Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Gomaşinen (2): Tezkerenin 1 Mart 2003’te TBMM’de kabul edilmemesiyle Erdoğan ve AKP’nin direkten dönmesi

Amerikan askerlerinin Irak’ın işgali için Türkiye topraklarında konuşlandırmasını öngören tezkerenin 1 Mart 2003’teki TBMM kapalı oturumunda kabul edilmemesi, hem Recep Tayyip Erdoğan, hem AKP, hem de Türkiye için gerçek anlamda bir dönüm noktası olmuştu. AKP iktidarının ilk aylarında Erdoğan’a rağmen yaşanan bu olay, bugünlerdeki tek adam rejimini anlamayı kolaylaştırabilir.

Yayına hazırlayan: Gülden Özdemir 

Merhaba, iyi günler. “Gomaşinen”in ikinci bölümünde 17 yıl önceye gitmek istiyorum. 1 Mart 2003 tezkeresi Meclis’te o tarihte reddedildi ve Amerika Birleşik Devletleri askerlerinin Türkiye’de özellikle güneydoğu bölgesine konuşlanıp, oradan Irak’ı işgal etmesine Meclis izin vermedi. Bu, Türkiye’nin yakın tarihinin çok önemli olaylarından birisiydi. Aynı zamanda da Adalet ve Kalkınma Partisi’nin geleceğini, dolayısıyla Türkiye’nin de geleceğini çok ciddi bir şekilde belirledi. Kelimenin gerçek anlamıyla bir dönüm noktasıydı. Biraz hafıza tazeleyelim. 2002’nin 3 Kasım’ında yapılan seçimde, Türkiye’de Adalet ve Kalkınma Partisi tek başına iktidara geldi. Ama partinin başında olan Recep Tayyip Erdoğan siyasî yasaklı olduğu için milletvekili seçilemedi. Dolayısıyla AKP hükümetinin Başbakanı Abdullah Gül oldu. Ama Tayyip Erdoğan, parti başkanı olarak esas “gölge başbakan” gibi hareket edebiliyordu ve o tarihlerde belli bir süre, 2003 Mart ayına kadar ikili bir iktidar söz konusuydu. Amerika Birleşik Devletleri, oğul Bush yönetiminde 2001’deki 11 Eylül saldırısının şokuyla önce Afganistan’ı işgal etti –El Kaide’ye karşı–, ardından Saddam Hüseyin yönetimindeki Irak’ı da bir şekilde El Kaide’yle irtibatlı gösterip –ki bunun yalan olduğu ortaya çıktı– işgal etmeye karar verdi ve bunun için de en kolay yolunun Türkiye’yi kullanmak olduğunu düşündü. Buna göre de Türkiye’yle bir anlaşma yapılarak, en fazla 62 bin askerî personel 6 ay süreyle, en fazla 255 uçak ve 65 helikopter Türkiye’ye, daha çok da güneydoğu bölgesine konuşlandırılmak istendi. Irak operasyonu buradan yapılacaktı. Ama bunun için, Türkiye Cumhuriyeti’nde Anayasa’ya göre Meclis’in onay vermesi gerekiyordu ve bu mâlûm tezkere de bu onay için hazırlandı. İlginç bir süreçti. Bir taraftan Erdoğan çok yoğun bir şekilde tezkerenin kabulü için çalıştı. Çünkü tezkere büyük ölçüde zaten Erdoğan’ın ve danışmanlarının Washington’da yaptığı birebir görüşmelerle şekillendi. Başından itibaren de Abdullah Gül hükümetinin ve önde gelen bazı bakanların, bu durumdan rahatsız olduğu söylendi. Buna paralel olarak Türkiye çapında “Savaşa Hayır” kampanyası başladı ve bu kampanyaya sadece sol gruplar değil; aynı zamanda bazı İslâmî gruplar da dâhil oldu. Ortak mitingler vs. düzenlendi. Zor bir süreçti, herkes için zor bir süreçti. Ama en çok da Adalet ve Kalkınma Partisi için zor bir süreçti. İktidara geleli daha yeni olmuştu. 3-4 ay olmuştu ve önlerinde böyle büyük bir dosyayla karşılaştılar. Bu, Erdoğan tarafından büyük bir fırsat olarak görüldü. Nasıl bir fırsat? Çünkü böylece Erdoğan ve partisi hakkındaki Batı karşıtı olduğu imajı ortadan kalkacaktı. Amerika Birleşik Devletleri’yle böyle bir askerî işbirliğiyle… Aynı zamanda bu operasyonla tezkere bağlamında Türk ordusu Kuzey Irak’a girecekti. Orada uzun bir süre kalabilecekti ve bu da terörle mücadele adına önemli bir kazanım olacaktı Erdoğan için. Bir taşla birçok kuş vurmayı düşünüyordu ve bir de tabii işin ekonomik boyutu vardı. Amerikan askerlerinin konuşlanması karşısında, çok yüksek miktarda bir paranın ABD’den Türkiye’ye verilmesi, yani bir tür karşılık olarak para verilmesi söz konusuydu. Erdoğan buna tam anlamıyla angaje oldu. Erdoğan’ın o dönemdeki bazı danışmanları, o tarihte danışman olan Egemen Bağış ya da Cüneyt Zapsu, Ömer Çelik gibi isimler, bu konuda yoğun bir çaba yürüttüler. Fakat Cumhuriyet Halk Partisi, anamuhalefet partisi olarak güçlü bir direnç gösterdi tezkereye. AKP içerisinde de çok ciddi sorunlar vardı, çatlaklar vardı. Fire olması yüksek ihtimalle söz konusuydu. AKP daha yolun başında pekâlâ bölünebilirdi. Bu nedenle Erdoğan AKP milletvekillerini sürekli olarak yakın markaja almaya çalıştı. Gruplar halinde görüşüldü. Meclis’in grup toplantıları birkaç kere yapıldı ve bunlar basına kapalı olarak yapıldı. Tezkere oylamaları sürekli ertelendi ve sonunda 1 Mart günü, en sonunda nihâî oylama yapıldı. Burada sonuç: 264 evet; 250 hayır; 19 çekimser. Şimdi bunun öyküsünü birazcık anlatmak istiyorum. 

