlerinin de temel önemde olduğunu anlamayı sağlayan, ecza firmalarının kongrelerine katıldım.

Nitekim stoklama, yaşadığımız âcil durumlarda tanık olduğumuz gibi eşitsizlikler üreten, halkların idaresi tekniklerine de bağlıdır: Hastalar arasında seçim yapılması, ya da aşıya erişimde tıbbî ya da siyasî personelin öncelikli olup olmaması gerektiği gibi.

Özetle, benim çalışmam pandemilere hazırlığın soykütüğünü çıkarmak ve hayata geçirilen teknikler arasındaki farklılıkları göstermekten ibaret. Nöbetçilik mefhumunun insanlar ile insan haricindeki canlılar arasında daha hakkaniyetli bir ilişki kurmaya vesile olabilmesi anlamında; zira hayvanlar, tersyüz edilebilir ilişkilerde (avcı avı tarafından öldürülebilir) bize işaretler gönderiyorlar; stoklama ise insanlar arasında eşitsizlikler yaratır, ama insanlar ile insan haricindeki canlılar arasında da eşitsizlikler yaratır, zira çoban daima sürüden üstündür. Benim için, hükmetme ve evcilleştirme sorunları da bu şekilde birbirine bağlanıyor.

Ne bakımdan?

Nöbetçilerle ilgilenmek, evcilleştirme üzerine kendimize sorular sormaya mecbur ediyor. Bazı hayvanların insanlar tarafından evcilleştirilmesinin/onlara hükmedilmesinin sonuçlarıyla ilgilenmiş olan coğrafyacı Jared Diamond’ın fikrini belirginleştirmeye uğraşıyorum. Hayvanlar bize metalar veriyorlar: besin, deri, işgücü… Ama onlara kötü muamele edersek, bize virüsler ve bakteriler de veriyorlar. Su yüzüne çıkmakta olan bulaşıcı hastalıklar, evcilleştirme sözleşmesindeki eşitsizlikleri açığa vuruyor ve doğanın intikam aldığının göstergesi. Benim nöbetçiler hakkındaki fikrim, en iyi evcilleştirme koşullarını yeniden kurmaya getiriyor; çünkü insanlar, insan olmayan hayvanlarla hepimize bulaşan hastalıklar üzerine alarm işaretleri alışverişine giriyor.

Gelecekte yıkıcı olacak pandemilerin artmasının önüne geçmek için, insanlarla hayvanları yeniden birbirinden ayırmak mı gerek öyleyse?

Hayır, yeniden birbirinden ayırmak gerekmez, daha ziyade yeni bir sözleşme icat etmemiz gerekir. Bu sözleşmenin hayvan haklarının tanınması üzerine kurulabileceğini düşünmüyorum; zira bizim Batılı hayvan hakları hukukumuzun sadece yaygınlaştırılmasından ibaret olduğu için, Peter Singer’ın başlattığı hayvan özgürleşmesi akımına eleştirel yaklaşıyorum. İnsanlar ile insan haricindeki canlılar arasında alarm işaretleri alışverişi üzerine o anlaşmayı tekrar kurma fikrine daha çok inanıyorum.

“Nöbetçiler” ile “alarm vericiler” arasında nasıl bir ayrım yapıyorsunuz?

SARS’ta, Hong Kong hem nöbetçi hem de alarm verici rolü oynamıştı. Bu defa, fark daha belirgin. Wuhan koronavirüs oluşumunun ve insana aktarıldığının erken alarm işaretlerini saptayarak bir nöbetçi rolü oynadı. Fakat alarm vericiler engellendi. Çin Başkanı Şi Jinping’in anlatışına göre yerel yetkililer tarafından engellenmiş; Çin devleti gerektiği gibi hareket etmiş ve aksaklıklar yerel olmuş.

 Li Wenliang

Ama asıl önemlisi; durumun vahametini ilk anlayan ve kendisi de Covid-19’dan ölmeden önce haber veren göz doktoru Li Wenliang, yeni bir Maocu kahraman olarak göklere mi çıkarılacak, yoksa bir tür Çinli Edward Snowden haline gelerek herkesten önce haklı çıkmanın bedeli olarak aforoz mu edilecek? Bugün Çin’de alarm vericilere bir statü verilmesi üzerine bir gerginlik ve bir düşünce çabası var — ki tamamen yeni bir şey bu.

Salgına karşı en iyi şekilde mücadele vermek için virüslerin bakış açısını mı benimsemek gerek ve bunu yapabilir miyiz?

Bütün mesele bu. Buna kesin bir cevap veremem. Antropolog olarak elimde değil bu; zira virüsleri kurcalamıyorum ben. Ama virüsbilimcilerin bunu yapmayı bildiklerini ve bazı kolokyumlarda, virüs olsalar, bir şehre ya da bir bölgeye bulaşmak için nasıl hareket edeceklerini açıklayarak eğlendiklerini saptayabildim. Çalışmamda, insanlar ile insan haricindeki canlılar arasındaki ilişkilerin virüs tarafından nasıl dönüştürüldüğüne bakıyorum. Bunun için virüsbilimcilerin, ama özellikle antropologlarla çok daha konuşkanlaşan kuşbilimcilerin söylemlerine ve uygulamalarına dayanıyorum. Dolayısıyla bir kuşun bakış açısını benimsemem daha kolay oluyor; bunun, zihinsel olarak bir virüsün beklentilerini benimsemek demek olduğunu anlasam bile.

Şubat ayı sonunda, bugün Fransa’da ve dünyanın başka yerlerinde yayılan koronavirüsle ilgili “pandemi nöbetçileri” üzerine çalışmanıza bir sonsöz kaleme aldınız. Bu sonsözü üç hafta sonra bugün yazmanız gerekse, ne eklerdiniz?

Bugün esas sorun, insanlar arasında ve insanlar ile insan haricindeki canlılar arasında uluslararası bir dayanışmayı nasıl düşünmek gerektiğini bilmektir; oysa her devlet, komşusunun yeterince çaba göstermediğini ileri sürerek kendi sınırları ardına kapanıyor. Kapanma önlemlerindeki bu açık artırma mantığı dayanılmaz bir şey. Kapanma, insan ile insan haricindeki canlı topluluklarını nasıl yeniden derinlemesine örgütlemek gerektiğini tartışmadan önceki bir aşama olarak görülmeli sadece.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.