Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Prof. Dr. Ersin Kalaycıoğlu ile Siyasetname (9): Cumhuriyette çok partili siyaset

Medyascope’un aylık programlarından Siyasetname’nin dokuzuncu yayınında, siyasetbilimci Prof. Dr. Ersin Kalaycıoğlu, Türkiye’nin neden, ne zaman ve nasıl çok partili siyasi hayata geçtiğini, Türkiye’de iktidarların neden muhalefeti yok etmeye çalıştığını anlattı.

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Sedat Pişirici: İyi günler. Medyascope’un aylık siyaset programı “Siyasetname”nin dokuzuncusu ile karşınızdayız. Sürekli konuğumuz Sabancı Üniversitesi Öğretim Üyesi, Bilim Akademisi Üyesi, siyasetbilimi profesörü, Dr. Ersin Kalaycıoğlu da bizimle birlikte. Hocam hoş geldiniz. 

Prof. Dr. Ersin Kalaycıoğlu: İyi akşamlar efendim 

Pişirici: Sekizinci programda, “Cumhuriyetin ilanından sonra tek partili dönemde siyaset nasıl yapılıyordu, ne olmuştu’’ onları konuşmuş ve çok partili siyasi dönemin kapısını aralamıştık. Bu programda da cumhuriyette çok partili siyaseti konuşacağız. Söz sizde. 

Kalaycıoğlu: Şimdi şuna dikkat etmemiz gerekiyor: Cumhuriyetin kuruluşunun hemen arkasından, altıncı yılında, 1929’da, dünya ekonomik buhranı patlak verdi. Onun arkasından, hemen hemen 10 yıl sonra, 1939’un eylülünde Almanya Polonya’ya saldırarak II. Dünya Savaşı’nı başlattı. Dolayısıyla 10 yıl arayla iki büyük şok ve bunun ekonomik ve sosyal darbelerini derinden hisseden bir dönem geçirdik. Bu dönem cumhuriyetin kuruluş yıllarıyla ve o dönemki siyasal anlayışla çakıştı. Bunların hangisinin, ne tür etkisi olduğunu çıkarabilmek çok zor. Ama özellikle II. Dünya Savaşı, Türkiye’nin, müdahil olmaması dolayısıyla çok ağır bir bedel ödemeksizin kurtulmuş olduğu ve içinden çıkmış olduğu bir badiredir. Buna rağmen büyük bir iktisadi çöküntü yaşandı. Özellikle kırsal kesim, konulan ‘’Toprak Mahsulleri Vergisi’’ ile o günkü ödeme kapasitelerine göre, inanılmaz derecede yüksek bedeller ödeyerek, çok popülarize edilmiş olan “Varlık Vergisi”ne nazaran, çok daha ağır bir bedel ödedi. Varlık Vergisi de ağır bir bedeldi. Bu vergi, ödeme gücüne bakılarak tahsil edilmişti, çok tartışıldı. Ama Toprak Mahsulleri Vergisi hemen hemen hiçbir şeyi olmayan köylüden her türlü mal ve ürünü gasp etmek anlamını taşımıştı. Türkiye, bu ağır yükle, özellikle 1942-43 kışında -ki kış koşulları da fevkalade ağırdı- büyük bir bedel ödeyerek çıktı. İktidar da son derece ağır bir bedel ödedi. Bugüne kadar CHP’nin sahip olduğu imajında, II. Dünya Savaşı’ndaki bu Toprak Mahsulleri Vergisi’nin damgası vardır. Kuşaklar boyunca seçmen, sırtına bindirilmiş olan bu ağır mali yükü affetmedi ve bunun üretmiş olduğu bedelin hesabını sandıkta sordu. 

Ancak II. Dünya Savaşı’nın bittiği noktada, yeni bir dünya ile karşı karşıya kaldık. Faşist devletler, Alman Nazileri ve İtalyan faşistleri, aynı zamanda militarist emperyalist Japonlar, ağır bir yenilgiye uğradılar. Bunların içinde en ağır yenilgiye Japonlar uğradı. Dünyada iki kez nükleer silah kullanılmıştır. Çok ilginçtir, ikisi de Japonlar üzerinde kullanılmıştır. Avrupa’da çok ağır bombardımanlar yapılmıştır ama nükleer bir silah kullanılmamıştır. Almanya’ya veya İtalya’ya nükleer silahla müdahale edilmemiştir; bir tek Japonya’da Hiroşima ve Nagazaki’ye müdahale edilmiştir. Bunun sonucunda, bu silaha sahip olan gücün, tanım itibarıyla bir ‘’süper devlet’’ olduğu kabul edilmiştir. Dolayısıyla ABD, savaşın bittiği 1945’in ağustosunda ‘’süper devlet’’tir. Kısa zaman sonra, aynı güce Stalin’in yönettiği Sovyetler Birliği de ulaştı. Dolayısıyla birbirlerini savaşta müttefik olarak gören iki süper gücün oluşturduğu yeni bir uluslararası sistem ortaya çıkmaya başladı ve Türkiye bu yeni sistem içinde kendisine bir rol biçme durumunda kaldı. 

