Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Erdoğan artık neden eskisi gibi gündemi belirleyemiyor?

Selahattin Demirtaş cezaevinden soruları yazılı cevapladığı bir söyleşiyle gündeme otururken medyanın ezici bir çoğunluğunu kontrol eden Cumhurbaşkanı Erdoğan niye eskisi gibi gündem belirleyemiyor?

Yayına hazırlayan: Ali Macit 

Merhaba, iyi günler. Selahattin Demirtaş’la yaptığımız söyleşi epey etkili oldu. Gündemi epey meşgul etti, daha bir süre de meşgul edebilir. Değişik değişik yorumlar yapıldı, ama bu yorumların hepsini bir kenara bırakıcak olursak, şu bir gerçek ki Selahattin Demirtaş’ın bu sözleri insanların gündemine girdi. Yani Selahattin Demirtaş cezaevinde olmasına rağmen, yıllardır cezaevinde olmasına rağmen, Türkiye’de gündemi değiştirebilen, gündemi belirleyebilen bir siyasetçi olduğunu bir kere daha gösterdi. Erdoğan ise bu özelliğini, uzun bir süre hep onu güçlü kılan bu özelliğini epey bir süredir kaybetmiş durumda. Selahattin Demirtaş’ın sözlerine, sözleri etrafında oluşan tartışmaya baktığımda aklıma Erdoğan geldi. Erdoğan herhalde bundan çok rahatsız olmuştur; çünkü kendisi o kadar gücü olmasına rağmen, medya denetimi olmasına rağmen, medya kontrolü olmasına rağmen, neredeyse her sözü kamuoyuna iletilmesine rağmen, artık gündemi belirleyemiyor. 

Neden böyle? Belki de bu yüzdendir, belki de onun her zaman her yerde her konuşmasının aynı anda birçok yerde veriliyor olması, orada onun sözlerinin artık bir merak uyandırmamasına da yol açıyor. Uzun bir süredir böyle bir realiteyle karşı karşıyayız. Hatta zaman zaman –özellikle 31 Mart yerel seçimi öncesinde çok gördük– konuşmalarında daha sonra bir şeyler açıklayacağını söyledi. Mesela akşam bir televizyon kanalına çıkacak –ki hemen hemen her kanala, istediği her kanala kolaylıkla çıkan, istediği süre çıkan birisi, biliyoruz– ondan sonra duyuruyordu, mesela akşam çok önemli şeyler açıklayacağım diyordu; diyelim ki ATV yayınında ya da TRT yayınında, eğer seyreden varsa, önemli açıklamayı bekleyen varsa, hemen hemen hiçbir şeyle karşılaşmıyordu, ya da önemli olduğunu söylediği şeylerin pek de bir önemi olmadığı anlaşılıyordu. 

Dolayısıyla Erdoğan bu aşırı medya denetiminin faturasını çok ciddi bir şekilde ödüyor. Uzun bir süredir, artık onun medyadaki konuşmaları, yayınları –çıktığı yayınlarda zaten insanlar kendisine soru sormaktan çekiniyorlar, bunu da biliyoruz– artık pek bir heyecan yaratmıyor. Buna karşılık Selahattin Demirtaş’ın kırk yılda bir yazılı sorulara verdiği cevaplar –ki belli bir yerde, örneğin Medyascope’ta yayınlanabiliyor– onun çok çok ötesinde yankı buluyor. Erdoğan’ın artık gündem belirleyememesin tek nedeni tabii ki medyada aşırı görünmesi değil. Bu önemli bir neden, ama tek nedeni değil. 

