Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Kemal Can ve Ruşen Çakır ile Haftaya Bakış (26): Döviz kurlarındaki yükseliş, Muharrem İnce’nin parti kuracağı iddiaları & Bahçeli’den Akşener’e zeytin dalı

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal. 

Ruşen Çakır: Merhaba iyi günler. “Haftaya Bakış”la karşınızdayız. Bu hafta yine Kemal Can’la birlikte, biten haftanın öne çıkan olaylarını ve önümüzdeki günlere bunların nasıl yansıyabileceğini konuşacağız. Kemal, merhaba.

Kemal Can: Merhaba.

Çakır: Dün dolar ve euro bayağı hareketlendi. Belli bir aşamadan sonra Merkez Bankası’ndan bir açıklama geldi ama çok tatminkâr bir açıklama değildi. Dolar önce çıktı, sonra biraz düştü, ama 7 TL’yi geçmiş durumda ve ne olacağı belirsiz. Dün yaptığım yayında şunu vurguladım: Erdoğan salgın süresince hep “Biz sağlık sistemimiz sayesinde ayakta kaldık. Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Biz bu krizi fırsata çevireceğiz” deyip, ekonomide çok büyük açılımların ve atılımların müjdesini veriyordu. İnanan inanıyor, inanmayan inanmıyordu. Ama daha hiçbir şey olamadan döviz kurlarındaki bu yükseliş, aslında bunun hiç de kolay olmadığını gösterdi. Salgında hep söylenen o “büyük başarı”, “zafer” meselesinin üstüne de bir gölge düşmüş durumda — bunu ayrıca konuşuruz. Sen de ben de ekonomiden anlayan insanlar değiliz; ama ekonomiden anlamayanların bile anladığı en temel mesele herhalde “güven” meselesi…

Can: Evet. Bu aslında sürpriz bir gelişme değil. Daha önce iki döviz atağı ve yine önceden birtakım uyarılar yapılmasına rağmen, bir tür ani dalgalanma şeklinde, hatta bir tanesi Trump’ın doğrudan hamlesiyle gerçekleşmişti. Dolayısıyla, bir sürpriz özelliği vardı. İktidar da bunun o tarafını epeyce kullanmıştı. Ama bu seferki olay, neredeyse herkesin birkaç aydır söylediği, Merkez Bankası rezervlerinin tüketilerek, aslında tutulan bir şeyin artık tutulamaz olması şeklinde ifade ediliyor. Dolayısıyla iktidar, senin başta söylediğin duruma çok fazla yatırım yapmış görünüyor. Erdoğan’ın söylediği şeyin sahici olabilmesi için, herhalde bir yandan da dua ederek yürümeye çalıştılar. O sırada da, mümkün olan en uzun sürede, bu beklenen kehanetin gerçekleşmemesi için baskı uyguladılar. Ama ne çok garantili olmayan o beklentiler gerçekleşti, ne de zorla son âna kadar tabloyu iyimser biçimde tutma çabası sonuç verdi. Bu pek çok alanda böyle yaşanıyor. İktidar, pek çok sorunu, özellikle 2018’den itibaren başlayan süreklileşmiş kriz atmosferini ileriye iterek, bir süre daha idare ederek, bir aşamada gideceğini varsayarak ve buna birilerini inandıracağına inanarak sürdürmeye çalışıyor. İlginç bir biçimde, bunun siyasî tarafını sürdürebiliyor. Hâlâ, Türkiye’nin daha önceki ekonomik krizleri gibi, çeşitli toplum kesimleri, hatta ekonomi elitlerinden bir reaksiyon gelmiyor. Yani, yılbaşından bu yana o kadar Merkez Bankası rezervi tüketilirken, özel bankalar, finans çevresi ya da iş dünyası “Bir dakika! Ne yapıyorsunuz?” sesi çıkartmıyor. Salgın önlemleri konusunda, çalışanların, çok kuvvetli bir işsizlik baskısıyla yılan, yorulan büyük kalabalıkların reaksiyonu görülmüyor. Dolayısıyla bu yüzdürme-sürdürme işini politik cephede becerebiliyor. Ama ekonomi, dış politika gibi kendi kuralları olan birtakım alanlar var. Oralarda, bu ittirme, idare etme, birilerini ikna etme ya da tersini söyleyen yeterince güçlü olmadığı için senin sözünün doğru kabul edilmesi gibi meseleler o kadar kolay işlemiyor. Çünkü kendi kuralları olan bir süreç, bir vadede kendi etkisini gösteriyor. Dövizde yaşanan da bu. Anlaşılan, özellikle sonbahara doğru birtakım göstergelerin daha da kötüleşebileceği, en azından iyimserliğe neden olabilecek iddiaların hiçbirinin ucunun görünmemesi; ciddi bir döviz girişi, yatırım takviyesi, bir yerlerden para bulunması ya da iddia edildiği gibi tedarik zincirlerinde Türkiye’nin parlayan yıldız olmasının çok gerçekleşmeyeceği görülüyor.