II. Dünya Savaşı’na girerken, Suriye mandası dolayısıyla Fransa ve Irak’taki yönetim dolayısıyla da Britanya, Türkiye’nin komşularıydı. Bu keyfiyet, II. Dünya Savaşı içinde son buldu. Irak ve Suriye bağımsızlıklarına kavuştu ve güneyimizde bu iki büyük devletin ordu bulundurarak mevcudiyeti ortadan kalktı. Aynı zamanda 12 Adalar ve sürekli olarak Antalya’yı istemekte olan Mussolini ve onun faşist İtalya’sı vardı, o da çöktü. Dolayısıyla üçüncü büyük dert, II. Dünya Savaşı nedeniyle Türkiye’nin sırtından alınmış oldu. Ama buna karşılık, sınırlarımızda, özellikle kuzey sınırlarımızda, o vakte kadar müttefik olduğumuz Sovyetler Birliği, birdenbire pozisyon değiştirmiş oldu. Sovyetler, savaş öncesi konumlarından, bir miktar kenarda bırakılmış, dışlanmış, kendi ekonomisini toparlamaya ve I. Dünya Savaşı’nın darbelerini gidermeye, ihtilalın yaratmış olduğu çok sayıda büyük iç darbeyi aşmaya çalışan, yükselmeye çalışan güç olma konumundan çıkmış, bir süper devlet haline gelmişti. Kızıl Ordu, Avrupa’nın çok büyük kısmında egemenlik kurmuştu ve girdiği topraklardan çıkmayacağı anlaşılıyordu. Winston Churchill’in o tarihlerde ünlü bir betimlemesi var: “Avrupa’nın üzerine, kuzeyden güneye, kıtayı doğu ve batı olarak ayıran bir demir perde inmektedir” diyordu. Doğu Avrupa ve Batı Avrupa’da egemen, çok büyümüş bir Sovyetler Birliği. Avusturya’nın bile ne tarafa gideceği belli değil. Macaristan, Romanya, Bulgaristan işgal altında. Aynı zamanda, II. Dünya Savaşı sonrasında, Bulgaristan’ın çeşitli destekleriyle Yunanistan’da bir iç savaş var. Dolayısıyla, Türkiye’nin kuzeybatısı ve batısı, faşizm tehlikesinden kurtulmuş ama buna karşılık iç savaş içinde bulunan Yunanistan ile Sovyetler Birliği’ne Varşova Paktı olarak gelişecek olan müttefikler arasına katılacak Romanya ve Bulgaristan ile örülmüş oldu. Doğuda ise Gürcistan, Azerbaycan ve Ermenistan, Sovyetler Birliği’nin bir parçası haline gelmiş bulunuyordu. Dolayısıyla büyük bir kerpetenin iki tutacağı arasına sıkışmış bir Türkiye manzarası söz konusuydu. 

1921 yılında, Lenin ile Atatürk arasında imzalanmış olan dostluk anlaşması 25 yıllıktı ve 1946’da sona erdi. II. Dünya Savaşı’nın sonundan itibaren, Türk diplomatları, bu konuyu görüşmek üzere Moskova’ya gönderildiler ve rivayet olunur ki Stalin, Tevfik Rüştü Aras gittiğinde, ona “Türkiye’nin anahtarını bana getirdin mi” diye sormuş. O da cevap olarak, “Mustafa Kemal aldı, öldüğü zaman da öbür tarafa götürdü anahtarı” demiş. Bu anlatım doğru mudur değil midir, ne kadar gerçektir bilemiyorum. Çünkü gerçek olmayabileceğini sorgulayan, Feroz Ahmad gibi Türkiye üzerine son derece kaliteli yayınlar yapmış olan meslektaşlarımız var. Ama temel itibarıyla, Türk diplomatların Moskova’dan Türkiye’ye taşıdıkları bilgi, Stalin’in, 1921 anlaşmasını aynen uzatmaya eğiliminde olmadığını anlatıyor. 

“93 Harbi’’ olarak bilinen ve 1878’de biten Osmanlı-Rus Savaşı sonucunda, Osmanlı- Rus sınırı, Kağızman sınır bölgesinde kalmak suretiyle, bugünkü Kars’ın tamamını, Ardahan’ı içeren bir nitelikteydi. Dolayısıyla Batum onların tarafında kalmıştı. Batum halen Sovyetler’in veya Rusya’nın bir parçası durumundaydı ama Kars, Ardahan dönmüştü. Stalin’in, Kars’ı, Ardahan’ı Gürcü toprağı olarak geri istediği anlaşılıyordu. Yani “1878 sınırını ihya edelim veya tekrar çizelim” önerisinde bulunuyordu. 

İkincisi, Rusların bitmek tükenmez temel stratejik hedefi ve kaygısı, “Boğazlar”dır: Çanakkale ve İstanbul Boğazı’nın Türkiye tarafından korunamayacağını, Montrö Antlaşması’na rağmen buradaki geçiş üstünlüklerine uyulmayacağını ve Türkiye’nin zayıf kalacağını, bunun için Kızıl Ordu birliklerinin bu iki boğazı, aynı zamanda Marmara Bölgesi’ni denetim altında tutması gerektiği fikrinin terennüm edildiği  anlaşılıyor. Dolayısıyla Türkiye, çok ciddi ödünler vermeme durumunda 1921 anlaşmasını yenilemeyeceği gibi, Doğu Avrupa’da yapılmış olduğu üzere Kızıl Ordu’nun güneye doğru hareketlenmesini engelleyebilecek bir durumda değildi, askeri gücü buna müsait değildi, müttefik bulabilme durumu da yoktu. Çünkü II. Dünya Savaşı’nı bir tarafsız ülke olarak geçirmişti ve bunun için çok da eleştirilmişti. Özellikle, müttefiklerin iki kere girişimleri oldu; Churchill, Adana’ya kadar geldi, Kahire’de de İsmet İnönü ile görüştüler. İkisinde de başarılı olamadılar ve bunun hesabının sorulabileceği ihtimali de gündemdeydi. Bu şartlar altında, Türkiye’nin, yalnızlaşmış ve Sovyet süper gücü ile karşı karşıya kalmış, kuzeyden, batıya ve yine kuzeyden, doğuya çevrelenmiş bir konumda olarak, biraz tehdit altında hisseden ve korku içinde olan bir pozisyonda olduğunu tahayyül etmek o kadar da zor değil. Bu aşamada Türkiye, doğal olarak başka bir müttefik aramak durumundaydı ve bu durumda, diğer süper güç olana, ABD’ye yakınlaşması söz konusu olmuştur.

