Yayına hazırlayan: Gülçin Karabağ
Merhaba, iyi günler. Bugün üçüncü kez karşınızdayım. Kusura bakmayın, ama zorunluluk oldu; şöyle ki önce bir şeffaflık üzerine bir yayın yaptım, ardından İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu ile bir yayın yaptık, biraz önce sonuçlandı. Ama tam biz o yayındayken, İstanbul ve Ankara büyükşehir belediyelerinin yürüttüğü yardım kampanyalarının üzerine iktidarın birtakım engelleme çabaları haberleri geldi. Haberler şu anda yüzde yüz net değil, ama şunu biliyoruz: Vakıfbank İstanbul ve Ankara büyükşehir belediyelerinin hesaplarını bloke etmiş durumda. Bir genelge var, İçişleri Bakanı imzalı bir genelge; ama genelge devletin bazı birimlerinde var, bazı birimlerinde yok. İstanbul, Ankara valiliklerinin henüz açıkladığı bir genelge değil. Alâkasız bir şekilde, Balıkesir vilayetinde, valiliğinden bunu görüyoruz. E-devletin birtakım başka yerlerinde de karşınıza çıkan bir olay var. Aslında dün Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yaptığı bu yeni yardım kampanyası açıklamasıyla, “Biz kendimize yeteriz” kampanyası ile birlikte, bu aslında ilk akla gelen sorulardan birisiydi.
Niye böyle bir kampanya? Çünkü devletten önce belediyeler, Ankara, İstanbul ve İzmir ve diğer CHP’li büyükşehir belediyeleri ayrı ayrı değişik adlarla bu tür kampanyalar başlattılar ve bayağı da bir etki yaratmışlardı. İlk akla gelen sorulardan birisi de acaba devlet bu kampanyayı başlatarak belediyelerin kampanyalarının önüne geçmek mi istiyor sorusu vardı. Yayından önce Ekrem İmamoğlu ile bu konuyu konuştuk. Çok rahatsızdı, ama buradan bir sorun çıkmasını istemiyordu; bunların bir spekülasyon olarak kalmasını temenni ediyordu; çünkü kampanya belediye için çok önemli, İstanbul için, Ankara için, İzmir için ve başarılı da. İlk geri dönüşleriyle halktan belli bir ilgi gördüğü de anlaşılıyor. Tabii yayın sırasında bu konu hâlâ yüzde yüz kesinleşmemiş de olsa, anlaşılan devlet CHP’li belediyelerin bu çabalarını bir şekilde engellemek istiyor.
Bunu kitabına nasıl uyduracaklar? Değişik değişik kanun maddeleri var. Valiliklerden izin almak gibi şartlar var; şu var, bu var, ama şurası kesin ki CHP’li büyükşehir belediyelerinin bu kampanyaları iktidarı çok ciddi bir şekilde rahatsız etmiş. Zaten başından itibaren belediyeleri, hele hele muhalefet partilerinden belediyeleri işin içerisine, salgınla mücadele içerisine sokmak istemeyen iktidar, belediyelerin bu şekilde inisiyatif almasıyla beraber, bir şekilde, ayarı bozulmuş bir durumda hızlı bir hamle yaptı. Dün aslında ne bekleniyordu? Cumhurbaşkanı’nın açıklama yaptığı her gece öncesinde olduğu gibi bazı illerde –İstanbul’da, ama İzmir’de de– kapsamlı ya da sınırlı bir şekilde sokağa çıkma yasağı uygulama kararını dile getireceği beklenirken, hiçbir şekilde bu olmadı. Yine “Evde kal” telkinleri geldi, ama ardından bu para toplama kampanyasını Cumhurbaşkanı duyurdu. Kendisinin yedi maaşını verdiğini söyledi, bakanların da vereceğini söyledi. İş insanlarından, hayırseverlerden en büyük katkıyı beklediklerini söyledi. “Zekâtlarını Ramazan ayında dağıtmayı düşünen vatandaşlarımız da bu kampanyaya katılarak hayır yarışında yerlerini alabilirler” dedi ve ardından, “Kampanyamıza yapılan yardımların şimdiden Hak” –yani Allah anlamında– “katında kabul olmasını diliyorum” dedi Cumhurbaşkanı Erdoğan.