O gün Meclis’teydim. Daha önce de Meclis’teydim. Her oylamanın yapılacağı ilan edilen günde, İstanbul’dan atlayıp Ankara’ya gidiyordum. Vatan gazetesinde yazıyordum ve NTV’ye de yorum yapıyordum, siyasî danışman statüsünde. Dolayısıyla Vatan gazetesinin ya da NTV’nin imkânlarıyla hemen sabah erkenden ilk uçakla Ankara’ya gidip, oradan araçla havaalanından doğrudan Meclis’e gidip, orada Meclis kulisinde CHP ve AKP milletvekilleriyle konuşup olayın nabzını tutmaya çalışıyorduk ve her gün ertelene ertelene bıkkınlık gelmişti. 1 Mart günü yine Meclis’e gittiğimde çok ilginç olaylar yaşadım peş peşe. Bu arada şunu söylemek lâzım: Erdoğan’ın tam anlamıyla olaya angaje olması ve bu konuda her türlü çabayı göstermesi nedeniyle, tezkerenin geçmesine kesin gözüyle bakılıyordu. Biz de öyle düşünüyorduk. Ama firenin ne kadar olacağını ve kimler olacağını tartışıyorduk. Sabah Meclis’e gittim. Basın girişinden tam Meclis’e girerken bir kişiyle karşılaştım. Kendisi benimle konuştu. Kendini tanıttı; ama tanıyordum: Turhan Çömez, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin milletvekili. Milletvekili olmadan önce, Tayyip Erdoğan’ın Özel Kalem Müdürü’ydü. Yani Erdoğan’a yakın olduğunu bildiğim, ama o zamana kadar hiç şahsen tanışmadığım birisiydi. Bana şunu söyledi: “Sizin savaşa, tezkereye karşı olduğunuzu biliyorum ve ben de bugün tezkerenin aleyhine oy vereceğim.” Hatta şunu söylediğini de çok iyi hatırlıyorum: “Sabah evde oturduk ve bedeli her ne olursa olsun, bu tezkereye hayır demek gerektiğine ailecek karar verdik ve ben bugün hayır vereceğim ve başka arkadaşlarımın da hayır vermesi için elimden geleni yapacağım.” Çok şaşırdım. Kendisi dile getirdi bunları; yani ben kendisine bir şey sormuş değildim. Kendini tanıttı ve ayaküstü bunu konuştuk. Sonra ben Meclis’te çantamı bıraktım ve hemen ilk fırsatta AKP kulisine gittim. AKP kulisinde, AKP’nin kuruluşunun önde gelen isimlerinden olan, Refah Partisi ve Fazilet Partisi’nde de çok etkili olan İstanbul Milletvekili Azmi Ateş’le karşılaştım. Azmi Ateş çok ilginç bir siyasetçidir. Uzun zamandır milletvekili değil. Kendisi, Yolsuzlukları Araştırma Komisyonu Başkanlığı yaptı en son ve ondan sonra da bir daha aday gösterilmedi Erdoğan tarafından. Azmi Ateş tanıdığım ve sevdiğim birisiydi. Meclis’te gördüğümde yanına gittim. “Ne diyeceksiniz?” dedim. Ben karşısında oturuyorum bir masada. Yanında onun milletvekili arkadaşları var. Bana aynen şöyle dedi, tabii ki bazı kelimeleri yanlış hatırlıyor olabilirim: “Ruşen Bey, biliyorsunuz benim Tayyip Bey’le dostluğumu. Ama bugün ben burada oturuyorum. Siz nasıl karşımda oturuyorsanız, o karşımda oturuyor. Bizim bu tezkereye evet dememiz mümkün değil. Evet demeyeceğiz” dedi ve yanındaki hiç kimse de kendisine itiraz etmedi. Ondan sonra başka kişilerle de konuştum. Daha önce de konuşuyordum, ama tam tezkere günü, AKP’nin Güneydoğulu Kürt milletvekilleri çok tereddütlüydü. Tereddütlerini gizlemiyorlardı ve birçok isimle konuştuktan sonra, NTV canlı yayınına geçtim. Çağırdılar, zaten belliydi. Basın ofisinin olduğu yerde canlı yayına bağlandım. İstanbul stüdyosunda Nuray Mert vardı o gün. Nuray Mert, tezkereye karşı birisi, ama tezkerenin geçeceğine emin birisi –birçoklarımız gibi– ve dolayısıyla o yayında, tezkerenin geçeceğini, ama bunun nasıl kötü bir şey olduğunu anlattı. Bana bağlandılar. Ben de dedim ki: “Nuray’ın söylediklerini duydum. Evet, genel eğilim tezkerenin geçeceği yolunda, ama ben bugün gördüğüm kadarıyla tezkerenin pekâlâ geçemeyebileceğini düşünüyorum. Tezkere geçemezse hiç sürpriz olmasın.”