Çok farklı nedeni var. İç içe geçmiş nedenler var. Bunların bana göre bazılarını söylemek istiyorum: Öncelikle Erdoğan, belli bir süredir, Türkiye’nin sahici sorunlarına sahici çözüm üretebilen önerebilen bir lider olmaktan çıktı. Artık bunları yapamıyor. Bunun da en önemli nedeni, belli bir aşamada Türkiye’nin ekonomik anlamda sıkışmaya başlaması, kaynaklarının artık yetmemesi. Erdoğan uzun bir süre, dünyada varolan ekonomik konjonktürden de istifade ederek, kaynakları dağıtarak, var olan kaynakları dağıtarak, özellikle de kendi yakın çevresine ve tabanına dağıtarak gücünü kullandı. Özellikle inşaata yatırım yaparak, buralarda bir çarkı, bir saadet zincirini döndürebildi bir süre. Ve bu süre içerisinde insanlar ekonomik anlamda çok fazla şikâyetçi olmadıkları için –tabii ki şikâyetçi olan kesimler vardı, ama ciddi bir kriz ortamı yaşanmadığı için–, Erdoğan buradan söylediklerine muhatap bulabiliyordu. İnsanlar kendisini dinleyebiliyordu. Ve Erdoğan, ekonomik anlamda çok büyük dertlerle, krizlerle uğraşmadığı için, diğer konularda, demokrasi, hukuk gibi konularda, bir şeyler söylediği zaman ilgi çekebiliyordu. Ama belli bir andan sonra, öncelikle siyasî kriz, Gezi’yle beraber başladı bu, ardından Fethullahçılar’la yaşanan savaşla devam etti. Ve bütün bunların üstüne bir de ekonomik kriz eklenince, Erdoğan artık dizginleri kontrol edemez oldu. 

Ve bir formül buldu. O formül de artık ileriye dönük şeyler söylemek yerine, tüm topluma birtakım vizyonlar, projeler anlatmak yerine, bir kutuplaşma üzerinden toplumun belli bir kesimini, en azından yarıdan biraz fazlasını, kendisine yeterli olduğunu düşündüğü –özellikle başkanlık sistemine de bunun için geçti zaten– bu kesimi yanına alıp, diğer kesimi çok da fazla önemsemeyen bir çizgiye geldi. Ve burada da, gündem belirlemekten ziyade, kendisine destek veren insanların korkularını besleyici, kaygılarını besleyici bir söylemi tutturdu. Ama burada da, kutuplaşma söyleminin formülü şuydu: Birilerine saldırıp, birilerini şeytanîleştirdiğiniz zaman, kriminalize ettiğiniz zaman, onların size cevap vermesiyle yürüyen bir sistemdi bu — özellikle ana muhalefet partisinin, daha sonra HDP’nin ve ardından kurulan partilerin, İYİ Parti mesela. 

Kemal Kılıçdaroğlu ilk yıllarda bunun farkına varmadı ve bu tuzağa düştü; ama belli bir aşamada CHP bunun farkına varıp, bu kutuplaşma tezgâhına gelmeden, kendi başına sakin bir şekilde bir siyaset yürütmeye çalıştığı zaman, bu kutuplaşma hamlelerinin büyük bir kısmı Erdoğan’ın elinde kaldı. Ve bunun en çarpıcı görüntüsünü. 31 Mart yerel seçimlerinde yaşadık. Daha önce cumhurbaşkanlığı seçimlerinde de yaşayabilirdik, ama orada Muharrem İnce kendi sözünün şehvetine ve miting alanlarındaki coşkuya kapılıp o kutuplaşma zeminini kabul ederek bunu büyük ölçüde harcadı. Harcamaması mümkün müydü? Galiba Muharrem İnce profilindeki birisinin başka yapabilecek bir şeyi yoktu. Ama geçmişte kalmış bir olay bu. Yakın bir zamanda artık bu kutuplaşmanın yürümediğini görüyoruz. Kutuplaşma hamleleri, kutuplaştırıcı hamlelerin büyük bir kısmı bertaraf ediliyor. 