Amerika’nın bu hususlarda dikkatini çeken, büyük ölçüde Churchill ve İngiliz Dışişleri’dir. Ortadoğu konusunda çok büyük deneyimleri vardır. Tabii Hindistan’da çok uzun süre bulundular. Rusya ile çok uzun süre, Batı Asya’nın kontrolü için itişmiş, savaşmışlardır. Birbirlerini çok iyi tanımakta ve petrollerin stratejik öneminin farkındadırlar. Ruslar’ın güneye çok hızlı bir şekilde yapacakları bir harekâtla, özellikle Irak petrollerini ama daha güneye inerek Ortadoğu, aynı zamanda İran petrollerini kontrol edebilmelerinin mümkün olabileceğini, onun için durdurulmaları gerektiğini ABD’ye anlatmışlardır. 

Bunun yanı sıra, Yunanistan’da da bir iç savaş var, milliyetçi ve komünist güçler birbirleriyle silahlı mücadeledeler. Onun için bunu bir husus olarak gündeme aldıran, zannederim Britanya’nın girişimleridir. ABD’de de biraz da tesadüfen başkan olmuş olan Truman, bu konuyu kendi kucağında bulmuştur. 1947 senesinde “Truman Doktrini” olarak bilinen ünlü konuşmasıyla, ABD’nin Türkiye ve Yunanistan’ın arkasında duracağını, bu iki ulusun özgürlüğünü savunacağını, bunun tehdidi durumunda savaşa gireceğini beyan etmiştir. Dikkatinizi çekerim, II. Dünya Savaşı’nın bittiği noktada, Polonya, Kızıl Ordu birlikleri tarafından işgal edilmiş, Truman, Churchill’le birlikte Stalin’le konuştuklarında, Polonya’dan çekilmesi gerektiğini, böyle bir anlaşma olmadığını ve Polonya’nın bağımsızlığının garanti edilmiş olduğunu belirtmişlerdir. Ama Potsdam’da özellikle vurguladıkları bir husustur ve Stalin hiç oralı olmamıştır. Ancak güç kullanarak, askerî müdahale ile Rus birliklerini veya Kızıl Ordu birliklerini buradan atabilmeleri söz konusu gibi gözükmektedir. O noktada, ABD’nin elinde nükleer silah var. Rusya henüz geliştiriyor. Ama kısa bir süre sonra, Ruslar, Amerika boyutlarında, hatta onu geçen bir ölçüde çok önemli bir nükleer güç haline gelmeye başladı. Çünkü hidrojen bombasını ilk bulan Ruslar oldu. Amerikalılar sonra bu yarışa katıldılar. 

Bu çerçevede Türkiye, ABD’ye yakınlaşırken, içinde bulunduğu tek parti sistemi ve tek partinin demokrasi ile uyumsuzluğunu sürdüremeyeceğini düşünerek artan huzursuzluk, özellikle II. Dünya Savaşı’nda karaborsadan ve çeşitli yollardan büyük gelir temin etmiş bir orta sınıf ortaya çıkarttı. Bunlar yeni bir servet vergisinin kendileri üzerine salınacağından korkmakta ve güvence aramaktaydılar. Bunun yanı sıra, tarım politikaları dolayısıyla endişeli durumda bulunan, aynı zamanda Köy Enstitüleri çerçevesindeki eğitiminden de bir şekilde zarar gördüklerini düşünen veya bunu tehdit olarak gören kırsal bölgedeki güçlü aileler, eşraf, köy ağaları, toprak ağaları, büyük ölçüde CHP ile olan ilişkilerini değiştirmeye başlamışlardı bu tarihlerde. Bunların hepsi bir çıkış aramaktaydılar. Bu dönemde arka arkaya siyasi partilerin kurulmaya başladığını görüyoruz. İçeride, özellikle çoğu köylü olan nüfusun ve seçmenin tatminsizliğini, izlenmiş olan ekonomik politikadan ve özellikle maliye politikasından fevkalade zarar görmüş olmalarını, bunun kendilerine çok büyük bir kötülük olarak, bilinerek yapıldığını düşünerek, buna tepkide bulunuyor olmalarını, Cahit Kayra bu konuda çıkarmış olduğu fevkalade güzel bir kitabında ayrıntılı anlatıyor. Bu anlatım temel itibarı ile ortada bir tek parti rejimine karşı güçlenen siyasal bir akımın ve siyasî rüzgârın mevcudiyetini işaret etmekte. İlk önce, Milli Kalkınma Partisi, bir müteşebbis olan Nuri Demirağ tarafından kuruluyor. Ama bu parti o kadar fazla destek bulamıyor. CHP’de birtakım değişiklikler isteyen, “Dörtlü Takrir” diye bilinen girişimde bulunan Celal Bayar, Adnan Menderes, Refik Koraltan ve Fuat Köprülü, bu değişikliklerin istedikleri çerçevede olmayacağını gördüklerinden ayrılıyorlar ve bir müddet sonra Demokrat Parti’yi kuruyorlar ve Demokrat Parti daha fazla destek alan bir siyasal hareket haline dönüşüyor. Siyasi tecrübeleri de işadamı olan Demirağ’a nazaran çok daha güçlü. Bu hareket, 1946’da CHP karşısında temel muhalefet partisi olarak ortaya çıkıyor. 

Pişirici: Bir şey sorabilir miyim? “Sovyetler Birliği’ne karşı Amerika Birleşik Devletleri’nin müttefiki olmayı tercih eden Türkiye, ABD’deki sistemi de ülkeye taşımak arzusunda oldu. Eğer demokrat bir ülke olunamazsa tek partiden çok partiye geçilemezse, ABD’nin desteğini almak da zorlaşabilir’’ dediniz. Enteresandır, tek partinin adı Cumhuriyet Halk Partisi, karşısına geçen partinin adı Demokrat Parti. Amerika’daki “Cumhuriyetçiler-Demokratlar’’ gibi bir sistem arzusu mu vardı? Bu nedenle mi Demokrat Parti adını ‘’Demokrat Parti’’ olarak seçti? Henry Truman demokrat bir başkandı ABD’de, ona mı özenildi? Demokrat Parti’de, daha sonra “Türkiye’yi küçük Amerika yapacağız” diyen bu partide, böyle bir etki söz konusu mudur? 