Ondan sonra bunun, tahminimden çok daha fazla etkili olduğunu gördüm. Zira o tarihlerde NTV, bugünün aksine çok güvenilir bir kanaldı ve birçok insan, sevsin sevmesin, haberleri, yorumları NTV’den alırdı. O tarihî olayın olacağı o gün de sabah, birçok insan NTV izlemiş belli ki ve Nuray’ın da, benim ve başkalarının da yorumlarını izlemiş. Sonra ne oldu? Ben bu yayını yaptıktan sonra, Meclis koridorunda karşılaştığım gazeteci ve milletvekillerinin birçoğu tarafından –nasıl söyleyeyim?– tâciz lâfı biraz aşırı olabilir, ama birçoğu benimle dalga geçtiler. Özellikle meslektaşlarım dalga geçti. Kesin geçeceğini söylediler. Yanlış yaptığımı söylediler. İstanbul Milletvekili –ki o da Tayyip Erdoğan’a çok yakın isimlerden birisiydi, danışmanıydı: Hüseyin Besli– ki onu da çok eskiden beri tanırım, bana şunu söyledi: “Desene, bütün kariyerini çizdin. Nereden uyduruyorsun bunları?” Sonra ben bunu, tezkere geçmedikten sonra bunları yazdım ve Hüseyin de bayağı –nasıl söyleyeyim?– rahatsız oldu. Rahatsız oldu dediğim, o da beklemiyordu. O da emindi tezkerenin geçeceğinden. Birçok insan… Can Dündar’ı hatırlıyorum; Can Dündar Ankara’da oturuyordu o tarihlerde. Hangi gazetedeydi, şu anda çok emin değilim. Ama şöyle dedi: “Seni izledik. Tezkerenin geçmeme ihtimâli var diyerek geldik buraya, Meclis’e”. Eşiyle beraber gelmişti. “Buraya geldik, ama herkes geçeceğini söylüyor. Sen bizi kandırdın” diye şakalaştı benimle ve bu arada biz, tezkerenin ne olacağını bekliyoruz. Meclis kapalı oturum yaptı. Kapalı oturum, benim ilk defa canlı olarak tanık olduğum bir şey. Ne oluyor? Meclis’e giriş kapanıyor tamamen. Hiç kimse giremiyor. Biz gazetecilerin olduğu bölüm yalıtıldı. Biz, gazetecilerin olduğu bölümde, ofislerde, orada bir şekilde bekliyoruz. Oylamayı bekliyoruz. Tartışmalar oluyor. Tabii bunların hepsi de kapalı oturumda, ondan sonra da oylama olacak.