Geriye ne kalıyor? Geriye dış politikada birtakım şahince hamleler kalıyor — özellikle Suriye’de bu belli bir süre yürüdü. Peş peşe yapılan harekâtlarla belli bir ölçüde kamuoyu desteğini etrafında toplamayı başarabildi. Ama bu harekâtların ömrüyle orantılı biçimde bu desteklerin ortadan kalktığını gördük. Bu harekâtlar sürdürülemedi. Çünkü uluslararası konjonktüre de uyması gerekiyordu. Belli bir aşamaya kadar yürütülen bu harekâtlar, kimi zaman Rusya’nın, kimi zaman Amerika Birleşik Devletleri’nin, genel olarak Batı’nın sınırlarına toslayınca, belli bir yerde sona erdi. Şu anda Doğu Akdeniz’de benzer bir olay yaşıyoruz. Ama Doğu Akdeniz’de NATO üyesi Türkiye’nin, NATO üyesi Yunanistan’la yaşayabileceği gerginliklerin belirli bir sınırı var. Ve onun ötesine ciddi bir şekilde geçemiyor. Yani global statükonun içerisinde bir kutuplaşmayı dışarıya, dış düşman üzerinden birtakım hareketlilik sağlamaya çalışıyor. Ama bu da çok fazla başarılı olamıyor. Buna karşılık Erdoğan’ın gerçek sorunlar –mesela koronavirüs salgını– konusundaki performansına baktığımız zaman, çok ciddi bir şekilde özellikle ilk dönemde, salgının çok ciddi bir zarar vermemesi, sağlık sisteminin bir ölçüde ayakta kalmasıyla beraber, kendi azalan desteğini güçlendirmek için Erdoğan bunu kullanmak istedi. Çok başarılı olamadı. 

Ve şimdi, salgını tekrar kötü rakamlara sirayet etmesiyle beraber, iyice zorlanıyor ve söyleyebildiği şeyler, vatandaşın tedbir alması ya da toplu taşımada ayakta taşımanın yasaklanması gibi, birtakım çok etkili olmayacağı belli olan, ya da kısmen etikli olacağı belli olan çıkışların dışına gidemiyor. İşsizlik konusunda, özellikle işten çıkartmaların yasaklanması olayıyla beraber belli bir ölçüde durdurulmuş gibi gözüküyor; ama şunu da biliyoruz ki salgınla birlikte, bilhassa servis sektöründe kayıt dışı çalışanların büyük bir kısmının kaldığını biliyoruz. Bu da geçici bir şekilde oyalayabiliyor. Ama yoksullaşma konusunda, insanların daha da yoksullaşması konusunda, paranın değerinin düşmesi konusunda söyleyebildiği şeyler çok sınırlı ve genellikle ideolojik, ya da artık ikna ediciliği kalmamış, dış güçler vs. gibi bir şeyler söyleyebiliyor. 

Bir diğer sahici gündem olan, Kadın Cinayetleri, Cinsel Tâcizler gibi olaylarda da çok etkili bir şekildede ortaya çıktığını göremiyoruz. Özellikle son yaşanan cinsel taciz olayı, bir tarikat şeyhinin karıştığı olay mesela, Türkiye’nin çok ciddi bir şekilde gündeminde. Öyle ki iktidar yanlısı bazı gazeteler bile bununla yüzleşmek mecburiyetinde kaldılar. Ama bu konularda çok ciddi bir çıkışını göremiyoruz. Sahici konularda ikna edici bir çıkış yapamıyor. Hatta, Kadın Cinayetleri, Cinsel Tâciz gibi konularda çok kötü bir deneyim de yaşadı. İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılmayı önerdi. Ve içeriden çok ciddi bir dirençle karşılaştı. İstanbul Sözleşmesi bir anlamda Erdoğan’nın, gerçek gündemin yerine, sahici gündemin yerine, birtakım başka konuları ortaya çıkartıp, kamuoyunu bununla meşgul etme girişimlerinin bir örneğiydi. Ama bu da özellikle kendi tabanında, özellikle kadınların direnciyle karşılaşıp, çok ciddi bir şekilde geri adım attı. Anlaşılan Adalet ve Kalkınma Partisi bu konuda daha ısrar etmeyecek. 