Çakır: Döviz kurlarındaki bu oynama, tedarik zincirinde de ciddi bir oynama yapıyor. Çünkü Türkiye’de birçok şey ithal ediliyor. Sattığın şeyi önce alıyorsun, sonra satıyorsun. Bu yüksek kurdan dolayı otomatik olarak maliyetler yükselecek. Maliyetler yükselince ürettiğin şeyin fiyatı yükselecek ve o zaman tedarik zincirine girmek de çok zor olacak. Bir kısır döngü içine girmiş olacağız. Senin söylediğin şey çok önemli: Kendi kuralı olan alanlarda, bağırarak “Eyy ekonomi!” diyemiyor. Arada, “Dış güçler, dış mihraklar” dediği oluyor tabii; ama bu en fazla, yatıştırmak, korkutmak için iç kamuoyunu ilgilendiriyor. Ama burada “Ey dış finans çevreleri!” diye bağırdığın zaman eline bir şey geçmiyor ve olay çözülmeye doğru gidiyor.

Can: Diyelim ki dolar 7 TL değil de 8 TL olsa. Euro da 9 TL olsa, politik sonuçları itibariyle ne olur? Ya da, biraz önce olmadığını söylediğimiz iktisat dünyasından bir reaksiyon gelir mi? Muhtemelen gelmez. Dolar yılbaşından beri yüzde 25, ama son 1 haftada yüzde 10’a yakın artmış durumda. Ama son beş yıla baktığında, üç katına çıkmış; yüzde 10, yüzde 25 değil, yüzde 300 artmış durumda. Cumhurbaşkanı’nın “Dolar almayın, yanarsınız” diye herkesi dolar satmaya ikna ettiği bir süreçten, üç katına çıkmış durumda. Dolayısıyla orada bir şey olmamışken, yüzde 20 ile bir şey olmayacağını öne sürmek ya da politik olarak beklemek mümkün tabii. Ama sonuçta, her türlü yüzdürme ve ileriye itme çabasının kaçınılmaz olarak biriktirdiği bir şey var. Her ileriye ittiğiniz sorun, bir şeyi geçmek değil, o yığını büyütmek anlamına geliyor. Onun sonuçlarını da sanıyorum sonbaharda göreceğiz.

Çakır: Tepkilerden bahsederken, iş çevresinin tepkisini, çalışanların veya işsizlerin tepkisini ayırmak gerek. Çünkü iş çevrelerinin önemli bir kısmı, kendilerince birtakım tedbirlerle, sermayelerini belki yurtdışına çıkartarak vs. bir şekilde varlıklarını sürdürebilir. Ama çalışan ya da iş arayanlar için olay çok daha büyük bir felâket olacak. Pandemi sırasında, işten çıkartılmalarla ilgili bir yasak var; birtakım uygulamalarla bu sürekli erteleniyor. Ama bir noktadan sonra uzatılamaz hâle gelecek ve o zaman işsizlik rakamı çok çok yükselecek. “Buradan siyasî bir sonuç çıkar mı?” meselesini bir kenara bırakalım; ama ülkenin ve insanların yoksullaşması, yoksunlaşması, birçok şeyden daha fazla feragat ediyor olmaları, gerçekten çok acı bir tablo ortaya çıkartıyor. Türkiye’de son yıllarda gördüğümüz en ağır koşulları yaşıyoruz. Özellikle kalabalık alt-gelir grupları en mağdur olanlar. Üst sınıflar bir şekilde bir yolunu bulup yurtdışına gidebiliyor. Alt sınıf insanlardan biraz becerikli ve imkânı olanlar yurtdışına kapağı atmaya çalışıyor. Tabii salgın bunun da önünü kesti.

Biraz salgın konusunu konuşalım. Türkiye normalleşti. Aslında bütün dünya normalleşti. Çünkü ekonomi ve karantinayı birlikte sürdürememe hâli, “Zaten işler toparlanıyor” derken, birçok sektör açıldı.  Her ne kadar Sağlık Bakanı bunların artniyetli olduğunu söylese de, özellikle Anadolu’nun bazı illerinden çok kötü haberler geliyor. Burada en çarpıcı olanı da şu: İçişleri Bakanlığı genelgesiyle dün, devlet büyük çapta bir denetim yaptı. Tabii ne kadar etkili olur bilemiyorum; ama devlet topu, “Kurallara uyun, fizikî mesafeye dikkat edin, maske takın” uyarılarıyla büyük ölçüde vatandaşa atmış gibi görünüyor. Ama kendi yapması gerekenlerle ilgili de pek bir şey yapmıyor; mesela herhangi bir kısıtlama yok. Hatta bayramdan önce bu konu konuşuldu, ama konuşanlar da olmayacağını bilerek konuştular. Bayramda özellikle tatil yerlerindeki görüntüler çok acayipti.