Ben her Meclis’e gittiğimde o tarihte görevdeyken, Reuters muhabiri yakın dostum Hıdır Göktaş da beraber, onun odasında izliyorduk. Hep de öyle yapardım zaten. Meclis’e hep gittiğimde Hıdır’ın yanına… Çok eski arkadaşımdır, birlikte kitaplar yazdık ve Parlamento Muhabirleri Derneği başkanlığı da yapmıştır. Uzun zamandır emekli. Hıdır’ın yanına gittim ve orada bekliyoruz sonucu. Hıdır çok iyi bir gazetecidir. Hemen bağlantılarını kurmuş. O zamanlar WhatsApp yok, ama SMS’ler var. İki ayrı CHP milletvekili ile SMS bağlantısı hâlinde, sürekli içeriden haber alıyor ve o haberlerden, haber değeri taşıyanları hemen Reuters’ten haberleştiriyor. Böyle beklerken, Türkiye’ye tezkerenin geçtiği haberini –burayı özellikle vurguluyorum– tezkerenin geçtiği haberini ilk olarak Hıdır verdi. Çünkü o temasta olduğu CHP milletvekilleri kendisine, oylamanın sonucunu hemen ilettiler: 264’e 250. Hıdır verdi bunu ve oradan hareketle birçok yer de verdi. Ama sonra –yine ben bunları canlı olarak izliyorum Hıdır’ın yanında–, bir başka CHP milletvekili dedi ki Hıdır’a SMS ile: “Geçti gözüküyor, ama salt çoğunluk olmayabilir.” Daha önce örnekleri varmış. Hıdır onları biliyordu zaten, salt çoğunluğu. Parlamento muhabiri olarak bunları bilen birisiydi. Normalde salt çoğunluk: 267. Siz burada 264’ü buluyorsunuz. Ancak 19 çekimser oy nedeniyle bunun geçmediği bilgisi, geçmemiş olabileceği bilgisini ilettiler Hıdır’a. Hıdır da bunu kendisi hızlı bir şekilde kontrol edip, ilk haberi yine, tezkerenin geçmediği haberini yine Reuters’ten Hıdır geçti ve ben de buna tanıklık ettim. Bir kere daha onun iyi gazeteciliğine tanıklık ettim.