Kalaycıoğlu: Amerika’yı bu kadar ayrıntılı bildiklerini gösteren bir kanıt yok. Yani bugünün dünyası gibi değilsiniz. Şimdi internettesiniz, sosyal medyadasınız, -o da Türkiye’de kısıtlanıyor galiba, vefat etmek üzere- eğer yabancı dil biliyorlarsanız, özellikle İngilizceyi iyi biliyorsanız, sosyal medyadan, internetten, ABD’yi bir Amerikalı gibi veya Amerika’daymış gibi takip edebilmeleri mümkün. Ama o zamanlar böyle bir şey yok, Türkiye’de televizyon yok, bir medya unsuru, medya kanalı olarak radyo var, bir de basın var, onlar ne kadar aktarabilirse. Türkiye’deki eğitilmiş kitle, büyük ölçüde Frankofon yani Fransızca biliyorlar, Osmanlı’dan devralınmış olan bir yabancı dil geleneği olarak Fransızca eğitilmişler ve Fransa üzerinden biliyorlar. Dolayısıyla Fransa’dan daha fazla etkilenmiş olmalarını beklerim. Ama ABD’den bu kadar etkilenmiş olmalarını gösteren fazla bir kanıt yok. Hele hele ayrıntı hiç yok. Birkaç kişi biliyor olabilir, gitmiş görmüş bir şekilde tanışmış olabilir. Diplomatlar orada yaşamış olmaları sebebiyle bilebilir ama böyle bir şey yok, önemli de değil. Zaten Amerika’daki türden bir rejim peşinde olduklarını gösteren bir kanıt da yok. 

Sahip oldukları 1924 Anayasası, tek meclise sahip olan, o meclisin, halkın meclisi olarak kabul edildiği ve halk olarak hareket etme yetkisinde bulunan bir meclis olduğu, aynı zamanda böyle bir meclisin çoğunluğunun, çok büyük bir güce sahip olarak, anayasayı istediği gibi yorumlayıp, uygulayabileceğini kabul etmemiz gerekir. Dolayısıyla 1924 Anayasası’nın uygulanmasında, temsilde, müthiş güç aktaran, siyasal iktidara neredeyse mutlak güç veren bir unsur var. Böyle bir yapıda çoğunlukçu da bir seçim sistemimiz var. Geniş çevrelerde, çok sandalyeli seçim çevrelerinde, en çok oyu alan, büyük ölçüde sandalyelerin sahibi oluyor. Büyük bir orantısızlıkla temsil imkânı söz konusu. Bu da parti sayısını azaltıyor. O zaman iki partililiğe doğru, yani bir muhalefet, bir iktidara doğru bir eğilim gösteriyorsunuz. Ama üçüncü partiler var ve önemli de oluyorlar. Mesela ‘’Millet Partisi’’ önemli bir parti. Özellikle Osman Bölükbaşı, Demokrat Parti’ye karşı çok ciddi şekilde muhalefet yapmıştır. O kadar ciddi muhalefet yapmıştır ki Demokrat Parti, Osman Bölükbaşı’nın seçildiği Kırşehir’i ilçeye çevirmiştir, Bölükbaşı seçilemesin diye. Yani daha ne yapılabilir? Adamı hapsetmek yerine veya bir şekilde bir suç isnat edip, ekarte etmek yerine, yapılabilecek bir diğer uygulama bu. Sonra tekrar Kırşehir’i Ankara’dan ayırıp ayrı bir il haline getirmiş ve seçimlerin devam etmesini sağlamıştır. Bu, Osman Bölükbaşı’nın, tek kişi olmasına rağmen, muhalefetinin ne kadar etkileyici, iktidar açısından ne kadar can yakıcı olduğunu gösteren bir unsurdur. Onun için bu partiler önemli. 

Ayrıca Demokrat Parti, 1954 yılında, seçimlere giderken, ispat hakkı ile ilgili bir basın yasası çıkarmıştır. Özellikle, yolsuzluk ve usulsüzlük yapan yöneticilerin, yaptıkları hakkında ilgili yayın yapan gazetecilere, bu yayınladıkları bilgileri, ispatlama hakkının verilmeyeceğini yasaya yazan Demokrat Parti, bir tür “muhalefeti susturma” hareketi içine girmiş gibi gözükmektedir. Demokrat Parti’nin muhalefet hakkındaki fikirlerine de bakacak olursanız, Frederick Frain’in ve Şerif Mardin’in yazdığı gibi “muhalefet, temel olarak gereksiz bir musibet” olarak addedilmektedir Demokrat Partililer tarafından. Bu, sadece onların bir özelliği değil. Osmanlı’dan devraldığımız unsurların bir parçası. 

