Kemal Can, 5 Soru 10 Cevap’ın bu haftaki bölümünde şu sorulara yanıt aradı:
- İstanbul Sözleşmesi tartışmaları nereye doğru ilerliyor?
- Hatay Barosu Başkanı ve açlık grevindeki avukatlar bize ne anlatıyor?
- Anketlerde “en önemli sorun” denilen ekonomide durum ne?
- Koronavirüs salgınının gündemden düşürülmesi nelere yol açtı?
- Muharrem İnce’nin kuracağı parti gerçek gündem olur mu?
Yayına hazırlayan: Uğur Gümüşkaya
Merhaba iyi haftalar. Bu hafta bir değişiklik yaparak bir konuyu beş soruda değil beş ayrı konuyu beş soruda tartışmaya çalışacağım.
İstanbul Sözleşmesi tartışmaları nereye doğru ilerliyor?
Peşin olarak şunu söylemek zorundayım; kadınlar uzunca bir süredir güçlü biçimde devam ettirdikleri haklı mücadelelerini bu konuda da başarılı biçimde veriyorlar. Güçlü biçimde dayanışıyorlar, haklarını savunuyorlar. Bütün siyasi alanlar çeşitli kesimlere kapatılırken, kadınlar sokaklar dahil bütün alanları açık tutmaya çaba gösterdiler. Bunda çok başarılı sonuç aldılar. Pek çok kesime de ilham verici bir mücadele yürüttüler. İstanbul Sözleşmesi konusunda da son derece başarılı performans gösteriyorlar. Bu konuda erkeklerin -bir başka politik içerikle tartışmada öne çıkmak yerine- doğrudan kenara çekilerek onları desteklemek alkışlamakla yetinmeleri gerekiyor. Çünkü İstanbul Sözleşmesi’nin pek çok yönü var ama kadın meselesiyle doğrudan bir bağı var. Dolayısıyla bu konudaki söz kadınların olmalı. Bu konudaki çok önemli bir gelişme oldu geçtiğimiz günlerde. İktidara yakın kadın kuruluşu KADEM bir süre sessizlikten sonra İstanbul Sözleşmesi’ni savunan bir açıklama yaptı. Daha sonra bazı taraflarını biraz daha zorlama yorumlarla yumuşatmaya çalışsa da bu önemli bir noktaydı. Ama önümüzdeki Çarşamba günü büyük çoğunluğu erkeklerden oluşan bir heyet tarafından sözleşmenin kaderi görüşülecek. AKP’nin MYK’sı, kadınların ‘yaşatır’ dediği kazanımlar hakkında karar verecek. Her gün bir kadın cinayeti ile kurban veren kadın mücadelesi açısından kritik bir mesele.
İşin erkek tarafına dair bir kaç şey söylemek gerekirse: Geçen gün Ruşen Çakır da yayınında dile getirdi, bu iş kendiliğinden İstanbul Sözleşmesi birilerini rahatsız etti diye ortaya çıkmadı. Her şey gözümüzün önünde yaşandı. Devletin tepesinden, iktidarın sözcülerinden bir işaret verildi ve fütursuz taban, sözleşmenin içeriğinden habersiz taban, bu konuda harekete geçti ve hatta iktidarı bile zorlayan bir tartışma yaşandı. Bunun kendiliğin bir doğal süreç olarak yaşanmadığını hepimiz açıkça gördük. Burada asıl önemli olan şey, iktidar başka alanlarda olduğu gibi kendi politik pozisyonunu güçlendirmek için yaptığı hamlelerde bir takım kesimleri tatmin edip motive edebiliyor belki ama çok geniş kesimleri de rahatsız ediyor. Kendi tabanındaki kesimleri de rahatsız ediyor. Daha önce gençlerden yediği dirseğin daha büyüğünü belki kadınlardan yiyebilir. Bu da önemli bir nokta olarak, yaşanacak test olarak önümüzde duruyor. Bunun verilecek kararın önünde ve arkasında çok kuvvetli bir gündem maddesi olarak Türkiye’nin önünde duracağı ve her ne karar çıkarsa çıksın bunun etkilerinin kalıcı olacağını düşünebiliriz. Bu konuda İstanbul Sözleşmesi’ne destek veren AKP’ye yakın kadınlara dönük eleştiriler hatta hakaret seviyesine varan suçlamalar konusundaki dilin aslında İstanbul Sözleşmesi’nin ne kadar gerekli olduğunu gösteren bir şey olduğunu işaret etmeliyim.
