Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Gomaşinen (5): Gaffar Okkan suikasti ve Hizbullah’ın dönüşüm öyküsü

Ruşen Çakır’ın gazetecilik anılarını anlattığı Gomaşinen’in beşinci bölümünün odağında Diyarbakır’ın efsanevi emniyet müdürü Gaffar Okkan var. Okkan ve korumaları 24 Ocak 2001’de Diyarbakır’da Hizbullah tarafından şehit edilmişti. Çakır suikastten kısa süre önce görüştüğü Okkan’ı, onun Hizbullah ile mücadelesini, buradan hareketle de cumhuriyet tarihinin en esrarengiz örgütü Hizbullah’ı ve onun dönüşümünü anlatıyor.

Bu yayında sözü edilen Cumhuriyet Gazetesi’ndeki yazı dizisi: Hizbullah: Bitmeyen Tehlike

Velioğlu’nun yerini alan Edip Gümüş ile söyleşi: “Çözüm sürecini destekliyoruz, ancak bazı eleştiri ve endişelerimiz var”

Yayına hazırlayan: Gülden Özdemir

Merhaba, iyi günler. “Gomaşinen”in 5. bölümünde Diyarbakır’ın efsanevî emniyet müdürü Gaffar Okkan’ın öyküsünü anlatmak istiyorum. Gaffar Okkan’dan hareketle de onu 2001 Ocak ayında katleden –tam 23 Ocak tam günü– Hizbullah örgütü hakkında bildiklerimi, gördüklerimi ve yaşadıklarımı anlatmak istiyorum. Ama öncelikle bir özür borcum var. O da şudur: Geçen yayını biliyorsunuz, aynı zamanda videoya da kaydettik Medyascope stüdyolarında. Fakat bu haftadan itibaren, stüdyoyu bir süreliğine kapatma kararı aldık. Dolayısıyla bunu sadece bir ses kaydı olarak yapıyorum ve arkadaşlarımın profesyonel desteği olmadan yapıyorum. Dolayısıyla yaşanacak birtakım teknik sorunlardan, şikâyetlerden dolayı şimdiden özür dilemek istiyorum. 

Gaffar Okkan ile tanışmam, öldürülmesinden çok kısa bir süre önce oldu. Çünkü, hatırlanacaktır 17 Ocak 2000’de İstanbul Beykoz’da, Hizbullah lideri Hüseyin Velioğlu bir villada öldürülmüştü, Emniyet tarafından, polis tarafından. Örgütün iki üst düzey yöneticisi Edip Gümüş ve Cemal Tutar da sağ yakalanmıştı. Edip Gümüş yıllar sonra, cezaevinden çıktıktan sonra örgütün başına geçti ve halen örgütün lideri. Hizbullah’ın yeni lideri ve muhtemelen yurtdışında yaşıyor. Bunun yıldönümünde, yani 17 Ocak 2000’in yıldönümünde, bir Hizbullah çalışması yapmaya karar verdim. Aslında bu bir kitap projesiydi. Zira o tarihte ben, herhangi bir gazetede ya da televizyonda çalışmıyordum. Metis Yayınları’nda “Siyahbeyaz” adını verdiğimiz gazeteci kitapları dizisinin editörlüğünü yapıyordum. Aynı zamanda kendim de kitap yazıyordum. Öncesinde “Türkiye’de İslâmî Hareket” diye bir diziye başladım ve öncelikle başörtülü kadınlarla ilgili Direniş ve İtaat diye bir kitap yazmıştım. Daha sonra da Hizbullah’ı planladım. Hizbullah’ı da Hüseyin Velioğlu’nun ölümünün yıldönümüne ya da yakın bir zamanına yapmayı düşündüm. Ama Hizbullah çok esrarengiz bir örgüttü. Hiçbir yazılı kaynağı olmayan bir örgüttü. Sadece “Şehitler Kervanı” adı verilen bir kasetleri vardı. Burada birtakım marşları vardı Hizbullah’ın. Onun dışında yazılı bir kaynak yoktu. Hizbullah hakkındaki bilgiler çok dolaylıydı ya da arada sırada çıkan birtakım istihbarat raporları ya da diğer İslâmî grupların yaptıkları birtakım haberler, söyledikleri. Bir de tabii 1990 başından itibaren Hizbullah’la çatışmaya giren PKK’ya yakın çevrelerin ürettikleri birtakım haberler – ki hangisi doğru hangisi yanlış, kestirmek çok mümkün değildi. Bu arada Diyarbakır’da bir Hizbullah davası başlamıştı ve şaşırtıcı derecede güçlü bir iddianame hazırlanmıştı. Savcı Yılmaz Aktaş’ın hazırladığı bu iddianameden yararlandım. Kendisiyle de görüşmek istedim. Bunun için Diyarbakır’a gitmeyi düşündüm. Bu arada tabii bir başka câzip olay da, örgütte belli bir düzeye gelmiş olan Abdülaziz Tunç isimli bir şahıs, yakalandıktan sonra itirafçı oldu ve bu şahıs bazı televizyon kanallarına çıktı. Hizbullah’ı anlattı. İlginç birisiydi ve bu kişi Diyarbakır Emniyeti ile beraber çalışıyordu, o anlaşılıyordu; dolayısıyla onu da görmek istedim. Tabii bu arada da Abdülaziz Tunç’a ulaşmada kilit isim Diyarbakır’ın Emniyet Müdürü Gaffar Okkan’dı.