Can: Tatil yerlerindeki görüntüleri Sağlık Bakanı sık sık dile getiriyor; ama Cumhurbaşkanı’nın Ayasofya’nın açılışında 350 bin kişi olduğunu söylemesi de çok çarpıcı. Rakam doğrudur, yanlıştır, bir kenara bırakalım. Ama 350 bin kişinin, sıfır bir arazide sosyal mesafe ile yan yana durması için 1 km² alan lazım. İnsanların sosyal mesafeye uyabilmeleri için, hiçbir bina, çit, ağaç olmayan boş bir arazide, 1 km’ye 1 km’den daha uzun, geniş bir alana ihtiyaç var. Cumhurbaşkanı bir övünç olarak, “O gün 350 bin kişi oradaydı” diyor. Eh o zaman plajdaki adama ne söyleyebilirsin? “Mecbur kaldık, böyle oldu” gibi bir şey değil bu; çünkü organize ve övünülen bir şey. Gelelim Sağlık Bakanı’nın bazı iddiaları yalanlamasına: “Bütün hastanelerin dolu olduğu, yüzde 100’lük bir doluluk olduğu iddiası doğru değil. İl Sağlık müdürlüklerimizde yüzde 60-70 gibi doluluk oranları var” diyor. Peki, Sağlık Bakanı’nın verisini doğru kabul edelim. Hatırlayalım; Türkiye’de salgının pik olduğu dönemde, günde 2000’ler seviyesinde vaka görüldüğü zamanda da, Sağlık Bakanı hastanelerdeki doluluk oranını yüzde 60 olarak vermişti. Şimdi aynı doluluk oranına eriştiklerini kendi söylüyor. Bütün verileri, bütün iddiaları bir kenara atalım. Sağlık Bakanı “Hastanelerde o pik noktadaki doluluk oranını yakaladık” diyor.

Çakır: “Korkacak bir şey yok” diyor. 

Can: Sağlık Bakanlığı’nın valilerle çelişmesi, Tabipler Birliği’nin mâkul ve sorumlu açıklamalarına rağmen –o açıklamaları kabul etmeyip, onları dışarıda tutuyorlar diyelim hadi–, kendi resmî açıklamalarının birbirini ezdiği bir tablo var ortada. Tabii bu da, güvensizliği büyüten, artıran bir durum. İnsanlığın üzerine bırakılan sorumluluğun, çıkacak vebalin sorumluluğunu da insanlara bırakmaya dönük bir tabloya çevriliyor.

Çakır: Peki, oradan nasıl çıkılacak? Tekrar karantinaya dönülür mü? “Sokağa çıkma yasağı gelecek” iddiaları var. Ama ben sanmıyorum böyle bir şeye dönüleceğini. Bir tarafta ekonomik anlamda çok ciddi bir sorun var. Turizm meselesi var.

Can: Gerçi sezonun büyük bir kısmı kaçmış durumda; ama şu anda yasak ya da bu konuda alarm hâlinin verilmemesinin en büyük sebebi, turizmle ilgili olarak, mesela Almanya’nın yasakları kaldırmasıyla, “Belki bir miktar turist gelir, hiç olmazsa birkaç ayda döviz girer” hesabıyla, senin dediğin olasılık yüksek görünüyor.

Çakır: Medyascope’taki arkadaşlarımız Antalya Sanayi ve İş İnsanları Derneği (ANSİAD) Başkanı Akın Akıncıile konuştular. Bu bayramın önceki bayramlara göre şaşırtıcı derecede dolu olduğu ve gelenlerin de yerli turist ağırlıklı olduğu görülmüş. Bu 1 haftalık bayram, turizm sektörünün ihtiyacını karşılamayacak tabii; ama şöyle bir şey de var: Turizmcinin bir gelire ihtiyacı var, insanların da tatile ihtiyacı var; insanlar kredi çekip tatil yapıyorlar ve riskleri de bilerek gidiyorlar. Sanki bir boşvermişlik hâli de var.

Can: İlk başta konuştuğumuz, ekonomide sürdürme, ileriye gitme, yüzdürme meselesini, iktidar topluma yayarak ve herkesi buna ortak ederek hallediyor. İktidar ve Türkiye, borçlanarak, borcunu büyüterek durumunu idare ediyor. Her insan da bununla uyumlanmış bir biçimde devam ediyor. Yani herkeste benzer bir tutuşma yaşanıyor. 

Çakır: Ben dünkü yayınımda söyledim zaten: Kısmen sosyal medya ve kadın hareketi olmasa, ülkede yaprak kıpırdamıyor. Ülke bir mezarlık gibi. Her anlamda kötü bir şey. Kurumlar çürüyor, her yerin içi boşalıyor, zayıflıyor.

