60’a yakın baro başkanı, iktidarın “çoklu baro sistemi” düzenlemesine karşı başlattıkları yürüyüşün son durağı Ankara’da polisin engellemesiyle karşılaştı. Bu düzenleme ve baroların itirazları, tabii ki TBB Başkanı Prof. Metin Feyzioğlu’nun iktidarı desteklemesi ne anlama geliyor?
Yayına hazırlayan: Sema Kahriman Gökçe
Merhaba. İyi günler, iyi haftalar.
Geçen hafta HDP yürüyüşü, bu hafta da baroların yürüyüşü ile başladı. Aslında geçen haftadan kalan bir yürüyüş, bugün Ankara’da noktalanıyordu. Ankara’ya Türkiye’nin değişik yerlerinden yürüyerek gelen baro başkanları –tabii bu tamamen yürüdükleri anlamına gelmiyor, sembolik anlamda yürüyerek gelen baro başkanları– önce Anıtkabir’de bir araya geleceklerdi. Ardından Barolar Birliği’ni ziyaret edip yeni hükümetin ya da iktidarın –hükümet diye bir şey yok artık, mâlûm– yapmak istediği çoklu baro sistemi düzenlemesi hakkında Barolar Birliği’nden olağanüstü toplantı talebini dile getirecekti. Yarın da Meclis’e gidip görüşmeler yapacaklardı. Ancak 58 baro başkanı Ankara girişinde durduruldu. Polis kendilerinin Ankara’ya toplu halde girmelerine izin vermedi, ama darp edilen baro başkanları var. Polisle arbede çıktığını biliyoruz, ama bu arada ilginç bir şekilde Barolar Birliği Başkanı Prof. Metin Feyzioğlu instagram hesabından bir fotoğraf paylaştı. O fotoğrafta 15 baro başkanı ile birlikte Anıtkabir’de. Yani baro başkanlarının Ankara içerisine girmelerine izin verilmezken, Barolar Birliği Başkanı Metin Feyzioğlu; Afyon, Ardahan, Iğdır, Ağrı, Konya, Elazığ, Sivas, Gümüşhane ve Bayburt –bu iki şehirde tek baro var–, Çorum, Yozgat, Kütahya, Edirne, Samsun, Erzurum ve Kahramanmaraş baro başkanları ile birlikte Anıtkabir’de. Bu ilk başta şöyle bir görüntü yarattı: Sayıları 60’a yakın olan yasaya karşı çıkan barolar var; diğer tarafta da bu düzenlemeye destek veren barolar var — yani 15 baro, belki biraz daha fazla. Ve başlarında da tabii ki Barolar Birliği Başkanı Metin Feyzioğlu. Ama sonradan işin rengi biraz değişti. Çünkü Antalya Baro Başkanı Polat Balkan –ki Ankara’ya sokulmayan baro başkanlarından birisi–, Anıtkabir’deki arkadaşlarının, meslektaşlarının da daha sonra kendi yanlarına geldiğini söyledi. Bizim arkadaşlarımız da Konya Baro Başkanı ile konuştuğunda şöyle bir durumu bize tarif etti: Bir randevu var, Anıtkabir’in önünde, tüm Türkiye’nin baro başkanlarının buluşması, yani 80 baronun buluşması. Bu da saat 11.30 diye saptanmış. Bu 60’a yakın baro başkanı toplu halde oraya gitmek istiyor. Bazıları da tek tek, münferit olarak, bireysel olarak o Anıtkabir buluşmasına gidiyorlar. Ve orada gidenlerle Feyzioğlu Anıtkabir’de o fotoğrafı çekiyor. Daha sonra diğer 60’a yakın baro başkanının içeri sokulmadığını öğrenen baro başkanlarının bir kısmı da Anıtkabir’i terk ediyor. Ve iddiaya göre onlar da diğer arkadaşların yanına gidiyor. Burada aslında tabii ki Türkiye’deki tüm baroların yasal düzenlemeye karşı olduğu ve dolayısıyla siyasî iktidarın yapmak istediği bu düzenlemeye karşı olduğu söylenemez. Anadolu’da birçok baronun AK Parti’ye yakın olduğunu biliyoruz, bunu değişik vesilelerle gördük. Ama burada meslekî bir olay söz konusu ve dolayısıyla siyasî tercihleri ne olursa olsun birçok baro başkanının bu düzenleme konusunda endişeleri ve eleştirileri olduğu ve bunu kabul etmedikleri ortada. Bu aslında tamamen baroların kendi meslekî kazanımlarını koruma iddiasında bir hareket ve dünyanın her bir yerinde ve Türkiye’de de sıklıkla karşılaştığımız türden bir meslek içi dayanışma ve hak arama hareketi. Burada hak aramadan ziyade hakkını koruma, kazanılmış hakları koruma hareketi olarak kendini gösteriyor. Ama iktidarın buna bile tahammül etmediği anlaşılıyor.