Bu arada ilginç bir şey oldu. İlginç çok şey oldu, ama en ilginçlerinden birisi: Mehmet Ağar o sırada Doğru Yol Partisi milletvekiliydi. Bağımsız seçilmişti, Doğru Yol’un başına geçti. Oylamanın sonucu açıklanır açıklanmaz, “264’e 250 yani tezkere geçti” açıklaması yapılır yapılmaz, Mehmet Ağar gazetecilerin olduğu yere geldi. İlk gelen siyasetçilerden birisiydi ve gazeteciler de tabii siyasetçiye susamış, kapalı oturum nedeniyle. Mehmet Ağar orada hemen tezkerenin geçmesi üzerine yorumlar yaptı. Yanında da hiç unutmuyorum, Mehmet Ali Bayar vardı. Eski diplomat ve onun danışmanı olarak. Ben gittim, Mehmet Ali Bayar’a dedim ki: “Siz böyle diyorsunuz, ama galiba tezkere geçmemiş. Salt çoğunluk yokmuş” dedim. O da Mehmet Ağar’ın kulağına bunu söyleyince, Mehmet Ağar da tekrar Meclis’e geri döndü ve o da öğrendi ki bu salt çoğunluk olmadığı için tezkere geçmemiş. Ardından tabii her şey netleştikten sonra tekrar yayın oldu ve ben orada, NTV yayınında, ikinci kez yapılan yayında iki açıdan mutlu olduğumu söyledim. İlkin, vatandaş olarak savaşa karşı birisi olarak ve tezkere süreci boyunca bu konuda görüşlerini belirtmiş birisi olarak kazandığımı, kazandığımızı söyledim. Tabii ikinci olarak da gazeteci olarak riskli bir şeydi yaptığım yorum, ama isabetli çıktı. O da benim gazetecilikteki en çarpıcı, herkesin gözü önünde yaşanan bir başarım olarak kayda geçti. Tabii o arada bazı meslektaşlarım, şimdi isim vermeyeyim, hiç unutmuyorum bana kalkıp şöyle dediler: “Sen şimdi böyle seviniyorsun, ama yarın maaşını alamazsan ne olacak?” dediler. Ben de onlara, onlardan birisine: “Merak etme, benim birikmiş param var. Bir şey olmaz. Sen dert etme” dedim. Hiç unutmuyorum bunu söylediğimi. 