Can: Bu da başka bir salgın aslında. Çünkü bu, herhangi bir toplum için sağlıklı bir şey değil. Panik, tepkiler, patlamalar, sağlıksızlık belirtisi değildir her zaman. Tam tersi, bu durgunluk hâli bir patoloji göstergesidir. Bu da biraz öyle bir şey.

Çakır: Peki, Muharrem İnce konusuna gelelim. Ben çok konuşmak istemiyorum. Zaten adım da “İnce düşmanı”na çıktı. Ama yani… Neyse bu konuda fazla konuşmayayım. Senin düşüncen nedir?

Can: Bu konuda iş, kulis haberleri ve gazetecilerin ikinci ellerden duydukları haberlerle yürüyor. 

Çakır: Ama “Muharrem İnce’nin gazetecilerle konuşan bir yakını” diye açıklanan kişinin kendisi olduğu çok açık.

Can: Zaten yaptığı açıklama da, yalanlamayıp, “Ben söylerim” deyip bir tür doğrulama aslında. Çıkan haberlerden anlaşıldığı kadarıyla –galiba en son İsmail Saymaz söylemiş–  kendisiyle ilgili yaptırdığı anketlerde, “İnce parti kurarsa oy veririm” diyen yüzde 10 seviyesinde bir oy oranı olduğunu açıklamış. Şöyle bir şey var: Bu ülkede, yapılan pek çok ciddi ankette, “Parti kurarsa oy verebilirim” sorusuna verilen cevaplarda, Akşener yüzde 30’ları, Ali Babacan yüzde 20’leri gördü. Bu, o parti kurulduğunda, o oyu alacak anlamına gelmiyor. Akşener parti kurduğunda yüzde 10 seviyesinde bir oy aldı. Babacan’ın da, son anketlere göre yüzde 3 seviyesinde oyu görünüyor. Dolayısıyla “Oy verebilirim”i, alacağı oy olarak hesaplayarak yola çıkıyorsa, bir sorun var.

İkincisi, 2018’deki mitinglerini kendisine gösterilmiş teveccüh diye anlıyorsa, orada da bir problem var.

Çakır: Kesin öyle anlıyor.

Can: Çünkü o mitinglere giden kalabalık, tabii ki Muharrem İnce’nin kazanmasını istemişlerdir ama asıl olarak, Erdoğan’a karşı, Erdoğan’ın yaptığı mitinglere cevaben, kendi varlığını gösterme motivasyonunun ürünüdür.

Çakır: Kendini ifade etme.

Can: Evet. Politik göstergeleri doğru okumak çok önemli. Bunlar işin bir tarafı. İkinci tarafı: Muharrem İnce çok genel birtakım şeyler ifade ediyor — ki bunu daha önce de söylemişti. Aslında muhalefet eleştirisi üzerinden bir dünya kuruyor; iktidar sadece değiştirilmesi gereken bir şey. Ama onun neden değiştirilmesi gerektiğine ilişkin de çok fazla bir lâfı yok. Asıl olarak, iktidarı değiştiremeyen muhalefete çare olarak çıktığını iddia ediyor. Ama bunu hangi ilkelerle –“CHP’nin asıl ilkeleri” diye bir şey tarif ediyor sadece”, hangi programla ve kiminle yapacağı boşta.

Çakır: Yeni yüzlerle.

Can: Ha, evet, o yeni yüzler… Dolayısıyla, işin bu hâli, bir de gösterilen ilgi meselesi — ki sen de yayınında bahsettin, ben de yazdım bunu: Bunun yörüngesine baktığımızda, kimin en çok heves gösterdiğini, kimin en çok ilgi gösterdiğini takip edersek, meselenin nereye doğru evrileceğini kestirebiliriz. Muharrem İnce’nin, şu anda muhalefet içerisinde büyük bir heyecan yarattığını görmüyorum. Ama buna karşılık iktidar cephesinde çok köpürtülen bir mevzu. Tabii bu doğrudan onların organize ettiği bir şey anlamına gelmez, bunun kendiliğinden gelen bir tarafı da vardır; ama sonuçta işin gideceği tarafı göstermesi açısından bence ilginç. Şu anda çok ham bir şey. Bu tür meseleler, bir program, bir çerçeve ve bir ilke bütünlüğü yoksa ve var olan kadroya rağmen bir kadro hareketi olarak doğmazsa, bu tür genel ve harcıâlem temalar üzerinden çok fazla rüzgâr yaratamazlar. Onun da sonucunu çok kısa bir sürede görürüz. 

Çakır: Geçmişi hatırlayalım: Mesela CHP’de hep birtakım klikler, hizipler oldu ve ekipler vardı. Muharrem İnce daha önce de aday oldu.

Can: Sadece Kılıçdaroğlu döneminde iki parti kuruldu: Biri, Emine Ülker Tarhan, biri Öztürk Yılmaz.