Bu yapılmak istenen düzenleme hakkında çok şey söylendi. Ama şöyle bir amacı olduğu belli: Özellikle büyük şehirlerde siyasî iktidar –hatta geleneksel olarak sağ iktidarlar diyelim– baro yönetimlerine istedikleri kişilerin gelmediklerini görür ve bundan rahatsız olurlar. Ve bunu kırmak için değişik inisiyatifler geliştirirler, gruplar oluştururlar vs.; ama bir türlü o İstanbul, Ankara, İzmir gibi baroların yönetimlerini ele geçiremezler. Anlaşılan Adalet ve Kalkınma Partisi artık umudunu tamamen kesmiş ki, bunun yerine baro sayılarını çoğaltarak kendi barolarını, yani yandaş baroları oluşturmaya izin verecek bir düzenleme getirme niyetinde. Kelimenin en basit anlamıyla bir bölücülük söz konusu. Birileri de bu bölücülüğe izin vermek istemiyor. AK Parti yöneticisi Bülent Turan dün attığı tweet’te şöyle demişti: “Derdiniz avukatlar değil! Derdiniz Barolar Birliği üzerindeki, ihanet ettiğiniz Anadolu barolarının üzerindeki tahakkümünüzün yıkılacak olması!” Burada bir iddia var; sanki birileri, yani büyükşehirler Anadolu barolarını baskı altına alıyorlar. Ve AKP iktidarı da gelip Anadolu’yu kurtaracak.
Bu eski bir retorik. Anadolu sermayesi ve İstanbul sermayesi gibi söylemler vardı; özellikle İslâmî hareketin merkeze yürüyüşünde aslında açıklayıcıdır. Ama Türkiye’nin neredeyse 20 yıldır Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarı tarafından yönetildiğini bildiğimizde, bunun artık hiçbir anlamı kalmadığını görüyoruz. Dolayısıyla buradan kendilerine yine bir mağduriyet çıkartma amacı var; ama pek işe yarayacak bir amaç değil. Kaldı ki zaten Ankara girişinde 80 baronun 58’i –ki bunların içerisinde büyük bir kısmı tabii ki büyükşehir olmayan, İstanbul, Ankara, İzmir dışındaki şehirler– dolayısıyla bu ezilen baroların hakkını korumak için yürütülen bir çalışma değil. Yani bu, devletin birtakım mağdur edilen avukatları zalim birtakım avukatlardan ya da barolardan kurtarma operasyonu falan değil. Bal gibi kendisine, yani kontrol edemediği bir yeri olabildiğince bölüp onun içerisinden kendi kontrolündeki birtakım yapılarla büyük yapıyı zayıflatma girişimi. Zaten AKP iktidarının bugüne kadar ki süreçte Türkiye’de birçok kuruma benzer uygulamalar yaptığını biliyoruz. Kimisini ele geçirdi, kontrolünü tam anlamıyla eline aldı. Kontrolü altına alamadığını da etkisizleştirmeye, marjinalleştirmeye çalıştı ve bunu da büyük ölçüde başardı. Dün en çok kavga ettiği yerlerin bugün kendisine en sadık yerler olduğunu –özellikle büyük yargı noktasında– görüyoruz, ya da asker ve Genelkurmay’da da bunu görüyoruz. Polis zaten hiçbir zaman iktidarın sorunlu olduğu bir yer değildi. Özerk kurumların tamamen özerklikten uzaklaştığı, tamamen iktidara bağımlı yerler haline geldiğini görüyoruz. Devlet içerisindeki operasyon büyük ölçüde tamamlanmış durumda ve işler yürümüyor. Kontrol edilmedik yer kalmadı. Fethullahçılar’dan da temizlendi, her türlü atama yapıldı. Burada liyakat yerine sadakat gözetildi. Ama bakıldı ki, işler yine de yürümüyor. Dolayısıyla devlette yapılan düzenlemenin topluma da taşınması söz konusu oldu ve bu anlamda meslek kuruluşları –ki meslek kuruluşlarının bir sivil toplum örgütü olup olmadığı ayrı bir tartışma konusudur; bana göre sivil toplum kuruluşları değildir, ama toplumla çok iç içe yapılardır; her halükârda devlet kurumları değil– şimdi buralara yönelik bir devlet operasyonu söz konusu. Barolar ile başlıyor, herhalde Tabip Odaları ile devam edecektir, etmek istediklerini biliyoruz. Türk Tabipleri Birliği’ni hiçbir şekilde sevmediklerini hep biliyorduk. Bu salgın sürecinde iyice ortaya çıktı. Mühendis Odaları’nda da aynı şeyi yapmak istediklerini biliyoruz. Yani kendilerinden olmayan, kendilerine destek vermeyen her yapıyı bir şekilde etkisizleştirmek, ele geçirmek, ele geçiremiyor ve kontrol altına alamıyor ise, kontrol altına alabileceği alternatif yapılar üretmek.