Gaffar Okkan, Hizbullah operasyonunu bölgede, Güneydoğu’da en etkili bir şekilde yapan polis şeflerinden birisiydi ve kendi iddiasına göre İstanbul’daki operasyon, yani Hüseyin Velioğlu’nun da ölümüne neden olan operasyon onun topladığı istihbaratlar sayesinde mümkün olmuştu. Hatta kendisi operasyon sırasında Diyarbakır’dan kalkıp İstanbul’a da gelmişti. Gaffar Okkan’ın Diyarbakır’dan sonra İstanbul Emniyet Müdürü olmak istediği yolunda çok spekülasyon vardı. Kendisi medyaya çok açık birisiydi. Ama daha önemlisi; bölgede halkla, gençlerle çok içli dışlı olan bir emniyet müdürüydü. Diyarbakırspor’la çok yakından ilgileniyordu. Sokağa çıkıyordu, insanlarla konuşuyordu ve değişik bir polis şefi profili çiziyordu. Sanılanın aksine o tarihte –hangi partiydi şu anda bilmiyorum–, HDP’nin o zamanki hâli, o partinin yöneticileriyle ve belediye başkanları ve diğer kişilerle arası çok iyi değildi. Onlarla çok mesafeliydi. Onlardan hoşlanmadığını hiçbir zaman gizlemiyordu. Ama onları atlayarak, halkla bir ilişki kurmayı becerebilmişti. Onun bu özelliği nedeniyle de Kürt hareketinin temsilcileri, Gaffar Okkan’la çok sert bir mücadeleye girmemeyi tercih ediyorlardı. Bir diğer yönü de tabii kendisinin Hizbullah konusunda çok etkili bir şekilde mücadele ediyor olmasıydı. Gaffar Okkan’a ulaşmak çok zor olmadı. Dediğim gibi, gazetecilere zaten açık birisiydi. Kolaylıkla ulaştım. Bir diğer yönü de bir şekilde kullandım, ne kadar etkili oldu bilmiyorum; Gaffar Okkan o tarihin İçişleri Bakanı olan Sadettin Tantan gibi o da aslen Karadenizli, Doğu Karadenizli ve hatta Laz olan, ama Adapazarı’na yerleşmiş birisiydi. Benim gibi… Ben Sakarya’ya yerleşenlerden değilim. Ben hep doğma, büyüme… Büyüme demeyeyim de… Hopa doğumluyum. Daha sonra İstanbul’a gelmişiz. Onlar Hopa’dan yıllar önce Batı Karadeniz’e göç etmiş bir ailenin çocuğu. Bir şekilde Lazlığı da kullandım. Ne derece etkili oldu, çok emin değilim; ama o olmasaydı da görüşebilirdik. Hiç sorun olmazdı. Gaffar Okkan’ın makamına gittiğimde, yanında arkadaşları diye tahmin ettiğim birtakım siviller vardı. Bayağı bir muhabbet ettik, sohbet ettik. Kendinden çok emindi Hizbullah konusunda. Hizbullah’ı bitirdiğini, bitirmekte olduğunu söylüyordu. Son kalan Hizbullah’ın tetikçilerinin hepsinin isimlerini tek tek bildiğini, onları her an yakalayabileceğini söylüyordu. Hatta argo bir şeyler söyledi, şimdi onu aktarmak istemiyorum; ama ayağa kalkarak –böyle çok ihtişamlı, karizmatik birisiydi zaten–, onları her anlamıyla kontrol ettiğini argo ifadelerle söyledi. Çok dobra, doğrudan konuya giren birisiydi. Çok karizmatikti. Hatta o tarihte Gaffar Okkan, Fatih Terim’in tam yıldızının en parladığı imparatorluk zamanında ona çok benzetiliyordu. Bana göre, yani fizikî olarak ve kılık kıyafet vs. anlamında bakıldığı zaman, Gaffar Okkan Fatih Terim’den daha karizmatik, bir sinema oyuncusu gibi birisiydi. Daha genç, çok dinamik birisiydi. Oradaki sohbetimizde, ben kendisine daha Türkiye’de çok bilinmeyen –ki bu olay 2001’in başında oluyor, 2001 Eylül’ünde mâlûm, 11 Eylül’de büyük saldırı yaşandı Amerika Birleşik Devletleri’nde–, ben ona El-Kaide’yi anlatmaya çalıştım. Hizbullah’la El-Kaide arasında ilişki olur mu olmaz mı bunları konuşmaya çalıştım. Çok fazla ilgilenir görünmedi. Daha sonra kendisinden Abdülaziz Tunç ile görüşmek için yardımını istedim. Bana: “Biraz dolaş gel, bakarız. İşlerim var” dedi. Ben çıktım. Diyarbakır’da diğer işlerimi yaptıktan sonra, birkaç saat sonra tekrar geldim. Özel kaleminde oturduk ve özel kalemde beklemeye başladım. Meşgul olduğunu söyledi özel kalem müdürü ve biz de o arada mecburen beklerken, özel kalem müdürüyle uzun uzun sohbet ettik. Orada Mehmet Kamalı, muhtemelen o idi; öldürülenlerden birisi. Hizbullah’ın o suikastında hayatını kaybedenlerden, şehit olan polislerden birisi… Bayağı uzun bir sohbet ettik ve sohbet de Hizbullah’la başlayıp El Kaide’ye kadar yine benim ısrarımla geldi. O kişi de, yani Gaffar Okkan’ın özel kalemi ya da yardımcısı, o kişi de bu konulara çok hâkim birisiydi. Bayağı verimli bir tartışma ve sohbet oldu. Daha sonra Gaffar Okkan aldı beni makamına ve şunu sordu, onu hiç unutmayacağım: “Sohbet ettiniz mi?” dedi. “Evet” dedim. “El Kaide anlattın mı?” dedi bana, o arkadaşı için ya da arkadaşı değil de altındaki özel kalem müdürüne. Belli ki onun, kendi özel kalem müdürünün bendeki birtakım El Kaide bilgilerini edinmesini istemiş. Ben onun ilgilenmediğini sanmıştım, ama tam tersine ilgilenmiş. Yine biraz daha sohbet ettikten sonra, Abdülaziz Tunç’la beni buluşturdu. Orada bir odada biz baş başa, üçüncü bir kişi olmadan uzun uzun sohbet ettik. 