Çakır: Onu kastetmiyorum, başka bir şeyi kastediyorum. Mesela Deniz Baykal’ın ekibi ya da bilmem kimin ekibi vardı.

Can: Evet, hizipler.

Çakır: Muharrem İnce bir kere aday da oldu. Kendi listesi de vardı, destekleyenler de oldu. Ama artık siyaset böyle mi yapılıyor bilmiyorum; mesela “Muharrem İnce’nin ekibinde kim var?” diye sana sorsam, bana kaç isim sayabilirsin? Biz siyasî gazetecilik yapıyoruz, değil mi? Yani ortalama insandan daha fazla biliyor, görüyoruz. Şöyle düşün: Muharrem İnce’nin “bir yakını”yla konuşmak istedik. Zaten ben ona inanmadım. Herkes “Muharrem İnce’nin bir yakını” diyor; ama benim aklıma, ona bu kadar yakın olacak, onun ağzından lâf söyleyecek Muharrem İnce’den başka bir isim gelmiyor. Mutlaka öyle birileri vardır tabii; ama bildiğimiz, temayüz etmiş, “Şu da onunla birlikte hareket ediyormuş” diyebileceğimiz bir isim yok. Mesela, daha önceki kongrede, İlhan Cihaner, Selin Sayek Böke, ekip olarak bir deklarasyonla çıktılar. Orada tanıdığımız, bildiğimiz isimler vardı.  Burada ise Muharrem İnce tek tabanca gibi. Cumhurbaşkanlığı Seçimi’nde de öyleydi: Bir iki kere sahneye eşini çıkarttı; ama onun dışında hiç kimseyi çıkartmadı. Yani, “Ben seçilirsem, şu kişi şu görevi yapacak, bu kişi bu görevde olacak” gibi bir ekip göstermedi. Mesela, Fransa’da Macron çıktı, bir şeyi götürdü. Ama onda bir olay vardı. Muharrem İnce’den bir Macron çıkması mümkün değil. Macron bambaşka bir yerden, dışarıdan bir yerden geldi ve oyunu bozdu. Burada ise, Muharrem İnce, oyunu eski kurallarla oynamak isteyen birisi olarak geliyor. Yenilikçi bir perspektif yok.

Can: Muharrem İnce, “Bir-iki ay içerisinde birinci olacak bir parti kurmak mümkün” diyor. Peki, tamam bu bir iddia. Matematik olarak biraz zor, ama teorik olarak da böyle bir şey mümkün. “Peki, nasıl olacak bu? Diğerlerinin yapamadığını nasıl yapacaksın” sorusunun cevabını, “CHP’nin asıl ilkelerine dönerek” gibi bir cevapla karşıladığın zaman, o asıl ilkeler…. Mesela, 70’lerde yüzde 40 aldığı dönemin ilkeleri mi? Baykal zamanında barajın altında kaldığı ilkeler mi? Hangisi gerçek ilkeler? 

İkincisi, şimdi şu ya da bu nedenle muhalefet partilerine ve CHP’ye oy vermemiş kim Muharrem İnce’ye oy verecek?

Çakır: Kim ve niçin?

Can: “Muharrem İnce’ye ilgi gösteren ya da gösterecek kitle hangi iktidar partisinin içindedir ve hangi nedenle CHP’ye gelmemektedir?” sorusunun cevabının veriliyor olması lâzım bu iddiada. 

Çakır: Benim çok sık tekrarladığım bir şey var. Aslında sadece ben de söylemiyorum bunu. 24 Haziran gecesi Muharrem İnce kameraların karşısına çıkıp, “Yenildik ama kazandık. Kaldığımız yerden devam ediyoruz. Hiçbir şey bitmedi, yeni başlıyor” gibi bir konuşma yapsaydı, 3 saat öncesine kadar gösterdiği duruşu muhafaza etseydi, ertesi gün Kılıçdaroğlu yerini ona bırakmak durumunda kalabilirdi diye düşünüyorum.

Can: İstanbul seçiminde Ekrem İmamoğlu’nun yaptığına benzer bir şeyi yapsaydı mesela. Ben de şunu merak ediyorum: 2018’de, var olduğu söylenen, o yanındaki kadro ve isimleri, hadi diyelim ki bilerek sakladı, ortalığa çıkartmadı. Peki ama Muharrem İnce, “Partim beni yalnız bıraktı, onun için çıkmadım” dediğinde, o kadrodan biri de çıkıp, “Şimdi böyle yapmamız lâzım” dememiş mi? Kadrosu olan biri, partisi tarafından yalnız bırakıldığında, yalnız mı kalır? “Yalnız kaldım” diyorsan, aslında etrafında kimse yok demektir.