Şimdi şu gördüğünüz fotoğraf, doğalgaz bulunmasının dile getirildiği toplantıdan, Dolmabahçe’deki açıklamadan bir fotoğraf. Uzun zamandır gündemi belirleyemeyen Erdoğan, o müjde çıkışıyla epey etkili oldu. Herkes bir şekilde kulak kesildi, içeride ve dışarıda. Ama kısa süre içerisinde, müjdenin açıklanmasından önce, yabancı haber ajansları bunun Karadeniz’de bulunduğu söylenen birtakım enerji doğal kaynakları olduğunu açıkladılar. Ve bir ölçüde işin heyecanı azaldı. Daha sonra yapılan da, ilk açıklanan rakamın gerisinde bir rakam açıkladı Erdoğan. Ve biz bir iki gün sonra bu müjdenin gündemimizden çıktığını gördük. Yani bir müddet oyalayabildi, ondan sonra çıktı. Buradaki olayın aslında bütün boyutlarıyla tartışıldığını sanmıyorum. Burada şöyle bir husus var. Müjde dediğin zaman, “Ne olabilir?” denildiğinde, insanların aklına hep birtakım yeni kaynaklar geldi. Örneğin bir rezervin bulunması, ya da Çin’den geleceği söylenen sıcak para gibi. Türkiye’nin var olan kaynaklarını daha işlevsel kılacak, birtakım sorunlarını çözecek bir açılımı kimse beklemedi. Çünkü artık kaynaklar tüketilmişti. Buna ek olarak, Türkiye’de Erdoğan iktidarının insanları heyecanlandırabilecek yegâne şeyi var olanın üstüne yeni bir şeylerin gelebilmesi, bir rezervin bulunması ya da bir yerden sıcak paranın gelmesi. Var olanın ıslah edilmesi, var olanın çözülmesi, iyileştirilmesi gibi bir olay artık söz konusu değil. 

Mesela bir aralar, hatırlanacaktır, Varlık Fonu diye bir uygulamaya geçildi. Var olan kaynakların daha iyi değerlendirilmesi iddiasıyla. Ve daha sonra baktık ki Varlık Fonu’nun pek bir hayrı olmadı, Türkiye’de toplumun hayrına açıkçası bir şeyini görmedik. Ama o mesela ilk çıkışında bir yenilik olarak, sistemin sorunlarını aşmada bir yenilik olarak, acaba olabilir mi duygusu yarattı, ama hiç de öyle bir şey olmadığı anlaşıldı. Hatta bu sistemin eskisinden daha da kötü olduğu yolundaki yorumların giderek arttığını görüyoruz. 

Özellikle bugün, Karar gazetesinin manşeti de yanılmıyorsam tam da bu konuda. Tabii Ayasofya da var. Ayasofya son kurşundu bence, son kozdu. Ve aslında yine dillendirip, yine erteler mi diye düşünmedim değil. Ama Ayasofya’nın da yeniden ibadete açmasıyla aslında Erdoğan’nın ne kadar çaresiz kalmış olduğunu gördük. Ayasofya açıldı ve Ayasofya’nın açılmasından sonra artık Ayasofya’nın konuşulmaz olduğunu gördük. O da ömrü birkaç gün olan bir gündem olarak kaldı ve kamuoyu araştırmaları da onu söylüyor. İlk açıldığında belli bir kesimde –o da dar bir kesimde– belli bir heyecan yaratıyor; ama daha sonra seçmen tercihlerinde vs. çok etkili olamıyor. Bütün bunlar bize iktidarın tükenmekte olduğunu bir kez daha gösteriyor. Tabii Erdoğan’nın da bir yorgunluğu var. Hem iktidar yorgunluğu, hem kendisinin de bir yorgunluğu. İlk başlardaki ekibiyle kıyaslandığında şimdiki ekibi çok da yeterli olmadığı için…, çok daha geniş yetkilere sahipler, çok daha etkililer; ama bu etkiden bir sonuç çıkmıyor. Eskiden şöyle bir sistem vardı: Seçilmişler Adalet ve Kalkınma Partisi’nde daha öne çıkardı; Erdoğan’a ek olarak, mesela Bülent Arınç, mesela Abdullah Gül, ya da grup başkanvekilleri, kimi bakanlar, bunların hepsinin belirli bir gücü vardı. Ve atanmış olan kişiler, diyelim ki Erdoğan’nın danışmanlarının belirli bir kıta sahanlığı vardı. 