Şimdi biraz geriye gidelim. Barış yanlısı olmak, savaş karşıtı olmak… NTV’de o dönemde, bütün tezkere süreci boyunca “Basın Odası” diye bir program vardı. Oğuz Haksever yönetiyordu yanılmıyorsam ve orada bir grup gazeteci sürekli olarak tezkere tartıştık. Hasan Cemal vardı, Nazlı Ilıcak vardı, Fehmi Koru vardı, ben vardım. Başka isimler de oluyordu, ama genellikle 4 gazeteci oluyordu ve ben hemen hemen hepsine katıldım. Bütün bu tartışmalar boyunca, tezkereye karşı olduğumu söyledim ve o dönemde, o tartışmada, NTV’deki tartışmalarda ve genel olarak medyada, meslekte kendime daha yakın hissettiğim kişilerle ayrı düştüm. Bunların başında Hasan Cemal gelir. Aslında farklı olduğumuz kişilerle de yan yana durduk. O da mesela Fehmi Koru’ydu. İlginçti. Kimin hangi safta olduğunun belli olmadığı bir dönemdi. Bunu çok iyi biliyorum; çünkü Fransız Le Monde Diplomatique dergisi – ki çok itibarlı bir strateji yayın organıdır. O dönem Genel Yayın Yönetmeni olan, Ortadoğu uzmanı Alain Gresh –ki o da solcu bir gazetecidir– onunla bir röportaj yapmıştım. O da bana, bu Irak işgaliyle beraber, ilk defa kimin neyi düşündüğünü kestiremediğimiz bir dönem olduğunu söylemişti. Ondan önceki dönemde, insanların sağ-sol vs. kimlikleriyle, hangi olayda, ne tepki verebilecekleri üç aşağı beş yukarı belli oluyordu. Ama bu Irak İşgali, Körfez Savaşı gerçekten her şeyin birbirine girdiği bir dönemdi. Çok riskliydi. Orada barışı savunmak, tezkereye karşı çıkmak çok riskliydi. Her açıdan çok riskliydi ve de tezkereyi savunanlar inanılmaz derecede bir dezenformasyon faaliyeti yürütüyorlardı. Her anlamda… Bunun getirecekleri konusunda, tezkereye karşı çıkanların Saddam’ı destekledikleri vs. gibi konularda… Birçok şeyde böyle zor bir süreçti. Ama NTV’deki o yayınlar, bayağı kıran kırana geçen yayınlar çok etkili oluyordu. Çok büyük izleyici çekiyordu ve daha sonra hatta Çağdaş Gazeteciler Derneği oradan hareketle bir grup gazeteciye, içlerinde benim de olduğum bir grup gazeteciye ödül verdi. O yılın ödülünü verdiler, barış yanlısı gazeteciler olarak ve ödülü, başbakanlığı bırakmış olan Abdullah Gül verdi diye hatırlıyorum. Abdullah Gül verdi; ama o zamanki titri artık başbakan değildi. Çünkü Erdoğan’a başbakanlığı devretmişti. Abdullah Gül ödülleri dağıtmıştı; ÇGD ödüllerini. Bir zamanlar Türkiye’de böyle şeyler olabiliyordu.

Peki burada, bu olay nasıl etkiledi AKP’yi? Çok büyük bir şok oldu. Uzun bir süre burada kimin ne pozisyon aldığı çok konuşulmadı. Ama biliyorduk ki birtakım bakanlar; mesela Bülent Arınç, Hüseyin Çelik, Mehmet Aydın, Beşir Atalay gibi isimler, zaten Azmi Ateş’i söyledim, Zeki Ergezen, Ertuğrul Yalçınbayır gibi ağır toplar, açıkça tezkere aleyhine çalıştılar. Abdullah Gül başbakandı. Onun da böyle olduğu söylendi, ama bu kanıtlanmamış bir şeydir. Yıllar sonra Abdullah Gül’e yakın olduğunu bildiğim bazı milletvekilleri, onun da gizliden gizliye tezkere aleyhine çalıştığını söylediler, ama çok emin değilim. Ancak şunu biliyorum: Abdullah Gül tezkerenin geçmemesinden, Tayyip Erdoğan kadar rahatsız olmadı. Erdoğan’ın burada hesabı, iktidara geldikten kısa bir süre sonra buradan çok büyük bir başarıyla çıkmaktı, yani tezkerenin onayıyla önünün alabildiğine açılacağını düşünüyordu ve tezkere geçmeyince de önünün çok kapanacağı duygusuna kapıldı – ki böyle olmadı. Normalde eğer 1 Mart 2003 tezkeresi geçmiş olsaydı, büyük bir ihtimalle AKP dağılırdı. Aslında Erdoğan’a rağmen tezkereyi geçirmeyen, retçi ve çekimser oy kullanan AKP milletvekilleri, bence AKP’nin dağılmasını engellediler. Hatta bunu, olaydan birkaç ay sonra bir söyleşide, sohbette Abdullah Gül’e de bizzat söylediğimi ve onun da bana hak verdiğini biliyorum. Gerçekten çok kritik bir oylamaydı ve bu kritik oylamada ilginç bir şey oldu; çoğunluk “evet” dedi; ama tezkereye “hayır” çıktı ve ilk başta Amerika Birleşik Devletleri’yle çok ciddi sorunlar yaşandı. Ama Türkiye böylece çok kritik bir aşamayı atlatmış oldu. O askerlerle –yani sayıları 62 bin deniyor; 255 uçak, 65 helikopter– Irak’ın Türkiye üzerinden işgali, bütün bunların Türkiye’de yaratabileceği istikrarsızlık, büyük travmalar, bunların hepsinin bir şekilde önüne geçilmiş oldu. Bazılarının iddia ettiği gibi –ki buna Erdoğan da dâhil– ekonomik anlamda çok büyük sıkıntılar da olmadı ve Türkiye önünü pekâlâ görebildi. Dolayısıyla bu tezkere meselesi aslında AKP’yi kurtaran bir olay oldu. Bunun birinci derece tanığı olarak, burada aslında medyanın nasıl kullanılabildiğini, böyle önemli konularda medyanın nasıl manipülatif gücü olduğunu gördüm. Çok güçlü gazeteciler, çok güçlü gazeteler, normalde AKP’ye karşı olan o dönemin ana akım medyası, ABD işbirlikçiliği konusunda Erdoğan’la hep birlikte hareket ettiler ve hep birlikte kaybettiler. O süreç içerisinde yapılan yayınlar, o süreç içerisinde üretilen dezenformasyonlar, çarpıtmaların hepsi aslında arşivlerde mevcut. Mesela bir tanesini hatırlıyorum: Eski bir CIA direktörüyle Sabah gazetesinde yapılmış bir röportaj. Çift sayfa yayınlanmış, göbeğe konulmuş bir röportaj ve eski CIA direktörü Türk gazeteciye, Sabah gazetesinin muhabirine, bir kadın gazeteciye… Başlık şu oluyor: “Irak’ı Atatürk Türkiye’si gibi yapmak istiyoruz” ya da buna benzer bir şey. Yani Atatürk Türkiye’si, laikliğin olduğu bir başlıkla pazarlandı bu ABD işgali ve Türkiye’nin de buna dâhil olması. Çok sayıda güvendiğim, sevdiğim gazetecinin bu dönemde nasıl pozisyonlar alabildiklerini, nasıl saldırgan olabildiklerini, tahammülsüz olabildiklerini de çok iyi gördüm. Ama burada sayıca az görünen, sesi az çıkan insanların kazanmış olmasını görmek de ayrı bir mutluluk oldu. 