Şimdi bunun bir ayağının kesinlikle CHP’li belediyelerin erken davranması, inisiyatifi alması, toplumu bir şekilde seferber etme konusunda böyle doğrudan maddi olarak seferber etme konusunda belli bir başarı katetmeleri bu kararı aldırmış — bu çok net. Bir şekilde anlaşılıyor. Bunu engelleyecekler mi? Engelleyebilecekler mi? Türkiye böyle bir dönemde bir de bu tartışmayı mı yaşayacak? Yaşayacağa benziyor, şu an itibariyle böyle gözüküyor. Bunun kılıfı uydurulabilecek mi? Şu âna kadar yapılan birçok şeyde olduğu gibi bunda da pekâlâ uydurabilirler. Bir ihtimal burada şu âna kadar toplanmış olan paraların da belki bu devletin yürüttüğü, başlattığı kampanyaya nakli de belki dayatılabilir vs..
Burada bir kere çok açık bir şekilde dışarıda tutulmak istenen belediyelerin, ki bugün İmamoğlu ile yaptığımız yayını izleyenler bilir, İstanbul gibi, bu olayın en merkezinde olan, 16 milyonluk bir şehir ve en çok hastanın olduğu söylenen –ki hiç şaşırtıcı değil– bir şehrin yöneticileriyle bile devletin yetkilileri muhatap olmuyorlar. Valiyle ancak geçen hafta sonu görüşebildiğini söyledi Ekrem İmamoğlu. Bu durum bize belediyelerin bir şekilde devletin koronavirüsle yürütüldüğü iddia edilen savaşın dışında tutulmak istendiğini gösteriyor. Belediyelerin bu anlamda aldığı inisiyatif de gerçekten iktidarı kızdırmışa benziyor, rahatsız etmişe benziyor.
Olayın bir boyutu bu. Ama başka boyutları da var. Bu boyutlardan birisi, dünyanın birçok yerinde, Amerika Birleşik Devletleri en çarpıcısı ama birçok yerinde, bu virüsle mücadele, ekonomik anlamda mücadele etme konusunda devletler kesenin ağzını açtılar, keselerinde para yoksa da para basarak o keseleri doldurup vatandaşlarına yardım etme yolunda çok ciddi bir seferberlik başlattılar. Bunu gördük. Kanada Başbakanı’nın söyledikleri hâlâ gündemde. ABD’de Kongre çok büyük bir pakete onay verdi vs. İngiltere’de, Fransa’da birçok yerde benzer olaylar var. Az sayıda ülkede, az sayıda ülkede devlet vatandaşları yardım kampanyasına çağırıyor. Bu anlaşılabilir bir şey. Ama Türkiye’den öncelikle beklenen, şu âna kadar devletin bu konuda yaptığı, ekonomik paket anlamında yaptığı şeyler, özellikle toplumun dargelirli, yoksul, gündelikçi işçi, işsiz kesimlerine yönelik çok ciddi bir kaynak aktarımı söz konusu değil; devlet bunu bir anlamda topluma havale etmiş oldu — böyle bir yönü var.
Bu belki Türkiye’nin ekonomik durumuyla açıklanabilir bir şey; yani çok kabaca: Para yok, imkân yok, kaynak yok denebilir. Ama benim güvendiğim bazı uzmanlar, bunun çok inandırıcı olmadığını, pekâlâ kaynağın yaratabileceğini, en kötü ihtimalle de birçoklarının yaptığı gibi devletin bir şekilde para basabileceğini söylüyorlar. Devlet bir anlamda burada aslında sokağa çıkma yasağında yaptığını bir başka şekilde yapıyor; kendi atması gereken adımı vatandaşa havale ediyor. Kendi yapması gereken, atması gereken adımı vatandaşa havale ediyor — böyle bir yönü var. Bu aslında önemli bir yön ve aslında Erdoğan’ın yaptığı, kendisi, iktidarı için yaptığı çok stratejik bir hata. Böyle bir hatayı neden yaptı bilmiyorum. Zaten bir süredir peş peşe çok ciddi, vahim hatalar yapıyor. 31 Mart’ta da yaptı, onun öncesinde de yaptı, bugüne gelene kadar ekonomik kriz konusunda da yaptı ve koronavirüs meselesinde de yapıyor. Her şeyden önce birçok adımını ürkerek ve geç atıyor. Vatandaştan kampanya başlatmak, diyelim ki iyi bir fikirse, bunu daha ilk günden yapsaydı. Hayır. Bu fikir aslında muhalefet partili belediyelerin yapmasıyla beraber aklına geldi; insanları seferber etmekten ziyade, başlayan bir seferberliğin önünü kesme yönü daha fazla dikkat çekiyor.