Çakır: Evet, öyleydi. Neyse, çok geçmişe dönüyoruz. Ama normal olarak, üç saat öncesine kadar, “Paltomu sereceğim, şunu yapacağım, bunu yapacağım” dedi, ama seçimi kaybettiği netti. Seçimde bir iddiası olamazdı artık; “Hile oldu, şu oldu, bu oldu” iddiasını aşmıştı. Ama şunu diyebilirdi: “Biz o kadar Türkiye’yi ayağa kaldırdık…”

Can: Bir de çok trajik bir şey oldu, hatırlayalım: Muharrem İnce, cumhurbaşkanı adayı olmadan önce, Kılıçdaroğlu’nun rakibi olarak çıktığı kongrede meşhur bir konuşması vardı: Ne diyordu Muharrem İnce? “Çıkmışsın yenmiş. Yenmiş de yenmiş, yenmiş de yenmiş. Her seçimde yenmiş!” diye Kılıçdaroğlu’nu eleştiriyordu. Bu konuşması da defalarca gösterildi. Hatta 2018’de Tayyip Erdoğan o konuşmayı videolardan göstermişti. Muharrem İnce 2018’deki o gece çıkıp, “Adam Kazandı” dedi. Kendinden öncekini, “Geliyor, kazanıyor, geliyor kazanıyor” diye eleştiriyorsun. Sen çıkıyorsun, adam geliyor, gene kazanıyor. Ve bunu sen söylüyorsun. Bu, trajik bir durum.

Çakır: Neyse, daha fazla rahatsız etmeyelim. Devlet Bahçeli’den konuşalım. Ben Bahçeli’nin, Meral Akşener ve İYİ Parti’yi, bir şekilde, kendi istediği bir şekilde kazanmak isteyeceğini düşünüyorum. Ama galiba sen aynı fikirde değilsin. Son yaptığı açıklama çok kibar ve hazırlanmış. Belli ki gazetecileri çağırmışlar. Devlet Bey Genel Merkez’de gazetecilerin sorularına cevap vermiş. Sorular da belli zaten: Ayasofya, Muharrem İnce… Belli ki özellikle namazla ilgili bir şeyler söylemek için çağırmış. Tabii ki olacak bir şey değil; ama bana sanki yine de kapıyı aralamak istiyor gibi geldi. Çünkü Cumhur İttifakı’nın İYİ Parti’yi Millet İttifakı’ndan koparmadan bir şey yapması zor. İleriye yönelik hiçbir şey söyleyemiyorlar. Yapamadıkları için de karşı tarafı bölmek istiyorlar. Karşı tarafı bölmek için en kullanışlı olan şey PKK, HDP. Bunu 31 Mart’ta kullandılar; ama bir işe yaramadı ve ellerinde patladı. Benim yorumum, şimdi sopayı bırakıp havuçla bir şey deniyorlar. Ama galiba sen bu düşünceye katılmıyorsun.

Can: Kısmen katılıyorum. Bu stratejinin böyle işlediğini düşünüyorum. Bu yeni de değil, daha önce de denediler, deniyorlar. Genellikle de Millet İttifakı’nın zayıf noktalarına hem saldırı hem bu tür çengel atma işlerini, işbölümü itibariyle daha çok Devlet Bahçeli yapıyor. Erdoğan üstten dışlayıcı bir tavır sergilerken, Bahçeli, daha çok bu meselelerin içerisinde; CHP’nin de içerisinde, İYİ Parti’nin de içerisinde; zaman zaman oradaki sinir uçlarına dokunan çıkışlar yapıyor. Ama Bahçeli daha önce siyasî rakiplerinin çoğunu tekrar partiye çağırdı, aldı, milletvekili yaptı, yönetici yaptı. Tuğrul Türkeş’ten, Koray Aydın’dan, Ümit Özdağ’a kadar pek çok ismi…

Çakır: Geçenlerde bir televizyon kanalında Yaşar Yıldırım’ı gördüm, 2023’ün MHP’sini anlatıyordu.

Can: Evet. Dolayısıyla bu tür hamlelerin çoğunu, böyle kamuya açık davetlerle değil, çok daha sonuç alıcı yöntemlerle yapabilen biri. Bu çıkışının, tabii ki kafalarda öyle bir îmâ bırakmasını, senin söylediğin gibi kapının da aralık durmasını istiyor olabilir; ama sonuç almaya dönük bir çağrı özelliğinden daha fazla, tam da böyle algılanması ve asıl muhatabından başkalarının nasıl algıladığı ile ilgili bir çıkış olduğunu düşünüyorum.

Çakır: Yani bizi konuşturtuyor.