Daha önceki Siyasetname’lerde vurguladık anımsatayım: Merkezde ve yürütmede büyük güç toplayan, yürütme içinde de bunu kişisel olarak, o zaman padişahta, daha sonra başbakanda veya cumhurbaşkanında bu yetkiyi toplayan bir siyasal zihniyet olarak yerleştiği, kültürde bunun mevcut olduğu, bu iktidarın, hiçbir şekilde, ne dikey olarak, yerel yönetim ve merkezi yönetim arasında paylaşılmasının kabul edildiği ne de yatay olarak, yani yürütmenin iktidarının yasayla, yargıyla, medyayla, sivil toplum kuruluşlarıyla ve diğer siyasî partilerle paylaşılmasının fikir olarak kabul edilmediği, reddedildiği, bunun bir tür bozgunculuk olarak düşünüldüğü bir yapıyla karşı karşıyayız. Böyle bir kültür ortamı söz konusu. Bu, Osmanlı’dan cumhuriyete, cumhuriyetin ilk döneminden çok partili hayata da geçmiş durumda. Bunu susturmanın bir yolu, özellikle gazetecileri susturmak. O tarihte, gazeteler çok önemli. Demokrat Parti, özellikle 1946’dan sonra, gazetelere tanınmış olan özgürlük ortamından çok yararlandığını düşünüyor. Bu amaçla seçmeni etkileyebildiğini ve ikna edebildiğini düşünüyor. Fakat 1954’den itibaren iktisadi durum bozulmaya başlayınca, 1955-56-57’de neredeyse bir çöküntüye gidince, bu dönemde, muhalefetin basını etkili olarak kullanıp, onları iktidardan uzaklaştıracağını hesaplayarak, basını susturma yoluna gidiyor. Dolayısıyla ortaya büyük bir mücadele çıkıyor ve Demokrat Parti’nin içinden itiraz sesleri yükseliyor. Yanılmıyorsam 19 milletvekili bir girişimde bulunuyorlar, gazetecilerin bu yapmış oldukları yayınları ispatlama hakkının olduğunu, bunların gerçek olabileceğini, sahte ve yalan haber olmayacağını savunuyorlar. İktidar, “kendileri hakkında yazılan her türlü yolsuzluk haberinin tanım itibariyle sahte olduğunu, bunun kabul edilemeyeceğini” gazetecilikle ilgili bu yasaya alarak, gazetecileri bu haberleri yazamaz hale getirmeye çalışmakta. Buna itiraz eden Demokrat Partililer var. Bunlardan 19’u bir girişimde bulunuyorlar, kabul edilmeyince istifa ediyorlar ve ‘’Hürriyet Partisi’’ni kuruyorlar. Dolayısıyla başka partiler çıkıyor ortaya. Bunların da önemi var. 

Ama çift partililik, genellikle Türkiye’de çok matah bir şey olarak kabul edilmiştir. Muhtemelen, örnek olarak Britanya biraz dikkat edildiği için, Fransa’daki çok partilerin istikrara çok katkıda bulunmadıkları görüldüğünden… Çok partililik mi istikrara katkıda bulunuyor, istikrarsızlık mı çok partililik üretiyor, o da belli değil. Neden sonuç ilişkisini nasıl kurduğunuz da belli değil. Ama böyle algılıyorlar. Amerika Birleşik Devletleri’nden çok, mesela bizim 1924 Anayasası, Westminster modeli demokrasiye daha uygun bir model olarak görülüyor ve o şekilde çalışıyor: Orada da iki partililik var. İki tane önde gelen parti, sandalyelerin çoğunu aralarında paylaşıyorlar: Bugün, Muhafazakâr Parti ile İşçi Partisi. Ama zaman zaman bir üçüncü parti de çıkabiliyor. Seçmenin oyundaki değişiklikler ve oyun daha eşit olarak partiler arasında dağılması, o ortamda bile koalisyonları ortaya çıkarabiliyor. Onun için bizdeki “İki partili olursa istikrar olur” savı, pek de ispatlanmış bir sav değil. İki partililik olmadığı halde çok da istikrarlı ülkeler var. Almanya, Hollanda bunların başında geliyor ve birçok Kuzey Avrupa ülkesi. Bunlarda çok partililik var ama fevkalade önemli siyasî istikrar var. 

Pişrici: Bir şey daha sormak isterim. Teknik olarak demokrasiye geçilmekle birlikte, iktidara kavuşan Demokrat Parti’nin, daha sonra iktidarda tek başına, tek parti olmaya kalkışmasını, o hep söylediğiniz, Osmanlı’dan bu yana gelen neopatrimonyal kültürle açıklamak mümkün müdür? Yoksa demokrasiden çok partili hayata geçişten yararlanarak iktidara gelen bir siyasi partinin, bu kez kendisinin tek parti olmaya çalışmasında başka unsurlar da var mıdır?  

Kalaycıoğlu: Biraz önce Şerif Mardin ve Frain’den bahsettim. Nermin Abadan Unat, başka Türk ve Amerikalı yazarlar da bunları gözlemleyerek yazdı. Büyük ölçüde burada muhalefet fikrinin kabul görmemesi, hoş görülmemesi, muhalefetsiz bir demokrasi algısı beklentisi. Demokrat Parti’nin, kendilerini, milletin gerçek temsilcisi olarak addetmeleri ve karşısındaki partilerin, özellikle CHP’nin, milletten soyutlanmış, yabancılaşmış bir seçkinler grubu, bir mutlu azınlık ve onların güç temin ederek, halk için kabul edilmesi mümkün olmayan birtakım fikirleri zorla halka empoze etmeye çalışan ve dolayısıyla meşruiyeti olmayan bir uygulama olarak bakmış olması, ona karşı adeta bir devrimci ayaklanmayla hareket etmiş olması, bugün daha fazla popülizm literatürü ile ifade edilen türden bir merkez ile kenar ilişkisi üretmiş durumdadır Türkiye’de. Bu merkez, devleti denetlemekte olan, CHP ağırlıklı, sivil seçilmiş politikacı, bürokrat, artı, askeri bürokrattan oluşan bir çekirdek, bunun karşısında da geniş bir köylü seçmen kitlesi ve bunu temsil etmekte olan Demokrat Parti. 1957 seçimlerini kaybettiklerinde bu çok belirgin olarak gözüküyor. Denker Drasdow da bunu yazıyor. Yanılmıyorsam İlter Turan “Cumhuriyet Tarihimiz” kitabında da bu konuya bir miktar değinmiş durumda. Yani, nasıl olur da seçmen, böyle bir ortamda, Demokrat Parti’den oyunu geri çeker ve Cumhuriyet Halk Partisi’ne verir? Bu kabul edilebilecek bir şey değil. Yani şunu varsayıyorlar: O kadar parçalanmış bir kültürel ayrım söz konusu ki karpuzu bıçakla kesseniz, biri bir yana gitmiş, biri bir yana. Bunları birleştirmek mümkün değil. Bunlar birlik olamayacaklar. Dolayısıyla, Demokrat Partililer nezdinde, CHP’nin yok edilmesi gerekiyor ve bu, daha 1950 seçimleri sonrasında Adnan Menderes tarafından “14 Mayıs’ta halk iktidarı aldı’’ diye ifade edilmiştir. 3 Eylül 1950’de yerel seçimler yapıldı, muhalefeti aldı CHP’den. Yani ‘’CHP’yi ilga etti’’ diyor. Muhalefet yok. Onun için, bu Amerika benzetmesi falan pek söz konusu değil. Belki bugünkü Amerika’ya biraz benzeyebilir, çünkü Trump dönemi Amerika’sında bu garabet söz konusu: Demokratlar’a düşman, komünist olarak gösterip onların meşru olmadığını ve kabul edilemez bulunduklarını ve onların yok edilmesi gerektiğini iddia etmeye başladılar. Amerika, bugün 1950 standartlarına ulaşmış gibi gözüküyor. Biz “Küçük Amerika” olacaktık, onlar “Büyük Türkiye” olmuşa benziyorlar, enteresan bir durum. 

