Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

HDP ne yapsın?

HDP’nin Edirne ve Hakkari’den Ankara’ya sürecek olan Darbeye Karşı Demokrasi Yürüyüşü bir dizi engellemeyle bugün başladı. Yürüyüş Türkiye’nin üçüncü partisinin içinde bulunduğu durumu ve yaşadığı sorunları tartışmaya elverişli bir zemin hazırlıyor.

Yayına hazırlayan: Zehra Lâl Şimşek

Merhaba, iyi günler, iyi haftalar.

Bugün Halkların Demokratik Partisi iki şehirden –Edirne’den ve Hakkâri’den– bir yürüyüş başlattı. Aslında başlattı demek çok gerçekçi olmayabilir, başlatmak istedi. Bunun hazırlıklarını günler önceden yaptılar; adı: “Darbeye karşı demokrasi yürüyüşü”. Buradaki temel motivasyon, kendi partilerinden Musa Farisoğulları ve Leyla Güven’in ve CHP’den Enis Berberoğlu’nun milletvekilliklerinin iptal edilmesi ve hatta tutuklanmaları — ama iki tanesi sonra bırakıldı. Bunun üzerine, bunu bir darbe olarak nitelediler ve darbeye karşı demokrasi yürüyüşü ilan ettiler. Ve bu sabahtan itibaren hem Hakkâri’den hem de Trakya’dan başlattılar. Trakya’dan diyorum, çünkü Edirne’ye ulaşmaları biraz zor oldu milletvekillerinin; önce Silivri’ye daha sonra Edirne’ye gittiler, an itibariyle herhalde şu anda milletvekilleri Edirne Cezaevi’nin önünde olsalar gerek. Ama büyük çaplı bir yürüyüş olamayacağa benziyor. Hakkâri’den milletvekilleri bayağı bir engelle karşılaştılar, ablukaya alındılar — Silivri’de de öyle oldu. Hakkâri’dekiler Van’a doğru araçlarla yola çıktılar; ama biliyoruz ki, hem Trakya’da hem de Güneydoğu’da bazı illerde valilik şehre girme kısıtlama kararları aldı; bunların esas olarak bu yürüyüşle ilgili olduğunu da biliyoruz. 