Can: Evet. Bizi, herkesi ve “Millet İttifak’ı çatlıyor mu?” diye düşünülmesi için. Çünkü daha önce hem İYİ Parti içinden, hem dışından, İYİ Parti’ye yapılan hamlelerin çoğu böyleydi. Çok net bir şey var: Bu tür bir hamle, evet, Millet İttifakı’nı çatlatma gayretinin bir parçası olabilir; ama bir de iktidarın bir aritmetik sorunu var ve hep “Acaba İYİ Parti Cumhur İttifakı’na eklemlenecek mi?” çerçevesinde konuşuluyor. Bu aritmetik meselenin çıkaracağı komplikasyonlarla, getireceği çözüm açısından bakıldığında, çok rahat ve kolay bir yöntem gibi görünmüyor. Çünkü böyle bir tabloda, referandumda MHP’ye olanın aynısı, muhtemelen İYİ Parti’ye de olur. Bunu da en iyi Meral Akşener biliyor. Neredeyse karpuz gibi ikiye ayrılır. Seçmeni ile ittifak değiştiremez İYİ Parti. Bunu Akşener de yapamaz…

Çakır: İYİ Parti sözcüsü Yavuz Ağıralioğlu, “Biz gitsek bile tabanımız gelmez” diye açıklamış biliyorsun.

Can: Evet. Zaten Meral Akşener, Devlet Bahçeli’nin açıklamasını pek kolay yutulmayacak bir cevapla karşıladı. Aslında kendi sınırında hayli sert bir cevap verdi. Erdoğan’a hitaben, “Sayın Erdoğan lütfen ortağınızı üzerimize sardırmaktan alın. Lütfen yeterli ilgiyi gösterin” dedi. Bu cevabın iki türlü karşılığı var. Bir tanesi, “Ben bu hamleyi barış olarak algılamıyorum; Erdoğan’ın yaptırdığı bir iş olarak görüyorum” demek. İkincisi, o davetin sahibine ilişkin çok ciddi bir şey içeriyor. Bahçeli bu çağrının devamını getirmedi, çok ortaya bıraktığı bir lâf olarak kaldı. Çünkü daha önce, İYİ Parti’den Koray Aydın’a çok daha net, çerçevesi belirgin, adresi açık, “Gelsin buyursun, bizim insanımızdır” dedi. Bahçeli’nin “Evine dön” dediği ev, Meral Akşener’in kendi evi diye düşünülebilecek kadar geniş ve ortaya bırakılmış bir lâf.

Çakır: Şöyle bir yönü de olabilir: İYİ Parti tabanındaki MHP’ye yönelik alerjiyi biraz yumuşatmak istiyor da olabilir. Çünkü anketlerde de görülüyor bu.

Can: Tabii. İYİ Parti tabanındaki iktidar alerjisi, CHP’ye duyulandan yüksek çıkıyor.

Çakır: Evet, belki onu yumuşatma hamlesi olabilir. Ama şunu da hep akılda tutmak lâzım: İYİ Parti’den, sözcülerin hemen hepsinden, ama özellikle Meral Akşener ve Yavuz Ağıralioğlu’ndan, iktidara yönelik eleştiriler çok yumuşak, iyi çalışılmış eleştiriler. Mesela Bahçeli’nin CHP’ye söylediklerine kıyasla, İYİ Parti’den hiç de öyle sert cümleler çıkmıyor; aralarında çözülemeyecek sorun yok gibi duruyor. Mesela, Erdoğan parlamenter sisteme “Evet” derse olabilir. Ekonominin başına Berat Albayrak yerine…

Can: Türk sağı içerisinde aralarında çözemeyecekleri sorun ne olabilir ki? Bunun en somut örneği Bahçeli ile Erdoğan’ın birlikteliğidir. Onlar aralarındaki sorunu çözdükten sonra, aralarındaki sorunu çözemeyecek iki sağ liderin varlığından bahsedilemez. Türkiye’de bunun yüzlerce örneği yaşandı.

Çakır: Tamam, bu söylediğin çok doğru. Hatta yarın Bahçeli ve Erdoğan’ın arasının açılmayacağının da garantisi yok. Ama burada şöyle bir fark var: Bahçeli’nin Erdoğan’la ittifak yapmadan önceki sertliğini biliyorsun. Ben kaç miting izledim. Özellikle mitinglerde, gözünü yumup Erdoğan’a öyle lâflar ediyordu ki… Şimdi Kılıçdaroğlu’na söylediğinin beş katını Erdoğan’a söylüyordu. Ama şimdi burada o yok. İYİ Parti ve Meral Akşener cephesinde, Erdoğan’a, Erdoğan’ın kişiliğine yönelik bu kadar sert bir şey yok.