Son olarak, bu NTV’de bahsettiğim yayınlardan birisinden kısa bir anekdotu aktarmak istiyorum. Şimdi detayları tam aklımda değil; ama Nazlı Ilıcak’la olan bir oturumda, tartışmada, “Basın Odası”nda –ki o da tabii ki tezkere yanlısıydı– bana bir yerde: “Böyle konuşuyorsunuz, insanlar sizi komünist sanır” dedi. Ben de: “Ne var yani? Ben komünistim” dedim. O da şaşırmıştı. Evet, yani kendimi bildim bileli komünistim. Tabii bu saatten sonra komünist nedir, ne değildir vs. bütün bunlar ayrı bir tartışma konusu, ama komünistlik bana göre bir hakaret ya da utanılacak bir şey değildi. Ama hâlâ anti-komünizm, en kritik anlarda bazı kişilerin çok kolay başvurabileceği bir şeydi. Ama pekâlâ artık Türkiye’de de birisi, “Ne var yani bunda? Ben komünistim” diyebiliyordu ve bunu da NTV gibi bir ana akım medyada yapabiliyorduk. 

Evet, 1 Mart tezkeresi… Böyle bir olayda atladığım çok husus olmuş olabilir. Ama Erdoğan’ın ilk büyük yenilgisidir. Aynı zamanda da Erdoğan’ın siyasî kariyerini garanti altına almış olan çok ilginç bir oylamadır. Eğer o oylamanın sonucunda “evet” çıkmış olsaydı, Erdoğan’ın ve AKP’nin Türkiye’yi bu kadar uzun süre yönetebileceğini hiçbir şekilde düşünmüyorum. 

Söyleyeceklerim bu kadar. İyi günler…

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.