Ama burada bu kültürel algıların çok önemi var. Şerif Mardin’in özellikle vurgulamış olduğu “merkez-kenar” ayrımı, aynı şekilde tarihçilerin, Halil İnalcık’ın, gayet açık bir şekilde belirttiği ve daha sonra Türkçe’ye de çevrilen çalışmalarında, aynı zamanda İngilizce yazılmış olan, Japonya ile Osmanlı İmparatorluğu ve Türkiye’yi karşılaştıran “Princeston Serisi” diye anılan seriden çıkmış olan kitaptaki yayınında şöyle diyor: Osmanlı’da iki sınıf vardı, biri askerî sınıf, Dersaadet’te, yani İstanbul’da merkezde bulunan ve kültür olarak toplumun geri kalanından ayrışmış bulunan sınıf. Bunlar kendilerine has bir dil, bir saray dili yani Osmanlıca kullanıyorlar. Sokakta kimse Osmanlıca konuşmuyor, Türkler Türkçe konuşuyor, Rumlar Rumca, Ermeniler Ermenice, Araplar Arapça konuşuyor. Öyle Osmanlıca diye bir dil yok. Osmanlıca dili, saray dili. Saray yazışması için üretilmiş bir dil: Arapça, Türkçe, Farsça karıştırılmış, harman edilmiş, yeni bir dil uydurulmuş. Bununla yazışıyorlar, konuşuyorlar. Bu dil,  bir nevi, halktan ayrı oldukları, belki üstün oldukları, aynı zamanda muhtemelen ne söyledikleri anlaşılmasın diye geliştirilmiş olan “kod” gibi bir şey. Onun bir kültürü var, onun edebiyatı var, musikisi var. Niyazi Berkes’e göre bu, büyük ölçüde Ermeni kilise müziğinden etkilenmiş bir müziktir; sanat müziği. Ama sokaktaki halk dinlemiyor, onun kendi folkloru var, kendi yerel müziği var. Kültürel olarak tamamen ayrışmış bir üst sınıf. Halil İnalcık şöyle diyor: ‘’Bunlar askerlik yapmaz, vergi vermezler.’’ Tabii içindeki askerler hariç, adı askeriye olmakla birlikte. Ama bir yönetim sınıfı bu, bir yönetici üst sınıf. Halil bey bunun içine ilmiyeyi de koyuyor. Ama mesela Şerif Mardin ayırıyor: “O dinî bir kurumdu, bir de askeri kurum vardı” diyor. Ama ikisi bir arada çalışmaktaydılar. “Şimdi bunun karşısında bir de ikinci sınıf var” diyor Halil bey. İki sınıf var Osmanlı’da: Bir askeri, iki reaya. Reaya üretim yapıyor, çalışıyor, askerlik yapıyor, vergi veriyor. Vergiyi alan bu üst sınıf da bu vergiyi istediği şekilde kullanıyor. Böyle bir yapı var. Bu üst sınıfın, kendilerinin meşruiyetini tartışacak bir şekilde, bir muhalefetin oluşmasına hoşgörü ile bakmadığını biliyoruz. Muhalefeti fitne ve fücur olayı, fesat olarak “Çıktığı yerde yok edeyim” şeklinde görüyor. Böyle bir gelenek söz konusu. Bunun demokrasiye dönüşmesi fevkalade zor. 70 küsur senedir beceremedik. Hâlâ muhalefeti meşru olarak görmeyen bir iktidar ile yola devam ediyoruz, hâlâ becerebilmiş durumda değiliz. 

