Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Süleyman Soylu mu, Fahrettin Koca mı?

İstifa olayından bu yana İçişleri Bakanı Süleyman Soylu ortada gözükmezken Sağlık Bakanı Fahrettin Koca’nın yıldızı parlamaya devam ediyor. Bu durum, AKP iktidarı içinde iki üslubun rekabeti olarak da yorumlanabilir.

Yayına hazırlayan: Zelal Direkçi

15 gün önce Türkiye’nin gündeminde İçişleri Bakanı Süleyman Soylu vardı. O meşhur cuma akşamı apar topar ilan edilen sokağa çıkma yasağı ve insanların marketlere akın ettiği görüntüler, ardından yaşanan tartışmalar, Soylu’nun istifası ve Cumhurbaşkanı’nın istifayı kabul etmemesiyle, iki hafta öncesinin gündemini Süleyman Soylu belirlemişti ve Süleyman Soylu üzerine çok sayıda yorum, analiz, spekülasyon yapıldı — biz de yaptık. Hem ben hem başka yorumcular yaptı, birlikte tartıştık; farklı farklı yorumlar vardı. Şimdi, aradan 15 gün geçtikten sonra tekrar baktığım zaman, 15 gündür herkesin konuştuğu Süleyman Soylu bu süre içinde konuşmuyor. 

Halbuki kendisi her vesileyle konuşur, bir şekilde varlık gösterir. Hatta şöyle bir husus var: İktidarın içerisinde belli görevleri olan kişiler –bakan, grup başkanvekili, AKP genel başkan yardımcısı, yüksek bürokrat vs.–, bunlar tek adam rejiminden sonra, ülkede inşa edilen başkanlık rejiminden sonra, belirgin bir şekilde kendi başlarına ortaya çıkmamaya özen göstermişlerdir. Cumhurbaşkanı’ndan habersiz, Erdoğan’dan habersiz, onun önünü kesiyormuş intibaını oluşturacak şekilde herhangi bir şey yapmadılar, yapmamaya çalıştılar. Bu noktada da Soylu’nun bir nevi istisna olduğunu söyleyebiliriz. Bu açıdan Ahmet Şık’ın –kendisi milletvekili ama hala gazeteciliğe doymuş değil–, Şık’ın yazdığı çok geniş bir yazı var: Örneklerle Soylu’nun nasıl her vesileyle rol çalmaya çalıştığını, basın toplantıları düzenlediğini, televizyon veya internet üzerinden canlı yayınlara katıldığını, açılışlar vs. yaptığını gösteriyor. Süleyman Soylu bir nevi kendini istisna kılmak ister dibiydi. Genellikle dışarıdan bakıldığında da bunun aslında Erdoğan icazetli bir istisna olduğu kanaati vardı. Ama şimdi anlaşılıyor ki pek de öyle değilmiş. 

Süleyman Soylu bir şekilde kendisine bu yapı içerisinde bir yer açmaya çalıştı. Tabii ki destekçileri vardı; özellikle AK Parti iktidarına dışarıdan destek veren, doğrudan ya da dolaylı destek veren sağ cenahın devletteki karşılıklarının bir nevi sözcüsü, temsilcisi gibiydi. Ve daha sonra istifasında da –Erdoğan’a rağmen olmuş bir istifa; ilk başta acaba Erdoğan mı sevk etti gibi tereddütler oldu, ama daha sonradan Erdoğan’a rağmen olduğu anlaşıldı– Erdoğan Soylu’nun bakanlıktan ayrılmasına izin vermedi. O geceyi hatırlayalım: İstifanın olduğu gece, Soylu yanlıları çok ciddi bir kampanya yürüttüler ve Soylu’nun gerçekten bir kitle tabanı olduğu görüntüsü ortaya çıktı. Hatta Erdoğan’ın Soylu’nun kitlesel gücü nedeniyle istifasını kabul etmediği yönünde görüşler de ortaya çıktı. Ama bunun aldatıcı olduğu kanısındayım. 15 günde yaşananlar bize bunun çok da kalıcı bir destek olmayacağını gösteriyor. 