Bir diğer husus: Şeffaflık meselesi. Diyelim ki bu paralar toplandı, toplanıyor. Çok güzel. Bunların dağıtılacağı yerler konusunda Cumhurbaşkanı’nın söylediklerine bakalım: Ne diyor? Aile Bakanlığı burada görevli. Sosyal Yardımlaşma, Aile Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı başlatıyor kampanyayı, yürütüyor kampanyayı. “İl ve ilçelerdeki sosyal yardımlaşma ve dayanışma vakıfları aracılığıyla ihtiyaç sahibi vatandaşlar belirlenip bu yardımlar kendilerine sunulacak”, diyor. “Gerekirse muhtarlıklarımız da devreye girerek kampanyada toplanan paraların en doğru şekilde yerine ulaşmasını temin edeceğiz.” Bu konuda tamam. Bunlar güzel sözler, ama bir şeffaflık meselesi var. Parayı veren kişilerin devlete, gerçekten bu paranın hızlı bir şekilde hak edenlere gideceğine inanması lâzım ve gerekirse de devletin bunu onlara göstermesi lâzım.
Bu şeffaflık meselesinin nasıl aşılacağı konusu zaten bugün yaptığım ilk yayında da bunu söyledim, Erdoğan yönetiminin şeffaflık gibi bir iddiası yok, böyle bir şeyi kabul etmiyor. “Bana güvenin gerisini merak etmeyin” diyor. Kendisine güvenenler tabii ki var, toplumun belli bir kesimi, ama güvenmeyen de çok kişi var. Dolayısıyla bu güvenmeyen kişilerin bu kampanyaya katılmasını sağlamak öyle kolay bir şey değil. Zaten ilk andan itibaren gördük: Sosyal medyada çok ciddi karşı kampanyalar da yapıldı ve bayağı bir ilgi de uyandırdı. Zaten baştan bu kampanyanın başlamasıyla beraber koronavirüs sürecinde yaşadığımız ilk ciddi kamplaşmayı da yaşar olduk. Buna tanık olduk. Türkiye zaten kutuplaşmış bir ülke. Her vesileyle bu kutuplaşma kendini gösteriyor.
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
Koronavirüs olayında bir müddet, nasıl söyleyeyim, uykuda kalan kutuplaşma, kamplaşma olayı bu kampanyayla beraber tekrar –bu canavar diyelim ki iyi bir şey değil çünkü– bu canavar tekrar kafasını çıkarttı ve şu anda biz Türkiye’de “Koronavirüsle hep birlikte nasıl mücadele ederiz? En etkili ve en hızlı bir şekilde ve en az zararla bu sorundan, bu beladan nasıl kurtuluruz?”u tartışmak yerine, kampanyaları “Onun kampanyası, bunun kampanyası, senin kampanyan benim kampanyamı, benim kampanyam senin kampanyanı döver” şeklinde bir yere doğru gidiyoruz. Çok da kötü oluyor. Burada birinci derecede sorumluluğun devlette ve ülkeyi yönetenlerde olduğunu düşünüyorum. Olayın bir boyutu şeffaflık boyutu. Buradan baktığımız zaman, kampanyayla beraber kutuplaşmanın tekrar kendini göstermesiyle beraber, bir taraf, yani iktidara yakın olmayan taraf, iktidara karşı olan taraf bu kampanyaya güvenmeyecektir. Benzer şekilde de CHP’li belediyelerin yaptığı kampanyaya da belki –ya da belki de değil, büyük ölçüde öyledir– iktidara yakın olan kişiler güvenmeyecektir. Böylece bir kere daha Türkiye’yi tam da birlikte hareket etmesine, gerçekten hani o Türk sağının çok sevdiği “birlik ve beraberliğe ihtiyaç olduğumuz günlerde” klişesi herhalde en uygun zamanını buldu bu zaman, ama bu zamanda da tekrar bu işler ayrışıyor. Türkiye tekrar kampanyalar üzerinden ayrışıyor. Kaldı ki işin bir de başka bir boyutu var.