Oysa demokraside, en önemli kurum, muhalefet kurumu. Muhalefet iktidardan daha önemli çünkü demokrasi dışında muhalefet yok. Demokrasiyi ayrıştıran, tanımlayan birkaç unsur var: Özgürlükler, haklar, hukuk devleti, muhalefet ve katılımla oluşan hükümet. Halk, hükümetin içinde etkili olarak yer alacak ve hükümet ona kucak açacak. Dışlamayacak, halkı düşman olarak görmeyecek, bir kısmını bile görmeyecek. Zaten Antik Yunan’da, çıktığı tarihte demokrasi teorisinde siyasi partiler yoktur. Halkın ortaklaşa yönetimidir, halk ortaklaşa yönetecek. Halkın yönetmesini kolaylaştıracak bir unsur olarak temsilciler seçiliyor. Temsilciler yönetmeyecek, halk yönetecek. Halkın yönetimine olabildiğince imkân sağlayacaksınız. Bunun için muhalefete söz vereceksiniz. Muhalefeti, karar mekanizmasına katarak yapacaksınız. İkna edeceksiniz, yaptığınızın doğru olduğuna ikna edeceksiniz. Oysa bizde, muhalefeti düşman olarak görmeye başladığınız noktadan itibaren, onları dışlayarak, bastırarak, yok etmeye çalışarak yolunuza devam etmeye çalışıyorsunuz. Bu da tabii demokrasinin oluşmasında, zihniyet açısından, siyasal kültür açısından çok büyük bir engel teşkil ediyor. Ve siz siyasi liderler, muhalefeti düşman olarak, şeytani bir şey olarak, birtakım gizil güçlerin görünür fesat yuvası olarak diye takdim ettiğiniz zaman, sizi izleyenler de öyle görüyor. Onlar da düşmanlık beslemeye başlıyor. Ve bu insanlar, kendi aralarında da ayrışıyorlar. Parti tutan insanlar, takım tutar gibi birbirlerine düşmanlık içine girmeye başlıyorlar, ayrıştırıcı bir hale geliyor. Bu, bir grubun iktidarda kalmasını süre olarak uzatıyor ama demokrasinin çalışmasını imkânsız hale getiriyor. 1957’den itibaren esas sorunumuz bu. 

Türkiye, 1945’ten itibaren, o dönemde başlayan, Samuel Huntington’un ”İkinci demokrasi dalgası” dediği dalgaya katılmış olan az sayıda ülkeden bir tanesidir. Yani II. Dünya Savaşı’nı kaybetmiş olan Almanya, İtalya, Japonya, özellikle bu demokrasi dalgasına katılmışlardır ve bunlar bir nevi “zorla” demokrasi haline getirilmişlerdir. Unutmayınız, Japonya’nın anayasasını, işgal komutanı General MacArthur, kruvazörde yazmıştır. Burada yazılan maddelerin bir kısmı, Japonlar’ın dahli olmadan yazılmıştır. Ukrayna asıllı Beate Sirota diye bir hanım, Amerika’ya gidiyor yerleşiyor. Ama daha önce ailesi ile Japonya’da yaşıyorlar. Japonya’da okula gidiyor, Japonca’yı çok iyi biliyor, Japon hanımlarını biliyor. MacArthur Sirota’yı alıp, çalışan danışmanlarından biri olarak kabul ediyor. Japon Anayasası’ndaki kadın haklarıyla ilgili maddeleri Beate Sirota yazmıştır. Sirota’nın buradaki katkısı, bütün Japon kadınlarından daha fazla. Japonlar, iki tane nükleer bombayı yedikten sonra, bu anayasayla uyum içinde çalışacaklarını ve yollarına devam edeceklerini kabul etmişlerdir. 

Pişirici: Türkiye’de çok partili hayata geçerken bir anayasa değişikliği oldu mu? O anayasa değişikliğini kimse talep etmedi mi? Orada nasıl yürüdük? 

Kalaycıoğlu: Talep ettiler kısmen ama böyle bir değişiklik olmadı. Seçim yasası değiştirildi. Seçim yasasında, çoğunlukçuluk terk edilip, nispi temsil uygulansın diye Demokrat Parti istedi. Muhalefete düşünce Cumhuriyet Halk Partisi de istedi ama iktidardayken ikisi de istemedi. Bu konuda o tarihte yazılmış olan bazı makaleler bunları vurguluyor. Ahmet Naki Yücekök’ün ‘’Türk Parlamento Tarihi’’ diye bir kitabı var. Orada bu makalelere atıfta da bulunuyor. Ama bu şekilde uygulansaydı, daha başarılı olur muydu? Bu bir hukuk meselesi midir, zihniyet meselesi midir? Ben bunu daha çok zihniyet meselesi olarak görenlerdenim. Yani biz bu kafayı değiştirmedikçe demokrasi olmaz, becerebilme şansımız yok. Bakın 75 yılda üç kuşak değiştirdik, üç kuşak politikacı değiştirdik. İsmet Paşa- Celal Bayar gitti, Demirel- Ecevit geldi. Onlar gitti, bir dönem Özal- İnönü dönemi yaşadık. Onlar gitti, arkasından, Erdoğan-Baykal ve Erdoğan-Kılıçdaroğlu ve diğerleri dönemi yaşıyoruz. Kaç kuşak politikacı değişti, sorun tamamen aynı. Bu kadar belirleyici olabilecek bir hukuk sistemi yok. Üstelik siyasal rejimimizi altı-yedi kere değiştirdik. Yani, bir çoğunlukçu, tek meclisli, tek parti rejimi yaşadık. Sonra bu çoğunlukçuluğu tuttuk, demokrasi içinde çok partili hale getirdik, yine çoğunlukçu bir anlayışla çoğunluğun hükmettiği, azınlığı kaale almadığı, icabında bastırdığı, yok saydığı, hatta 1959’a geldiğimizde meclisten dışarı atmaya çalıştığı bir hale gelen uygulama olarak uyguladık. “Bu kötü’’ dendi, 1961 Anayasası’ndan sonra nispi temsile geçildi. Nispi temsil içerisinde o kadar sayıdaki siyasi partiye rağmen, Adalet Partisi, 1965 ve 1969 seçimlerinde oyun da, sandalyenin de çoğunluğunu aldı. Ama ona rağmen, ordunun ültimatomuyla 1971’deki darbe girişimini, 12 Mart Bildirgesi’ni engelleyemedi, tökezledi. 1973 değişikliği yapıldı anayasada. Birçok şey tırpanlandı. Devlet Güvenlik Mahkemeleri eklendi, kanun hükmünde kararname uygulamaları eklendi ki bunu iktisadî gerekçeyle yaptılar ama zaman içerisinde uygulaması, tamamen partizan bir siyaset haline dönüştü. Özellikle Adalet ve Kalkınma Partisi, 2016’dan sonra kanun hükmünde kararnamelerini, şimdi cumhurbaşkanlığı kararnamelerini iktisadi sorunların acil çözümü için değil, partizan birtakım hesapların yapılabilmesi, devşirilebilmesi, yürütülebilmesi için yapıyor. Amacı dışına taşmıştır. Ama 73 değişikliği bunun temel nedenidir. O zamanki anayasacılar karşı çıktı, dinlenmediler ve bir kenara atıldı. Türkiye’de hep ‘’Efendim Fransa’da var’’ örneği gösterildi. Tamam, Fransa’da var ama Fransa kültürü bizim kültürümüz değil. Fransa’da muhalefet de var. Fransa’da çok büyük çapta değişiklik de olabilir. Bir ‘’sarı yelekli’’ kitlesi çıktı Fransa’da, iki senedir üç senedir sokaktalar. Ölüm hemen hemen yok gibi ve cumhurbaşkanını birtakım adımlar atmak mecburiyetinde bırakıyorlar. Halkın katılımı, protesto mahiyetinde bir olay. Bunu doğal olarak kabul ediyorlar. Oysa bizde protesto, standart uygulama, bu protestonun esas itibarıyla şiddet içerdiğini ispatlamak amacını güdüyor. 