Hatay Barosu Başkanı ve açlık grevindeki avukatlar bize ne anlatıyor?
Hatay Baro Başkanı’nın başına gelenler bir gerçeği gösteriyor. Ama onun gösterdiği tepki de olması gerekeni işaret ediyor. Hatay Baro Başkanı bize çok hukuksuzluğun nasıl hayatın her yerine sirayet ettiğini, “ben devletim” diyen bugün polis, yarın hakim, öbür gün mal müdürü veya belediye başkanı hiç fark etmez, bu yaklaşımla hakların, hukukun nasıl ihlal edildiğini, nasıl bir anti-hukuk zemininde yaşamaya başladığımızı gösterdi. Ama daha önemli bir şeyi de gösterdi Ekrem Dönmez: Bu hukuksuzluğa rıza göstererek bunu geçiştirmenin, bunu kabullenmenin doğru olmadığını, buna karşı çıkmak gerektiğini, haklarını son noktaya savunmak gerektiğini, hakların savunularak kazanılan bir şey olduğunu gösterdi. 73 baro başkanının Hatay Baro Başkanı’na teşekkür ederek destek vermesinin gerekçesi de bu. İktidarın her adımından devrim kerameti bulan Barolar Birliği Başkanı bile kınamak zorunda kaldı. Milleti başları üzerinde tuttuklarını iddia eden, milletin hizmetkarı olduklarını söyleyen, millete aşıkısz diyenlerin, “ben devletim” diyerek milleti bütün haklarıyla birlikte yok sayma cüretinin -politik mensubiyetlere bağlı olarak farklı uygulansa bile aslında herkesi tehdit eden- herkesin karşı çıkması gereken bir şey olduğunu bize göstermiş oldu. Bize başımıza geleni göstermesi kadar yapmamız gerekeni göstermesi açısından da önemli bir olduğuna işaret edebiliriz.
Bu vesileyle değinmeden geçemeyeceğim bir konu daha var; yine Hatay Baro Başkanı’nın iki meslektaşı Ebru Timtik ve Aytaç Ünsal açlık grevindeler. Açlık grevinde olmalarının nedeni, adil yargılanma hakkı istemeleri. Sadece adil yargılanmak istedikleri için seslerini açlık grevi ile duyurmaya çalışıyorlar. İstanbul Baro Başkanı Mehmet Durakoğlu’nun da işaret ettiği gibi, bu avukatların dosyasında elle tutulabilir hiçbir kanıt yok. Kanıt diye gösterilen gizli ve açık tanık ifadelerinin hepsi geri çekilmiş ya da daha sonra yalanlanmış. Şu anda Yargıtay’da bulunan dosya ile ilgili daha önce tahliye kararı verildi. Mahkeme heyeti değiştirilerek tahliye karar kaldırıldı, tıpkı Osman Kavala olayında olduğu gibi hemen tekrar tutuklama kararı çıkartıldı. O andan itibaren ve bütün dava boyunca yaşanan hukuksuzlukların son bulup adil yargılanma isteyen bu insanların göz göre göre ölüme doğru ilerleyişlerine, Türkiye’nin defalarca yaşadığı bu acı ve utancı bir kez daha yaşamasına dur denmesi gerekiyor. Hukuk meselesi ve baro başkanına değinmişken buna da temas etmeden geçmek istemedim.
Anketlerde “en önemli sorun” denilen ekonomide durum ne?
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
Sadece pandemi sonrası değil aslında yıllardır ekonomide süreklileşmiş bir kriz atmosferinde yaşıyor Türkiye. Çok bariz biçimde işsizlikten enflasyona kadar pek çok gösterge, bunun çok yakıcı bir sorun haline geldiğini gösteriyor. Gündelik hayatta bunu somut olarak insanlar yaşıyor hissediyor. Merkez Bankası’nın rezervindeki erime, borç yükünün olağanüstü artması gibi geleceğe dair negatif veriler de her geçen gün artıyor. Pek çok uluslararası uzman kuruluş ya da finans medyası yorumcuları Türkiye’deki durumun çok ciddi riskler oluşturmaya başladığını söylüyor. Bütün bunlar sonucunda insanların büyük bir çoğunluğu durumunu güvenli bulmuyor, yakın bir gelecekte iyileşme beklemiyor. Bu çok güçlü bir gündem ama sahibi olmayan bir gündem olarak havada asılı.