Şimdi burada Metin Feyzioğlu olayı başlı başına ilginç bir örnek olarak karşımıza çıkıyor. Kendisi, biliyorsunuz, yakın bir zamana kadar Türkiye’de Erdoğan karşıtlığının sembol öncü isimlerinden birisiydi. Tam bir yıl önce bir yayın yapmıştım. Burada “Metin Feyzioğlu’nun gösterdiği: Kutuplaşma yalanı” diye bir yayın yapmıştım. Orada söylediklerime tekrar baktığımda, bugün yine şunu tekrar söylüyorum: “Metin Feyzioğlu döneklik falan etmiş değil”, demiştim. Aslında ortada bir kavuşma var, yani Metin Feyzioğlu ile Tayyip Erdoğan’ın kavuşması var. Bu bir yılı aşkın bir süredir sürüyor ve daha da devam edeceğe benziyor. Metin Feyzioğlu’nun baro başkanlarının itirazları hakkında söyledikleri ortada ve iktidar ile kurmuş olduğu ilişki ortada. Ama bu bir ihanet değil. Bu aslında düz bir çizginin devamı. Ama sorun şu: Geçmişte onun bulunduğu konum, yani devlet yanlısı, sistem yanlısı konum kendisini Erdoğan ile sorunlu hale getiriyordu. Çünkü o Erdoğan’ı sistem karşıtı olarak algılıyordu. Erdoğan’ı devleti ele geçirmek isteyen birisi olarak algılıyor ya da öyle anlatmayı tercih ediyordu. Daha sonra birçok Erdoğan-karşıtının Erdoğan ile kavuşması gibi, o da aslında Erdoğan’ın bugün sistemin en önde gelen savunucusu olduğunu görüp ona destek verdi, destek vermenin de ötesinde onunla bir ittifaka girdi. İttifak dediğime bakmayın. Erdoğan’ın ona ve onun gibi kişilere çok fazla önem atfettiğini sanmıyorum. 18 yıllık iktidarı boyunca çok yaşadığımız gibi, zamanı geldiğinde kullanılıp, herhalde zamanı dolduğunda da atılacak birisi olarak görüyordur. Tarihte, 18 yılda bunun birçok örneği var. Şu anda da Feyzioğlu gibi bir şekilde kullanılmaya talip olarak ortaya çıkıyor.
Burada barolar meselesine hangi açıdan bakmak gerekiyor. Türkiye’de geleneksel olarak özellikle barolarda AKP iktidarının ilk yıllarında bunu gördük ya da 28 Şubat sürecinde bunları gördük: Bazı kurumlar, hepsi tam olmasa da, yönetimde kim olursa olsun bu kurumlar aslında kendilerini bir şekilde sistemin gerçek sahipleri olarak görürler ve öyle konumlandırırlar. Tabii ki var olan hükümetlerle ya da cumhurbaşkanları ve başbakanlarla, adalet bakanları ile zaman zaman sorunları olmuştur; ama sonuçta Türkiye’deki var olan sistemin yeniden üretilmesinin önemli bir organıydı barolar. Birçok kurumun olduğu gibi. Bazı sendikalar da böyledir. Bunlar hem kendi bulundukları alanda etkili bir şekilde faaliyet göstermeye çalışırken, aynı zamanda kendi alanlarının dışında devlete sahip çıkma gibi bir misyonu kendilerine görev edinebiliyorlar. 28 Şubat bunun en çarpıcı örneğidir.