İtirafçılar genellikle şöyle bir tutum izliyorlar medyayla ilişkileri konusunda; kendilerinden istenen bir şey var –örgüt PKK olabilir, Hizbullah olabilir, Fethullahçılar olabilir, her türlü örgüt olabilir–; itirafçı zaten tamamen bağını koparmış ve kendini kanıtlamak durumunda olan birisi. Onlara basit sorular sorulur. O kişiler de açarlar ağızlarını, yumarlar gözlerini ve büyük ölçüde de abartırlar. Ama ne kadar abartırlarsa o kadar fazla ilgi görürler. Böyle bir durum söz konusu. Benim Abdülaziz Tunç’u izlediğim televizyon yayınlarında, kendisiyle görüşmeden önce, Hizbullah hakkında söyledikleri biraz onu andırıyordu. Bizim de sohbetimiz ilk başta böyle gelişti. O yine çok üst perdeden Hizbullah’ı anlatırken; daha sonra benim sakin bir şekilde, Hizbullah hakkında da biraz bilgim olduğu için ben ona çok detay sorular sormaya başlayınca, söyleşinin rengi değişti. Daha sakin bir şekilde konuşur olduk. O bir şey kanıtlama ihtiyacı duymadan anlatır oldu ve çok verimli bir söyleşi oldu. O söyleşiyi daha sonra olduğu gibi yayınladım. Benim orada gözlemim; Abdülaziz Tunç’un, bir yıl önce öldürülmüş olan lideri Hüseyin Velioğlu’na çok hayran olduğuydu. Ondan bahsederken kendinden geçiyordu. Ama örgütten kopmuştu. Neden koptuğunu bilmiyorum. Kendisi bir şeyler anlattı, örgütten şu ya da bu şekilde kopmuş; ama anladığım kadarıyla Hizbullah profiline çok uygun birisiydi kendisi. Pekâlâ oradan çıkıp tekrar kaldığı yerden devam da edebilirdi, benim gördüğüm oydu. Ama itirafçı olduktan sonra, artık bunun geri dönüşü tabii ki kolay kolay olmuyor. Ondan sonra ben bu röportajı da yaptım. Savcıyla da konuştum ve bunu bir yazı dizisi yapmak istedim aslında. Önce kitap olarak hazırlayacağım şeyi, Hüseyin Velioğlu’nun ölüm yıldönümünde başlayacak bir yazı dizisi olarak düşündüm ve Diyarbakır’a gitmeden önce Milliyet gazetesine bu diziyi önermiştim. Normal şartlarda ben o tarihlerde serbest gazeteci olarak Milliyet’le düzenli bir ilişki içerisindeydim. Daha önce kadrolu çalışmışlığım vardı, istifa ettim. Ardından değişik yayın yönetmenleriyle, mesela geçici olarak bir dönem Genel Yayın Yönetmenliği yapmış olan Hikmet Bila çok değişik bir gazeteciydi. Rahmetli oldu kendisi, rahmetle anıyorum. Fikret Bila’nın kardeşi; yanılmıyorsam büyüğü. Onunla çok iş yaptık. Genellikle yazı dizileri yaptım. Ülkücü hareket üzerine, Alevilik üzerine vs.. Daha sonra Derya Sazak’ın Genel Yayın Yönetmenliği sırasında da dosyalar, yazı dizileri yaptım. Çok iyi anlaşıyorduk Derya Abi’yle. Ardından Mehmet Yakup Yılmaz geldi. O, en azından benimle mesafeliydi. İlk geldiğinde