Kampanya para demek. Para nerede? Üretim yok, ekonomik faaliyet yok, insanlar önünü göremiyor. Neye göre, nasıl yapacaklar, nasıl bağışta bulunacaklar? Normal bir hayat aksa ve onun içerisinde bu yapılsa o bir yere kadar anlaşılır bir şey herhalde. Arada Cumhurbaşkanı Erdoğan birtakım çıkışlarla, isim vererek insanların, illerin ya da birtakım şirketlerin vs. ismini vererek kampanyaya arada, ara gazlar vermek isteyecektir. Önümüzdeki günlerde bol miktarda bu kampanya meselesini çok daha fazla bir şekilde, çok da hak etmediği genişlikte göreceğiz herhalde. Son olarak bir noktayı söylemek istiyorum. Bu bir hata; Erdoğan için bir hata aslında. Koronavirüs sürecinin ilk başından itibaren Erdoğan kendisine atfettiği ve başkanlık sistemine geçişle beraber tam olarak atfettiği güç, çok güçlü, çok yıkılmaz, her sorunu hızlı bir şekilde çözen siyasetçi profilinden alabildiğine uzaklaşmış bir durumda.
Normal şartlarda burada, bu süreçte Erdoğan bu koronavirüs meselesini, kendi yaşadığı sorunları krizleri aşmada bir fırsata pekâlâ çevirebilirdi, çeviremedi ve böyle bir yerde vatandaşa sahip çıkan, vatandaşa yardım eden, ekonomik alanda onların sorunlarını hızlı bir şekilde çözen, çözmeyi vaat eden bir liderden, yaşanan ekonomik sorunları çözmek için vatandaştan âcil yardım isteyen bir lidere dönüştü. Ve bu anlamda da, bu kampanya başlayış şekliyle ve nasıl seyredecek göreceğiz, başlayış şekliyle Erdoğan’ın güçlülüğüne değil, gücüne değil, gücünü kaybettiğine delalet ediyor ve olayın böyle de bir yönü olduğu kanısındayım. Umarım belediyelerin kampanyalarını engelleme yolundaki hiç de şaşırtmayan bu girişimler yarıda kalır, vazgeçilir ve belediyeler iyi başladıkları kampanyaları etkili bir şekilde sürdürmeye devam ederler. Bu bir temenni. Bir diğer temenni de, bir türlü kurulmayan bu yerel yönetimler merkezî yönetim bağı, iletişimi bir şekilde Türkiye’de artık hep beraber kaybedildiğinin bilincine varılarak –tabii burada esas bu noktaya varması gereken esas olarak merkezî yönetim– bu olaya bir şekilde son verilir; ama sanmıyorum.
Bu olay daha da tırmanacağa benziyor maalesef. Ama böyle bir sorunda ve gerçekten vaka anlamında, hayatını kaybedenler anlamında sürekli kötü haberlerin geldiği ve işin daha da kötüleşebileceği ihtimalinin hep ortada olduğu bir yerde, bu tür tam anlamıyla gereksiz siyasî kamplaşmalara, kutuplaşmalara, devlet eliyle yukarıdan aşağıya devlet tarafından bunun dayatılmasına Türkiye’nin bence artık tahammülü yok. Ama şu haliyle gördüğümüz kadarıyla, tekrar kaldığımız yerden –hani nerde kalmıştık? Küçük bir ara verilmişti filme– şimdi film sanki kaldığı yerden devam edecek gibi gözüküyor. Umarım böyle olmaz, umarım bunun saçma bir şey olduğu noktasına gelinir ve herkes –merkezî yönetim, yerel yönetimler– vatandaşı bu işe sokma, bu sürece dâhil etme, aktif bir şekilde, verimli bir şekilde sokma konusunda kendi imkânlarını ayrı ayrı kullanırlar ve kendi mekanizmaları arasında da bir tür iletişim ve koordinasyon sağlarlar. Eğer bu olmazsa, zaten yaşadığımız bu kötü süreç çok daha kötüleşir ve elbirliğiyle bu sürecin daha da kötüleşmesine, berbat bir hale gelmesine katkıda bulunmuş oluruz.
Evet. Söyleyeceklerim bu kadar, iyi günler.