1968’de öğrenci hareketleri böyle başladı. 68 öğrenci hareketleri, 70’de terör içeren bir hale geldi. Bu terörün üretilmesinde ajan provokatörlerin rolünün olduğu, 1971’deki sıkıyönetim mahkemelerinde, özellikle Madanoğlu Davası’nda ve diğer davalarda ortaya çıktı. Yani, makul gerekçelerle değişiklik isteyen, barışçıl taleplerde bulunan gençlerin içerisine ajan provokatörler sokuyorsunuz, oraya buraya taş attırıyorsunuz, molotof kokteyli attırıyorsunuz, sonra “Bakın gördünüz mü bunlar anarşist, sütü bozuk’’ diye üzerlerine gidiyorsunuz. Bunun üzerinden bütün propaganda mekanizmalarınızı kullanarak seçmene bunları anlatıyorsunuz. Ve böylece makul istekler tartışılmaktan çıkıyor, onun yerine, öğrenciler anarşist midir  değil midir tartışması başlıyor. Öğrencilerin değişmesini istedikleri eğitimle ilgili sorunların hiçbiri değişmiyor, eğitim kalitesi değişmiyor ve siyasal katılmadan demokrasinin erdemi olarak yararlanma imkânınız ortadan kalkıyor. Demokrasiyi yok ediyorsunuz. Siyasi aktörler eliyle yok ediyorsunuz. Bu şekilde yönetirseniz demokrasi olma şansınız yok. 

Demin sormuş olduğunuz sorunun yanıtı olarak, şunu da söyleyebilirim: İktidarda bulunmanın yararı, ayrılmanın maliyeti çok büyük rol oynuyor. İktidara gelenler büyük yarar elde ediyorlar. Bu yararı kaybetmemek için yapmayacakları yok. Oysa demokraside, iktidardan muhalefete çekilmek ve tekrar iktidara gelmek gayet doğal, kolay ve az maliyetli bir iştir. Bunun maliyetlerini azaltmadığınız sürece, demokrasiyi çalıştırmanız mümkün değil. İktidarda bulunan kimseler, temin ettikleri prestij, iktidarın kendisi, bunlar çok önemli değerler. Sizinle yapmış olduğumuz daha önceki söyleşilerde, iktidarın siyasetin temel değerlerinden bahsetmiştik, anımsayanlar olabilir, YouTube’da var  izleyebilirler. Onlar içerisinde bunlar çok önemli değerlerdir. İktidarın kendisi, “güç”, başlı başına bir değerdir güç sahibi olmak. Henry Kissinger ‘’Güç afrodizyak gibidir. İnsana büyük haz verir’’ der. Güce sahip olan insan, bunu bırakmak istemiyor. Dolayısıyla bunun ortaya çıkardığı birtakım nimetler var. Kaybetme durumunda, gücün kullanımında suistimal kaçınılmazdır. Montesquieu’nün temel yasasıdır bu. Daha sonra Lord Acton tarafından “İktidar yozlaşır, mutlak iktidar mutlak olarak yozlaşır” denmiştir. İktidarı artırdığınız zaman yozlaşma artar. O zaman, maliyet, ayrılma maliyeti artıyor. Dolayısıyla, iktidar, bırakmamak için sarıldığı zaman o koltuğa, demokrasinin çalışma şansı da kalmıyor. 

Pişirici: Bu ay da süremiz doldu Hocam. Gelecek ay da cumhuriyette çok partili siyaseti ve neler olup bittiğini konuşmaya devam edeceğiz zannediyorum. 

Kalaycıoğlu: Memnuniyetle. 

Pişirici: Katkılarınız için çok teşekkür ederiz. 

Kalaycıoğlu: Bu konu, derin ve ayrıntılı olduğu için, bu pilav epey su kaldırır diye varsayıyorum. 

Pişirici: Siyasetname’nin dokuzuncu programında Sabancı Üniversitesi Öğretim Üyesi, Bilim Akademisi Üyesi Prof. Dr. Ersin Kalaycıoğlu ile Türkiye’de çok partili siyasete geçişi ve neler olup bittiğini konuşmaya, değerlendirmeye çalıştık. Umarım izleyiciler için zihin açıcı olmuştur. Gelecek ay, Siyasetname’nin 10. bölümünde görüşmek üzere iyi akşamlar.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.