Tabii ki 15 gün erken, önümüzde çok uzun zaman var. Ama Türkiye çok kritik bir 15 gün geçirdi. Salgınla mücadele konusunda ürkek adımlarla birtakım tedbirler alınma yoluna gidildi. Haftasonu sokağa çıkma yasağı sonrasında 23 Nisan’la birleştirilen dört günlük yasak –ki bugün itibariyle, daha doğrusu pazar geceyarısı itibariyle– sona erdi. Belki de bundan sonra olacak olan yasaklar 1 Mayıs’ı da kapsayacak şekilde olur. Çok kritik bir dönemi geçirdi ve salgınla ilgili rakamlar da bu 15 gün içerisinde kademe kademe iyileşti. Ölüm oranının düşük tutulması, yeni vaka sayılarının azalması, testlerin belirli seviyelerde artması ve iyileşen hastaların sayısının bâriz bir şekilde artması… Böyle pembeye doğru giden bir tablo var — özellikle son 15 gün içerisinde var. Dünya Sağlık Örgütü de bunu temkinli bir iyimserlik ile karşıladığını, bir başarı olduğunu söyledi. Ve bu başarıda Süleyman Soylu yok.

Eğer bir başarı söz konusuysa, rakamların umut verici bir şekilde seyri söz konusuysa, bu esas olarak kimin sorumluluğunda? Tabii ki Sağlık Bakanı Fahrettin Koca’nın. Fahrettin Koca’nın o meşhur cuma gecesi yaşanan olayda Süleyman Soylu’yla tartıştıkları iddia edildi. Bu iddia kanıtlanmış değil. Ama onları bir daha yan yana görmedik. Zaten Süleyman Soylu’yu hiç görmedik. Ama Fahrettin Koca’yı gördük: Ya kendisi basın toplantısı yaptı, uzun uzun bu başarıyı anlattı, dünyaya örnek olduklarını anlattı, ya da her akşam olduğu gibi rakamları verdi ve bu rakamları her verişinde de daha iyimser ve başarılı bir tonda verdi. 

Tüm bunlar aslında bize çok ilginç bir süreci gösteriyor. Fahrettin Koca’nın bir yükselişi var. Aslında başından itibaren onun bir yükselişi vardı; çünkü son yıllarda AKP iktidarında alışılmadık bir şekilde şeffaf görünümlü, sakin ve insanları ikna etmeye çalışan, herkese seslenen, seslenmeye çalışan bir siyasetçi profili çizdi Fahrettin Koca. Buna karşılık Süleyman Soylu onun zıttı idi. Soylu kesinlikle herkese hitap etme derdinde değildi. Türkiye’yi “biz ve onlar” diye ayıran, kendilerine destek vermeyen herkesten işkillenen, CHP’li belediyelerin bile faaliyetlerine tahammülü olmayan, astığı astık kestiği kestik –ya da bu görünümlü– bir siyasetçiydi. Birisi telkinle anlatarak –tatlı dille diyelim– kamuoyunu bilgilendirmeye ve ikna etmeye çalışırken, bir diğeri de tam tersine tehditle, yasaklar, baskılarla kendisine bir rıza oluşturmaya çalışan bir profildi. Ve bu anlamda şu anki iktidarın iki ayrı yüzü olarak görmek mümkün Fahrettin Koca ile Süleyman Soylu’yu. 

Bir başka açıdan da iki ayrı yüz; çünkü Fahrettin Koca İslâmî gelenekten gelen birisi, Süleyman Soylu ise daha milliyetçi damardan gelen birisi. Bu Türkiye’deki meşhur milliyetçilik ve muhafazakârlık ikileminde kimi zaman işbirliği, ama kimi zaman da rekabet ve çatışma var. İki ayrı yüz. Süleyman Soylu Demokrat Parti, Adalet Partisi, Doğruyol Partisi geleneğinden gelen, küçük yaştan itibaren oralarda siyaset yapmış birisi ve bu anlamda milliyetçi damarı da güçlü olan birisi. Fahrettin Koca ise Nakşibendilik içerisinde yer almış, Türkiye’de bir zamanlar –artık değil– Nakşibendiliğin en güçlü kolu olan İskenderpaşa Cemaati içerisinden birisi. Ve İskenderpaşa Cemaati’nin özelliklerindendir; Nakşibendilikte başka böyle cemaatler de var –Erenköy Cemaati gibi– ama özellikle İskenderpaşa hep muhafazakâr elitlerin grubudur. Üniversite mezunlarının, mühendislerin, doktorların, iyi eğitimli avukatların, eczacıların olduğu bir yapıdır. Geleneksel olarak Milli Nizam, daha sonra Milli Selamet partilerinin kurulmasında ön ayak olmuş bir yapıdır. Mehmet Zahit Kotku o zamanki şeyhiydi. Dolayısıyla hep siyasetle iç içe olmuş bir yapıdır. Daha sonra da 80’li yıllarda tarikat faaliyetlerinin yanında hep siyaseti tuttular, ama aynı zamanda cemaat adına ticarî faaliyetleri de çok yoğun bir şekilde yürüttüler –hastaneler, okullar, yayın kuruluşları vs.– ama bunların çok başarılı olduğunu söylemek mümkün değil. Gücü 90’lı yıllarla beraber azalan bir cemaat söz konusu. 