Buna karşılık iktidar, kendi tabanı dahil olmak üzere büyük kalabalıkların çözüm çözüm beklentilerinin uzağında gezmeye devam ediyor. Karşılığı olmayan bir takım başarı hikayeleri ve umut satıyor. Türkiye’nin yatırımlar için cazip olacağını söylemeye, vatandaşı bu sıkıntıdan çıkarmanın yöntemi olarak onlara daha fazla borç vermeye devam ediyorlar. Yani sıkıntıya düşmüş bir her geldiğinde “tamam ben sana borç vereyim” demenin ne kadar takdir göreceğini ve nasıl sonuçlar doğuracağını siz takdir edin. Son KDV indiriminin de vatandaşa yansıyan bir ucuzlama değil, bu tür hizmet ve mal alanlarındaki çarkların yağlanmasını dönük olduğu anlaşılıyor. Muhtemelen sonbahardan itibaren bu tablonun daha da ağırlaşacağı ve -zaten hem salgın hem de uygulanan politikalar dolayısıyla ciddi kayıplara uğrayan; ücretsiz izin ve işten çıkarma gibi ciddi sorunlarla karşılaşan kesimlerin- bir de kıdem tazminatı gibi bir meseleyle karşı karşıya kaldıklarında nasıl tepki vereceklerini ve rakamlarla oynayarak bunu örtmenin ne kadar mümkün olacağını göreceğiz.
Koronavirüs salgınının gündemden düşürülmesi nelere yol açtı?
Türkiye’nin salgına geç yakalanmış ve hazırlıklı olması, Bakan Koca’nın kişiliğinde başarılı yönetilmiş havası, sağlık personelinin deneyimi ve becerisiyle iyi sonuçlar almış olması başarı hikayesi olarak algılandı. İktidar daha da abarttı, bütün dünyanın kendisini kıskandığını ve herkese örnek olduklarını söyledi. Salgının ilk döneminde çok gösterişli dış yardım faaliyetleri PR çabası olarak yansıtıldı. Bütün bunların sonrasında hızlı bir normalleşme sürecine girildi. “En kuvvetli silahımız hastalanmamak bu da sizin elinizde” denilip bütün sorumluluk vatandaşa bırakılarak bir normalleşme programına geçildi. Bunun doğrudan Erdoğan’ın söylediği gibi 350 bin kişiyi bir namazda toplamak gibi sonuçlara yol açtığını hep birlikte izledik. Fakat şimdi normalleşmenin saklanamayan maliyeti bariz biçimde görülüyor. Sayılar sabit tutulmaya çalışılıyor ama kendi rakamlarıyla bile bir takım boşluklar oluşuyor. Malatya valisi “günde 100 vaka ile karşılaşıyoruz” diyor ama Sağlık Bakanlığı Malatya’nın da içinde bulunduğu 8 ilin toplam vaka sayısını 40 veriyor. Devletin kendi kurumlarının verdiği rakamlarda tablonun hiç de iyiye gitmediğini görüyoruz. Hatta bazı rakamlar açıklama listelerinden çıkartılıyor. Artık bir takım verilerin saklandığının bilgisi bile saklanamaz halde. Önümüzdeki günlerde okulların açıklaması gibi bir önemli gelişmeyle birlikte bunun nasıl seyredeceği, peşinden sonbaharda havaların soğuması ve mevsimsel gribin geri gelmesiyle nasıl bir hal alacağı ayrı bir tartışma konusu.