Daha ilk günden itibaren, AKP’nin iktidara geldiği ilk andan itibaren, bu Erdoğan’ın etrafındaki danışmanlarla AKP’nin kurmayları arasında hep bir gerginlik olmuştur. Ama ağır basan yön hep kurmaylar olmuştur. Şimdi başkanlık sisteminde, yeni sistemde, seçilmişlerin hemen hemen hiçbir fonksiyonu yok. Bakanlar da zaten Erdoğan tarafından atanıyor. Seçilmiş milletvekilleri varsa milletvekillikleri sona eriyor, atanıyorlar. Ve bazı danışmanlar bakanlardan daha etkili oluyorlar. Daha büyük bir güç sahibi oluyorlar. Ama onlar da gündemi belirleme konusunda çok yetersiz kalıyorlar. Buradaki sorun bu kişilerin kapasitesinden, kabiliyetinden mi kaynaklanıyor çok emin değilim. Buradaki sorun artık Erdoğan’ın iktidarını kaybetmemek için değiştirdiği sistemin doğal sonucu. Sonuçta eğer Parlamenter Sistem’de devam ediliyor olsaydı, yine seçilmiş kişilerin bakan olduğu –ağırlıkla seçilmiş, çünkü daha önce de seçilmemiş, dışarıdan bakan atandığı olmuştu, az sayıda da olsa–, ama çoğunluğu seçilmiş kişilerden kabinenin oluştuğu, bir Başbakan’ın olduğu bir sistemde belki biraz daha farklı olabilirdi. Erdoğan bütün gücü kendi elinde topladı. İyice iktidarın alanını, kendi etrafındaki belirli ölçüde güç sahibi olanların sayısını iyice azalttı. Ve böylece etkileri artık genel kamuoyunu etkileme konusunda giderek azaldı. 

Burada gündem belirleyememek derken, sadece rakiplerini kastetmiyorum. Sadece dış dünyayı kastetmiyorum. Kendi tabanını da kastediyorum. Bu heyecan verme meselesinde, belirli bir heyecan verme, belirli bir dinamizm sağlama meselesinde kendi tabanına da ulaşmakta zorluk çektiğini düşünüyorum. Özellikle geçmişle kıyaslanacak olursa, koruma sayılarının iyice artmış olması, halk adamı olarak bilinen Erdoğan’ın iyice ulaşılamaz olması gibi hususlar da buna eklenince işi giderek zorlaşıyor. Ve bu anlamda Selahattin Demirtaş, bir röportajda, bir başkası, Kemal Kılıçdaroğlu bir Adalet Yürüyüşü’yle, Meral Akşener bir televizyon yayınıyla pekâlâ rol çalıp etkili olabiliyorlar. 

Hatta kimi durumda, iktidarın içerisinden Süleyman Soylu da bunu yapabiliyor. Kimi durumda Süleyman Soylu, Erdoğan’dan daha popüler olabiliyor. Bu artık geri dönüşü olan bir şey değil bana göre. Gündem değiştirme konusunda kutuplaştırmayı teşvik ederek, kutuplaştırmayı tırmandırarak gidebileceği çok fazla bir yer kalmadı. Yeni gündem maddeleri sokmaca –mesela Ayasofya gibi, İstanbul Sözleşmesi gibi– çok fazla etkili olmuyor. Yeni doğal kaynaklar bulmada da sınırlar var. Ve bir tanesi bulunan, çok iddialı bir şekilde bulunan, hatırlayın müjde zamanını, müjde olarak dile getirildiğinde söylenenleri hatırlayın. Ve yaşananı düşünün, hatırlayın — bir kere bunun yarattığı çok büyük bir kırılma var. Çok iddialı laflar edilip, ardından o iddiaya denk gelmeyen bir sonuç ortaya çıkıyor. Ve sonuçta yeni iddialı laflar ettiğiniz zaman da, insanları çok da fazla heyecanlandıramıyorsunuz, böyle bir gerçeklik de söz konusu. Evet, Selahattin Demirtaş’ın bir söyleşisiyle gündemi belirleyebilmesinden, Erdoğan’ın uzun bir süre gündem belirleyememe konusundaki sorununu ele aldım. Eskiden Erdoğan konuşur, rakipleri ona cevap vermeye çalışırdı. Bu denklem epey bir zamandır, arada istisnalar olmakla beraber bozulmuş durumda. Ve bunun nedeni de çok temel yapısal bir kriz. Evet, söyleyeceklerim bu kadar, iyi günler.   

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.