Fahrettin Koca bu gücü azalan, ama hep bir sembolik ve simgesel anlamı olan ve hâlâ özellikle eğitimli kesimde karşılığı olan bu yapı içerisinden gelmiş birisi. Bu anlamda da birbirlerinden farklı olduklarını söyleyebilirim. Şimdi ikisini karşılıklı değerlendirdiğimiz zaman, buradan şu sonucu çıkarmak doğru değil: Süleyman Soylu’nun siyasî iddiası var, ama bir şekilde sorun yaşadı; bunun karşısında onun yerini Fahrettin Koca alıyor. Böyle bir şey olacağını sanmıyorum. Fahrettin Koca’nın bir siyasî gelecek hesabı yaptığını sanmıyorum — yapabilecek bir profili yok. Aslında ona siyasetçi demek de çok zor. Seçime girmiş birisi değil, atanmış birisi. Parti siyaseti yaptığını sanmıyorum, bundan sonra da yapabileceğini açıkçası sanmıyorum. Ama onun şu anki devlet yapısı içerisinde bir yeri, bir ağırlığı var ve bu yer giderek artıyor. Tabii şu hususu özellikle vurgulamakta yarar var: İyi giden bu salgınla mücadele konusunda ezkaza bir arıza çıkması durumunda –ki bu hiç kimsenin temennisi değil–, böyle bir durumda da Fahrettin Koca’nın bir tür günah keçisi olma durumu var. Ama gidişat olmayacağı yolunda ve yıldızının parladığı yolunda. 

Fahrettin Koca bütün bu süreç içerisinde hem kamuoyunda herkese yönelik mesajlar verirken, aynı zamanda Cumhurbaşkanı Erdoğan’a bağlılığını da attığı tweet’lerle, yaptığı açıklamalarla, Cumhurbaşkanı Erdoğan’a yaptığı göndermelerle, ona yönelik iltifatlar ile vs. gösterdi. En son İsveç’ten getirilen vatandaş olayı da esas olarak Fahrettin Koca’nın değil Cumhurbaşkanı’nın hanesine yazdığı bir PR çalışması oldu. Dolayısıyla burada aslında bir dengesizlik var; bir yandan siyasî iddiaları olduğu çok belli olan, ihtirasları olan, zaten AKP’ye başka bir partiden gelen Süleyman Soylu var; bir diğer yanda da siyasî ihtirası olmayan ya da olduğu yönünde pek bir işaret göstermeyen, işini yapan ve görüldüğü kadarıyla da işini iyi yapan birisi var. 

İşini iyi yapan meselesine bir parantez açalım: Süleyman Soylu’nun istifasının nedeni işini kötü yapmasıydı. Yani farklı istifa gerekçeleri vardır ve genellikle olan şudur: Birisi bir şey yapar ve kendi inandığı doğruda ısrar eder, ama âmirleri, üstleri ona izin vermez. Onun yenilikçi, farklı, iddialı adımlar atmasına izin vermezler; bunun üzerine bu kişi istifa eder. Böyle bir istifa modeli var — ki en saygın olanı budur. İktidar savaşları üzerinden baskı olur ve bu kişi istifaya mecbur kalır. Bu da bir yere kadar anlaşılabilir bir şey. Bir diğeri ise –ki bu bizde çok az olan bir şey– birisi yanlış yapar, eline yüzüne bulaştırır ve işleri berbat eder –ki o cuma gecesi yaşanan ve bunun aktörü Süleyman Soylu’ydu mâlûm– ve kendisi görevden alınmadan istifa eder. Yani hatasını belli bir yerde tutmak ve faturasını kendi kesmek. Süleyman Soylu’nun olayı buydu. 