Böyle bir tabloda, “HDP ne yapsın?” sorusu karşımıza çıkıyor. Çünkü en temel anayasal hak olan toplantı ve gösteri yürüyüşü haklarını –ki içlerinde milletvekilleri de var, çok sayıda– hayata geçirmelerinin önünde devlet tarafından çok ciddi bir engel çıkartılıyor. Dolayısıyla “HDP ne yapsın?” sorusunun iki ayağı var: birincisi “Bu koşullarda ne yapabilir ki?” gibi bir boyutu var, bir diğeri de, “Türkiye’nin 3. partisi olarak HDP neden bu noktada? Bu yaşanan krizi, sorunu aşma konusunda politikalar neden gerçekleştiremiyor?” Ya da: “Nereye kadar yeterli, nereye kadar yetersiz?” Bu çok geniş bir tartışma, kapsamlı bir tartışma; ama Türkiye’de düşünce ve ifade özgürlüğünün iyice daraltılmış sınırları içerisinde bu tartışmayı yapabilmek çok kolay değil, bütün boyutlarıyla hak ettiği gibi yapabilmek açıkçası çok kolay değil. Çünkü 5-6 yıl öncesinin koşullarının çok uzağında bir yerdeyiz ve özellikle AK Parti iktidarı –belirli bir tarihten itibaren– Erdoğan, Kürt sorunu konusunda politikasını tamamen değiştirdi ve tamamen HDP’yi şeytanîleştirme üzerine, kriminalize etme üzerine bir politikayı temel aldı. Bu politikaya aykırı hareket etmenin değişik kademelerde cezaları var: kimi zaman bu tutuklanmaya kadar gidiyor, kimi zaman dışlanmaya kadar gidiyor. Örneğin medyada –büyük medyada– HDP yok. HDP çok konuşuluyor, ama HDP’liler bu konuşmalara, bu tartışmalara hiçbir şekilde dahil edilmiyor. Her türlü insan konuşuyor, ama HDP’liler hariç. Sonuçta sistemli bir şekilde sindirilmek istenen, hayat alanı iyice daraltılmak istenen bir parti söz konusu. Ama bu parti kolay kolay yok sayılamayacak bir parti; çünkü en son genel seçimlerde aldığı oy 5 milyon 865 bin, yani yüzde 11,7 oranında. 67 milletvekilliği kazanmıştı. 2015 Haziran’ında aldığı oy çok daha büyüktü, 6 milyonu aşmıştı, yüzde 13,2 oy oranı ile 80 milletvekili kazanmıştı. Ama daha sonra Kasım 1 Kasım 2015’te tekrarlanan seçimde ciddi bir şekilde, neredeyse 1 milyona yakın oy kaybetmişti o kısa zaman içerisinde ve oy oranı yüzde 10,76’ya düşüp, milletvekilleri de 59 olmuştu. Burada tabii HDP konusunu tartışırken üç tane temel soru var, bu sorular dönem dönem soruldu, ama tam lâyıkıyla tartışılabildi mi emin değilim. Birincisi Haziran 2015’te HDP’nin almış olduğu yüzde 13’lük oy. “Bunu nasıl aldı?” sorusu çok önemli bir soru. Daha sonra “Kasım’da tekrarlanan seçimde bu oylar nasıl yüzde 10,76’ya düştü?” Tabii ki ortada yaşanan kaos ortamı ve bunun devlet eliyle kullanılması vs. olayın bir yönü tabii. Ama başka yönleri de var; HDP bütün bu süreç içerisinde demek ki etkili bir şekilde kendini anlatamadı, o süreçte etkili, ikna edici tavırlar geliştiremedi; ama bu tartışmanın da ciddi bir şekilde yapıldığı kanısında değilim. Yüzde 13,2’den 10,76’ya düşmüş olması ve 3 yıl sonra oylarını tekrar artırması — yani yaklaşık 700 bin, 720 bin fazla oy alıyor, oy oranı da yükseliyor. Demek ki bütün bu yediği darbelere rağmen, kendisine yönelik bütün bu operasyonlara rağmen… ki çok sayıda milletvekili, eş genel başkanlar, belediye başkanlarının milletvekillikleri bitirildi, belediye başkanlıkları ellerinden alındı, hapsedildiler. Onlarca, yüzlerce HDP’li ve bunların içerisinde tabii üst düzey çok sayıda isim var: Başta Selahattin Demirtaş olmak üzere, Figen Yüksekdağ olmak üzere, Gültan Kışanak, İdris Baluken ve diğerleri. Böyle bir tabloda önümüzdeki bu üç sorunun hâlâ çok ciddi sorular olduğu kanısındayım. Yüzde 13’e çıkmak, sonra kısa sürede 10,76’ya düşmek, ama sonra tekrar %11,7 oy oranına ulaşmak ve Türkiye’nin 3. büyük partisi olmak, her şeye rağmen, devlete rağmen, bütün kısıtlamalara rağmen, ambargolara rağmen ve kendisine rağmen… işte bunu birlikte konuşabilmek… 