Can: Ama kuruluş sürecinden itibaren öyle yapmadılar. İlk başta, Akşener’in adaylığı söz konusu olduğu için, bütün partinin dili, cumhurbaşkanlığı perspektifiyle yürüdüğü için, kuşatıcı, karşı tarafı iten bir tutum alınmadı, sonra da bunu devam ettirdiler. Tam tersi, bir karşı saldırı geldiği için, onun kontrastını geliştirmek yerine, onu içe alarak, bir tür, muhalefetin bütününün de yaptığı, gerilimde iktidarı yalnız bırakma stratejisini uyguladı İYİ Parti. Ama dediğin gibi “Kapıyı açık mı tutuyorlar?” hissini iki tarafa da yaşatan, belki de bilinçli olarak bunun yaşanmasını isteyen bir tutumun da işareti. Ben gerekçesinin, birincisinin daha fazla olduğunu düşünüyorum.

Çakır: Gerilim siyaseti yapmamayı kastediyorsun. 

Can: Evet. Ama tabanı öyle değil. Hiçbir ankette taban öyle çıkmıyor. 

Çakır: Hayır, tabanı değil. Zaten işin ilginç tarafı da o. Taban o kadar alerjik olup, kendilerinin de bu kadar nötr bir dille eleştiri yapıyor olmaları…, bu arada Meral Akşener’in, AKP’nin ilk kuruluş sürecindeki kuruculardan birisi olduğunu hatırlıyorsun. Son anda vazgeçip MHP’ye geçti.

Can: Evet. 2002’de MHP’ye katılan ekipten oldu.

Çakır: Bayağı da iyi ağırlandı aslında. MHP’nin içerisinde çok önemli yerlere geldi. Bahçeli onu öne çıkarttı. Ama sonra birden geri çekti; milletvekili yapmadı. Bence, Türk sağında son yıllardaki en öne çıkan kadın. Tansu Çiller Meral Akşener’in yanında hikâye. Çünkü kendisinin yaptığı çok fazla bir şey yok.

Can: Çünkü Tansu Çiller, partinin taşıdığı bir aktördü. Meral Akşener, kendi karizması ile çıkıp, oradan yüzde 10 barajını geçtiği için de bir parti üretmiş bir politik aktör oldu. Dolayısıyla çok farklı. 

Çakır: Ben de ‘’İktidar, muhalefet bloğunu çatlatabilir mi?’’ başlığıyla yaptığım yayında şunu söylemiştim: Devlet Bahçeli, Meral Akşener’i eve çağırıyor, ama kendi evi daha câzip.  

Can: Zaten sayısal olarak da bir eşitsizlik görünüyor.

Çakır: Onun dışında, sonuçta MHP güçlü tarihi olan bir hareket. O tarihî hareketin, o geleneğin lideri olmak, MHP içinde sıradan bir insan olarak değil de, o hareketin başına geçmenin bir câzibesi olabilir. Ama aynı zamanda, bu gelenekte birçok kişi, “Ben de ülkücüyüm, şu kadar hapis yattım, şudur, budur” diye sizde hak iddia edebilir. Ama İYİ Parti’de öyle değil. İYİ Parti’yi sıfırdan kurdular. Ve bayağı da zor bir şeyi başardılar. Hazır bir şeye konmadılar.

Can: Yani bu kadar zahmetin sonunda, “evin kızı” olarak niye otursun orada?

Çakır: Evet, doğru söylüyorsun. Artık toparlayalım Kemal.

Can: Bu arada, çok değinemedik ama –geçen haftadan bakiye–, önümüzdeki hafta İstanbul Sözleşmesi netleşecek galiba. Ama şunu söylemek istiyorum: Türkiye Düşünce Platformu, “Biz mayınlı alana girmişiz” açıklamasını yaptı ya; orada söylemeye çalıştıkları: “Biz Reis’i mayınlı alana soktuk, pardon!” Galiba söylemek istedikleri bu. Ya da…

Çakır: Ya da…

Can:  “O bizi itti, biz kurban olduk.” İkisi de olabilir.

Çakır: İstanbul Sözleşmesi çok acayip bir durumu ortaya çıkarttı. Türkiye’de birçok şeyin netleşmesini, berraklaşmasını sağlıyor. Önümüzdeki hafta daha geniş bir şekilde konuşuruz bunu. Özellikle benim yakından takip ettiğim cenahtaki parçalanmalar, bölünmeler, pozisyon almalar… Hiç ummadığın insanlar Sözleşme’den yana olabiliyor, “Herhalde destekler” dediğin insanlar yan çiziyor. Açık açık “Bu sözleşmeden vazgeçilmezse, siz evinizde çocuğunuzu dövemeyeceksiniz” diyenler var. Bunu açık açık söyleyenler ve bunu normal bir şeymiş gibi konuşanlar var. Çok acayip bir durum. Şu “turnusol kağıdı” lâfını her yerde kullanıldığı için sevmem ama, bu İstanbul Sözleşmesi gerçekten böyle bir işlev gördü. Önümüzdeki hafta bu konu netleşecek, onu da o zaman konuşalım.

Evet, Kemal Can’la birlikte “Haftaya Bakış”ı noktalıyoruz. Haftaya tekrar buluşmak üzere. İyi günler.

Can: İyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.