Ama bu olayı başka türlü yaptı. Ve o gece ona verilen destekle beraber işin rengi sanki doğru bir hareket yapmış ve bu hareketin önü kesilmek istiyormuş ve o da dayanamamış istifa etmiş gibi gösterildi. Halbuki yaptığı iki açıklamada, hem istifa hem de geri dönme açıklamasının ikisinde de kendi hatası olduğunu söyleyen ve bu hatadan Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı muaf tutmak isteyen Süleyman Soylu vardı. Geri dönüşünde de aynı şekilde hatasını affettikleri için bir şekilde Cumhurbaşkanı’na ve millete teşekkür etmişti. Dolayısıyla burada iki ayrı olay söz konusu. Birisi işinde başarısıyla dikkat çeken, diğeri başarısızlığıyla dikkat çeken birisi. 

Bir yayında Soylu için “Çok lâf, az iş” demiştim; Fahrettin Koca için de “Az lâf, çok iş” demek doğru olmayabilir, çünkü iş yapıyor ama konuşmaktan da çok geri kalmıyor — o uzun basın toplantılarında uzun uzun konuşuyor. Genellikle o tür, işi üzerine konuşan teknokrat, bürokratlar uzun basın toplantılarını sevmezler — açıkçası bunu ilginç bir not olarak düşmek istiyorum. Evet 15 günden fazla geçti; Süleyman Soylu’nun yıldızının parladığını iddia edenler herhalde her gece o yıldıza bakıyorlardır. 

Bu tabii ki Soylu’nun bir daha gözükmeyeceği anlamına gelmiyor, ama şu haliyle baktığımızda, bugünün Türkiye’sinde Tayyip Erdoğan’ın çok da fazla ihtiyacı olan bir siyasetçi değil. Ama o ihtiyaç her zaman hasıl olacak; çünkü işlerin belli bir normalizasyona girmesiyle beraber diğer sahici ve yapısal sorunlar iyice ortaya çıkacak, onlarla baş başa kalacağız. Salgın bir nevi, diğer sorunlarımızı konuşmadan da alıkoymuştu. Daha sonra bunlarla tekrar yüzleşildiği zaman, Türkiye’de tekrar siyasî mücadele güçlü bir şekilde çıkacak ve iktidarın elinde yine o otoriter ve baskıcı dilden başka bir şey kalmayacak ve bu anlamda da Süleyman Soylu ve onun gibi kişiler tekrar gündeme çıkabilir. Ama şu günler Fahrettin Koca gibi isimlerin günleri ve bu olay da bize aslında sadece iş yapmaya yoğunlaşıldığı zaman ülkelerin bir ölçüde nefes alabildiğini gösteriyor. Ama o tür sert çıkışlar, azarlamalar, kendinden olmayanı şeytanîleştirmeleri Erdoğan sık sık yapıyor; birkaç gündür yapmadı, hayret ediyorum, ama önümüzdeki günlerde “CeHaPe zihniyeti” vs. gibi çıkışlarla karşımıza çıkabilir. Ama şu an Fahrettin Koca gibi insanların zamanı — ki onun gibi olanların anı ki sayıları çok fazla değil. Süleyman Soylu şu anda yedekte duruyor. 

Bunu tekrar söyleyeyim, daha önceki yayınlarda da söyledim: Ne olursa olsun, nasıl şekillenirse şekillensin, Soylu’nun Türkiye’de bir iktidar hareketinin lideri olma potansiyelini çok gerçekçi bulmuyorum. Bir iktidarın hareketinin içerisindeki bir aktör olabilir, onun kaba tabiri ile “kötü polis” rolünü oynamaya devam edebilir; ama lideri Erdoğan olan AKP’yi, kendi liderliğinde tekrar sorunlarından kurtarıp iktidarı güçlü bir şekilde alacağı yönündeki önermeler bana gerçekçi gelmiyor. 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.