Türkiye ölüm oranlarında iyi bir netice almakla övündü. Başarıyı ölüm oranlarındaki düşüklüğe bağladı. Evet Avrupa ülkelerindeki ölüm oranlarının yüksekliği nedeniyle Türkiye ayrışmış durumdaydı. İlk aylarda dünyada vaka/ölüm oranı 5,5 gibiydi. Bugün 3,5’a kadar geriledi. Türkiye’deki oran da 2,5 seviyesinde. Yani giderek Türkiye dünya ortalamasına doğru yaklaşıyor. Ölüm oranlarıyla ilgili açıklamalar konusunda da hala tereddütler var. Vaka/ölüm oranı açısından Türkiye’den daha iyi olan ülkelere baktığımızda da, sağlık sisteminin iyiliği iddiasının çok gerçekçi olmadığını görüyoruz. Evet Fransa, İtalya, Belçika, İspanya Türkiye’den çok kötü durumda, oran 15 seviyelerinde. Ama Türkiye’den daha iyi olan ülkeleri sayayım; Suudi Arabistan, Bangladeş, Güney Afrika, Pakistan. Türkiye’nin yarısı seviyesinde oranlar tutturan bu ülkelerin çok güçlü sağlık sistemi olduğu için başarılı olduğunu iddia edemeyiz. Salgınla ilgili başarıyı sadece tek veriye dayandırmak çok gerçekçi değil. Bugün Türkiye’deki sorun normalleşmenin yarattığı risklerle yeterince ciddi biçimde ilgilenilmediğini gösteriyor. Buna karşılık, Almanya, Brezilya ve Amerika’da sağcı popülist politikacıları destekleyen çevrelerin aşı karşıtı, önlem karşıtı tavırlarının yayıldığını görüyoruz. Berlin’de bir yürüyüş yapıldı, ABD’de benzer tepkiler görüldü. Türkiye’de İstanbul Sözleşmesi’ne karşı çıkan bazı isimlerin, okullar açılırken önlemleri ve aşıyı reddeden dilekçe kampanyası örgütlemeye çalıştıklarını görüyoruz.
Muharrem İnce’nin kuracağı parti gerçek gündem olur mu?
CHP kurultayı biter bitmez böyle bir haber gündeme geldi. İki ayrı gazeteci, kulis bilgilerine dayanarak İnce’nin çok da uzun sürmeyen bir süreçte parti kuracağını iddia ettiler. Hatta kuruluşun Hakkari’de açıklanacağı ve ismi üzerine spekülasyonlar döndü. İnce, olayı yalanlamayan, kesin olarak böyle bir şeyin varlığını da söylemeyen bir açıklama şaptı. “Olduğunda ben açıklarım” diye özetlenebilecek açıklama, aslında böyle bir niyetin veya yoklamanın olduğunu kanıtlıyor. İnce’nin kurgulamaya çalıştığı projenin siyasi karşılığı nedir? “CHP’nin gerçek ilkelerinin” İnce tarafından nasıl tarif edileceğini henüz bilmiyoruz. Evet İnce daha önce bir takım politik performansları olan biri. Cumhurbaşkanlığı adaylığı süreci yaşadı. Ama hem kadrosu hem de politik programıyla kendini ifade etmiş çerçevesini çizmiş birisi değil. CHP kongresindeki Kılıçdaroğlu’nun seçilmesi ve onun yakın döneme öngördüğü politik programa direnç gösterebileceği varsayılan çevreleri toparlama hamlesi gibi duruyor.
CHP’den daha önce de çok sayıda kopma hareketi yaşadı. Metin Feyzioğlu’nun dedesi olan Turan Feyzioğlu’nun Güven Partisi bunlardan en büyüğüdür. Ama bunların hemen hemen hiç biri politik olarak güç kazanıp devam edemediler. Kılıçdaroğlu döneminde de iki tane parti girişimi var. Biri Emine Ülker Tarhan’ın Anadolu Partisi, diğer de Öztürk Yılmaz’ın Yenilik Partisi. Şimdi İnce’nin 2018 mitinglerine referans veriliyor. Bu tür meselelerde siyasal destek ya da politik aktöre yönelen teveccüh hadisesini doğru tarif etmek gerekiyor. 2018’de İnce mitinglerinde görülen kalabalık, İnce’ye gösterilen teveccüh mü yoksa kendini gösterme çabasının bir işareti miydi?. Eğer bunu kişisel bir teveccüh ve politik umut şeklinde okuyanlar varsa çok emin olmamalarını öneririm. Çünkü o tarihteki İnce mitinglerinin -güçlü ve hatta bazılarına umutlu gelen- görüntüsü aslında oraya katılanların kendilerinin gösterme gayretiyle daha çok ilişkiliydi. Bir de bunun ne kadar gerçek gündem haline gelebileceğini, bu konuya yoğun ilgi gösterenlere bakarak anlayabiliriz. Önümüzdeki günlerde bu konunun kimler tarafından daha yoğun biçimde gündem haline getirildiğini izlersek, bunun ne kadar gerçek gündem olabileceğini de anlamış oluruz.
Şimdilik bu kadar diyelim, tekrar size iyi günler.