Bu yayında birkaç tane not vermek istiyorum, çünkü gerçekten çok kapsamlı bir tartışma. Dönem dönem değiniyorum, dönem dönem bu konuyla ilgili doğrudan ya da kısmen değindiğim yayınlar oldu; ama şunu özellikle biliyorum: HDP tartışmak, HDP konuşmak Türkiye’de çok cazip bir şey değil, çok alıcısı olan bir şey değil. Tam tersine çok ciddi bir şekilde HDP’den normal bir siyasî özne olarak bahsetmeniz bile, birçokları tarafından dışlanmanıza, karalanmanıza neden olabiliyor. Öte yandan HDP’nin çevresinde yer alan ya da içinde yer alan kişilerin bir kısmının –hepsi olmasa bile bir kısmının– da kendilerine yönelik eleştirel bakışlardan çok fazla hoşlanmadıkları da muhakkak. Şimdi bu yürüyüşe baktığımız zaman –Darbeye Karşı Demokrasi Yürüyüşü–, ilginç bir şekilde CHP’nin yaptığı Adalet Yürüyüşü’nün 3. yıldönümüne denk geldi — bilerek mi yapıldı emin değilim. Adalet Yürüyüşü Ankara’dan İstanbul’a yapılmıştı; zordu CHP için, ama gerçekten çok başarılıydı. Burada konsept daha farklı: Edirne ve Hakkâri. Edirne ve Hakkâri tabii ki Türkiye’nin bir ucundan diğer ucu, ama aynı zamanda Edirne Cezaevi’nde Selahattin Demirtaş’ın kalıyor olması da Edirne’yi HDP için ayrıca daha sembolik kılıyor. Biz bu yürüyüşün nasıl geçeceğini, olup olmayacağını beklerken, dün geceyarısı Irak’ın kuzeyinde PKK’ya yönelik olduğu söylenen çok kapsamlı hava harekâtı yapıldı. “Pençe Kartal” adı altında, adı “Pençe Kartal” ve sosyal medyada çok etkili bir şekilde de bu duyuruldu, sahiplenildi. Böyle bir olayla girdik; yani sabah gözünü açanlar, HDP yürüyüşünden önce “Pençe Kartal” operasyonunu gördüler. Bu da tabii ki –o bizim Çetin’lerin programına referans vererek–, zamanlaması fazlasıyla mânîdar bir olaydı. Yürüyüşün önüne engeller çıkartılıyor; daha yürümesine bile izin verilmeyen, ya da verilse bile bütün bu süreçte bir yığın meşakkat çıkartılan bir partiyle karşı karşıyayız.

Bu yürüyüşün bir diğer çarpıcı yönü: HDP’nin yalnız olması. Yani buraya, bu yürüyüşe destek veren başka bir siyasî parti ya da güçlü bir siyasî parti yok. HDP ile zaten bir sempati ya da empati ilişkisi içerisinde olan bazı çevrelerin, kurumların, kişilerin destek verdiğini görüyoruz; ama HDP bunu tek başına yapıyor. Bu noktada CHP’nin Adalet Yürüyüşü’nden çok farklı. Tek başına yapmasının nedeni –zaten bütün sorun da büyük ölçüde burada– Türkiye’nin 3. partisi olmasına rağmen, kimse –ana akımda yer alan siyasî aktörler– kolay kolay HDP ile yan yana görünmek istemiyor. Zaten iktidar ortakları açık bir şekilde HDP karşıtı, sürekli ona saldırıyorlar. Muhalefette de HDP ile ilişkileri olanlar bile, bunları genellikle örtük tutuyorlar, dolaylı tutuyorlar, açık bir şekilde bir ilişki olmuyor. Nitekim en son Selahattin Demirtaş cezaevinden yaptığı açıklamalarda, son seçimlerdeki ilişkinin bir ittifak ilişkisi olmadığını, HDP’nin ne CHP ile ne İyi Parti’yle ittifak yapmadığını, ama bazı yerlerde, büyük şehirlerde muhalefetin adaylarını desteklediklerini söyledi ve organik bir ittifak ilişkisi içerisinde olmadıklarını söyledi. Ama biliyoruz ki, 31 Mart seçimlerinde HDP’nin büyükşehirlerde tercihi CHP adaylarından yana olmasaydı, bu CHP adaylarının –İstanbul başta olmak üzere– kazanmaları epey zor olurdu, hatta imkânsız olurdu. Bu da zaten bize gösteriyor ki, HDP hem ihtiyaç duyulan, gerçekten birçok açıdan çok kilit bir parti; ama yan yana durulmaktan da imtina edilen bir parti. Bu Türk siyasetinin en anahtar sorunlarından birisi. Anahtar bir parti, çok ciddi bir oy potansiyeli var –yüzde 12’ye yakın, milletvekili sayısı azalıyor ama– milletvekilleri var. Ama daha da önemlisi, Türkiye’de belli bir kesimin sözcüsü durumunda, onların esas temsilcisi durumunda –bunlar Kürtler– ve eğer Türkiye’nin sorunlarını, Kürtler’in de aktif yer aldığı bir şekilde çözmek isteniyorsa –ki şu anda istenmediği kanısındayım– isteniyorsa, HDP ile bir şekilde ilişkilerin geliştirilmesi gerekir. Bunlar imkânsız şeyler değil; daha önceki dönemde AK Parti iktidarı bunu denedi, belli bir yere kadar yaptı. O çözüm süreçlerinde HDP ile çok ciddi, organik bir ilişki içerisindeydi AK Parti iktidarı — Erdoğan da. Ve fotoğraflar ortada; en son Dolmabahçe Sarayı’nda yapılan ortak açıklama ortada. Orada HDP’nin temsilcileri, AKP’nin temsilcileri vardı — ki ilginçtir, orada AKP adına bulunanlardan sadece Mahir Ünal, o tarihte grup başkanvekili idi, halen AKP içerisinde etkili bir pozisyonda. Onun dışındakiler AK Parti içerisindeki güçlerini çok ciddi bir şekilde kaybettiler. Böyle güçlü bir partiden –aslında Türkiye’de siyaset yapmak, ülkeyi yönetmek isteyenlerin bir şekilde ciddiye alması gereken bir partiden– hep uzak duruluyor, mesafe konulan bir parti oluyor. Devletin resmî politikası bu oldu, muhalefettekiler de bu resmî politikanın dışına kolay kolay çıkamıyorlar, çünkü ürküyorlar. Böyle birtakım adımları atmaları halinde kendi tabanlarından tepki geleceğini düşünüyorlar; çünkü tabanları da iktidarın bu görüşlerinin çok ciddi bir şekilde etkisinde. Aynı zamanda da tabii bu tür ilişkilerin iktidar tarafından kullanılacağını düşünüyorlar. Bu bir ön kabul; 31 Mart’ta işin hiç de böyle olmadığını aslında görmüştük ama. Buna rağmen –31 Mart deneyimine rağmen– hâlâ bu iş böyle sürüyor.