Ama şimdi yaşanan farklı bir şey var: Erdoğan bu tür kurumlara ihtiyacı olmadığını düşünüyor. Daha doğrusu şöyle söyleyeyim: Tam anlamıyla söz geçiremediği için bu kurumları tasfiye etmeye çalışıyor. Eğer barolar Feyzioğlu’nun çizgisinde kalmış olsaydı, Feyzioğlu kendisini neredeyse oybirliğiyle seçmiş olan o tabanı, baroları, baro delegelerini aynı şekilde ya da büyük ölçüde koruyabilmiş olsaydı, herhalde bu yasal düzenlemeyi iktidar hiçbir şekilde düşünmezdi. Ama burada başka bir şey oldu. Feyzioğlu siyasî tercihini değiştirerek, daha doğrusu siyasî tercihine uygun bir şekilde Erdoğan gerçeğini görüp, kabul edip, benimseyerek diğerleriyle yolunu ayırdı. Ve onları ikna edemedi. İkna etmeye çalıştı, ama olmadı. Şimdi böyle bir kopuş var. Bu kopuş, Erdoğan iktidarı olduğu müddetçe diğer meslek kuruluşları ile de süreceğe benziyor. Ama yarın öbür gün iktidar değişirse, AKP iktidarı giderse, bu kurumların yeni gelecek olan iktidarla beraber konumlanma ihtimalinin çok yüksek olduğunu ve tekrar eski misyonlarına geri döneceklerini tahmin ediyorum.
Avukatların yürüyüşüyle ilgili olarak, özellikle de bugünkü görüntülerle ilgili olarak önem verdiğim insanların, muhalefete yönelik, “Muhalefet nerede? Niye orada yok?” şeklinde çok sayıda itirazları, eleştirileri sosyal medyada gözüme çarptı. Bana çok mantıklı gelmedi bu. Çünkü baroların yürüyüşüne eğer şu ya da bu şekilde muhalefet partileri katılmış olsaydı, işte tam da iktidarın istediği gibi bunun aslında bir meslekî talep değil, avukatların kendi talepleri değil, bir siyasî komplo olduğunu iddia etme fırsatı verecekti. Bence böylesi daha etkili. Sadece baroların olması bence bu yürüyüşü daha etkili kılıyor. Muhalefetin onlarla ilişkisini –eğer gerçekleştirebilirlerse– yarınki ziyaretinde göreceğiz. Ve bildiğim kadarıyla muhalefet partileri bu düzenlemeye net bir şekilde karşı çıkıyorlar. Burada tabii böyle bir seçenek var. Bu tür hak talebi için sokağa çıkan kişilere “Muhalefetin desteği nasıl olmalı? Bunun yöntemi nasıl olmalı?” meselesi başlı başına bir tartışma konusu. Ben açıkçası bu hâlini, yani baroların kendi başlarına bunu yapmasını –çünkü bunlar sonuçta baro, yani avukatlık dünyanın her yerinde olduğu gibi Türkiye’de de en önemli mesleklerden birisi; özellikle hak hukuk meselesini bilme iddiasındaki kişiler– dolayısıyla kendi hak arayışlarını ya da hak savunularını kendi başlarına yapabilecek bir güçte olduklarını düşünüyorum. Ve şu âna kadar sergiledikleri tablo da zaten bunu bize gösterdi.
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
Sonuçta iktidar, kendinden olmayan bir yeri daha, birçoklarını bugüne kadar olduğu gibi bir yeri daha kurutmak, çölleştirmek, ya da onu zayıflatacak birtakım karşı kurumlar oluşturmak çabasında. Bunun sayısı artacak gibi görünüyor. Ama bu yürüyüş bize gösteriyor ki, Türkiye’nin köklü kurumları bir şekilde kendilerini savunma ve haklarını koruma konusunda mücadele etme dinamiğine çok ciddi bir şekilde sahipler. İzlemeye devam edeceğiz. Bakalım nasıl evrilecek? Ama şunu söyleyebilirim ki yasal düzenlemenin sonucu ne olursa olsun, bu sürecin kazananı, yürüyen avukatlar; kaybedeni de tabii ki bir kez daha Prof. Metin Feyzioğlu oldu. Evet söyleyeceklerim bu kadar. İyi günler.