Bir diğer husus, HDP’nin önünde her zaman için çıkartılan bir “Türkiye partisi” olup olmama meselesi var. Bu çok ciddi bir tartışma, tam olarak yapıldığı söylenemez, dönem dönem üzerinde çok duruluyor. “Olması gerekir mi, gerekmez mi?”den başlayan ve “Olması gerekir” diyenlerin bunu nasıl gerçekleştirecekleriyle devam eden bir tartışma. Şu haliyle baktığımız zaman, HDP Türkiye partisi olma noktasından epey bir uzakta duruyor. Halbuki Haziran’da, yüzde 13,2 aldıkları seçim zamanında –2015 seçimlerinde– bu iddia çok ciddi bir şekilde güçlenmişti. Güneydoğu dışındaki bölgelerden de çok ciddi oylar almış ve milletvekillikleri çıkartmışlardı — İzmir’de iki tane mesela, sonra bire indi. Burada belki de bunun kilit olayı, Haziran ve Kasım 2015 arasında Türkiye’de yaşananlar ve orada kimin neye nasıl cevap verdiği, kimin hangi politikaları benimsediği, hangilerinden uzak durduğu, nerede yanlış nerede doğru yapıldığı meselesi. Ve bu anlamda HDP’nin gerçekten bu dönemi ciddi bir şekilde değerlendirebildiği kanısında değilim. Ama şunu da özellikle vurgulamak lâzım: O dönemin önde gelen aktörlerinin büyük bir kısmı şu anda cezaevinde, uzun zamandır cezaevindeler — başta Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ olmak üzere. 

Hep bir provokasyon endişesi var. Selahattin Demirtaş’ın yürüyüşle ilgili attığı tweet’lerde de –kendisi atmıyor tabii, avukatları üzerinden onun adına atılıyor–, orada da gördük, hep bir provokasyon endişesi var. Eş Genel Başkan Mithat Sancar da yaptığı açıklamalarda bunu söylemişti; bu partinin böyle bir sorunu var ve bu sorun çok ciddi bir sorun. Bir şeyler yapmak istediği zaman, o yapmak istediği şeylerin şu ya da bu güçler tarafından enfekte edilmesinden endişe ediyorlar ve tedbir almaktan, yani bu enfeksiyon ihtimaline karşı tedbir almaktan –tam salgın dili ile konuşuyoruz– ama tedbir almaktan normal siyaset yapmaya çok fazla imkân bulamadıklarını da özellikle vurgulamak lâzım. Bu “Türkiye partisi” meselesinde, aslında bu tartışmanın verimli bir şekilde gelişmesinde Ahmet Şık olayı çok iyi bir fırsat olabilirdi. Ahmet Şık’ın neden istifa ettiği, niye partide tutunamadığı ya da ikna edilemediği, ya da ikna edilmek istenmedi mi? Bunların hepsi bir şekilde örtülü kaldı; gerek Ahmet Şık gerek HDP yöneticileri bu konuda büyük ölçüde ketum davrandılar. Birazcık “kol kırılır yen içinde” oldu –biraz değil, hayli öyle oldu–; ama o mesele, bütünüyle özgür bir ortamda kapsamlı bir şekilde tartışılabilseydi, bu noktada bayağı bir mesafe katedilebilirdi. Ama sonuçta Ahmet Şık HDP’den ayrıldığı ile kaldı ve buradan ne Ahmet Şık’ın ne HDP’nin çok fazla bir kazanım elde ettiği kanısında değilim.

Son bir not: Başak Demirtaş’a yönelik sosyal medya üzerinden yapılan saldırı, cinsel saldırı. O saldırının ardından, belki de ilk defa HDP’ye mesafeli olan iktidar partisinin temsilcileri -bazı temsilcileri de dahil- bazı kınamalar geldi –bu aslında ilginç bir not– kınamalar geldi ve orada da gördük, bazı böyle çok hassas konularda, çok olağanüstü durumlarda aslında HDP bir şekilde -Selahattin Demirtaş, eşi, vs.– eşit insan olarak, eşit kişiler olarak kabul edilebiliyor. Bu aslında ilginç bir olaydı ama orada yine dikkat çekti, hemen iktidarın bazı temsilcileri hemen pozisyon alıp karşısına birtakım şeyler çıkardılar: “Olabilir ama..” diye başlayan. Ve tavır alanlara karşı -yani Başak Demirtaş’ın yanında görüş beyan edenlere de- rahatsızlıklarını belirttiler, ad vermediler belki ama, bu noktada Cem Küçük’ün Türkiye gazetesinde açık açık özür dileyenleri -ya da özür dileyen demeyelim- kınayanları korkakla suçladı. Çünkü bazı kesimlerin AK Parti iktidarının sona ereceği endişesiyle, muhalefete değişik vesilelerle yanaşmaya çalıştığını yazdı. Bu ilginç bir bakış açısı, ne derece doğrudur bilmiyorum; ama şurası muhakkak: AK Parti iktidarının MHP ile yürüttüğü koalisyon iyi  gitmiyor ve bu koalisyon -şu yada bu şekilde- uzatmaları oynayan bu koalisyon, bu iktidar, pekala bir gün Türkiye’de iktidarı kaybedebilir. Ve dolayısıyla Türkiye’de yeni bir yönetim şekillenebilir ve bu yeni yönetimde bir şekilde HDP de doğrudan ya da dolaylı olarak yer alabilir. Bunlar imkansız hususlar değil. Şöyle düşünelim: o 2015 Haziran’ında kurulan -Ahmet Davutoğlu tarafından kurulan- geçici koalisyon hükümetine HDP bakan vermişti, hatırlayalım. Ve orada Ahmet Davutoğlu, HDP’nin kendilerine göre en yumuşak isimlerini bakan olarak atamıştı, sonra süre bitmeden önce istifa ettiler o ayrı; ama demek ki şu ya da bu şekilde bu pekala olabiliyormuş. Türkiye’nin koronavirüs normalleşmesini yaşamaya çalışan ama bunda da çok ciddi sorunlar yaşayan Türkiye’nin, öncelikle siyasetten normalleşme yaşaması gerekiyor. Bu anormal, olağanüstü hali Türkiye’nin aşması gerekiyor. Bunun aşılmasında da en önemli kriterlerden birisi, HDP’nin meşru bir siyasi aktör olarak Türkiye’de varlığını bütün tarafların tekrardan kabullenmesi olacaktır. Ama bunun gerçekleşebilmesi için de HDP’nin yapması gereken çok şey var.

Evet, söyleyeceklerim bu kadar, iyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.