eskisi gibi çalışmak istediğini söyledi. Ben de tamam dedim ve Hizbullah’ı bir yazı dizisi olarak önerdim. Yani Hüseyin Velioğlu’nun güvenlik güçleri tarafından öldürüldüğü 17 Ocak tarihinde başlayacak olan bir yazı dizisi olarak önerdim. Ama doğrudan kendisine önermedim. Öneremiyordum. Ulaşamıyordum, öyle her istediğim zaman çat kapı girebildiğim birisi değildi. Haber müdürü yanılmıyorsam Doğan Akın’dı o sırada. Doğan’a söyledim, önerdim bunu. Yazılı da bir şey vermiş olabilirim yani neleri ele alacağıma dâir. Ama istememiş. Gerekçesi de şu: “Biz ileriye bakıyoruz, Hizbullah geçmişte kaldı” demiş. Yapmadı. Kabul etmedi. Ben de bunun üzerine Cumhuriyet gazetesiyle anlaştım. Cumhuriyet gazetesi kabul etti. Ama şartları ekonomik olarak, Milliyet’ten daha mütevazıydı. Ama olsun, yine de kabul ettiler ve biz bu yazı dizisini Diyarbakır’dan döndükten sonra başlattık. 17 Ocak’ta başlattık ve yazı dizisinin başlığına bakıyorum: “Pusudaki Hizbullah” diye hatırlıyorum. “Bitmeyen Tehlike” diye de bir başlık kullanmıştık ve ilk bölümünün başlığı: “Lideri Velioğlu’nun öldürülmesiyle darbe yiyen Hizbullah yaralarını sarıyor”. İlk bölümü buydu. Ondan sonra “Örgütlenme şeyhlerden başladı”, “İtirafçı Abdülaziz Tunç konuşuyor” vs.. Yedi bölüm. En son 6. Bölüm: “Hizbullah kolay kolay bitmez”. 23 Ocak’ta yayınlanan 7. bölüm de: “Velioğlu kendini ilah sandı” diye biten bölüm. 7. bölüm 23’ünde… ve işte, ertesi gün, yani 23 Ocak’ta son bölüm çıktı; 24 Ocak’ta Hizbullahçılar Gaffar Okkan’ı, özel kalem müdürü Mehmet Kamalı’yı, koruma polisleri Atilla Durmuş, Mehmet Sepetçi, Sabri Kün ve Selahattin Baysoy’u Diyarbakır’ın göbeğinde öldürdüler. Bu saldırı hakkında çok kişi çok spekülasyon yaptı, komplo teorileri üretti; ama ben böyle olduğunu düşünmüyorum. Hizbullah da zaten kabul ediyor kendilerinin yaptığını. Bu saldırıda olduğu düşünülen birçok kişi, değişik polis operasyonları sırasında güvenlik güçleri tarafından öldürüldü. Yakalananlar da oldu diye biliyorum; ama onun detaylarına çok hâkim değilim. Ama Hizbullah’ın yaptığını düşünüyorum ve tabii o andan itibaren Hizbullah tekrar Türkiye’nin gündemine çok ciddi bir şekilde geldi. O tarihte NTV ile organik bir ilişkim yoktu. Ama beni çağırdılar hemen, suikastın olduğu gün. NTV’ye gittim, bu olayı yorumladım. Sonra benden, cenazeyi NTV adına izlememi istediler. Tamam, dedim. Diyarbakır’a gittim; cenazeyi de izledim. Cenaze olağanüstü bir cenazeydi. Çok kalabalıktı. Çok etkileyiciydi ve cenaze sırasında Gaffar Okkan’ın ofisinde, yani Diyarbakır Emniyet Müdürlüğü’nde onu gördüğüm zaman tanıştığım birtakım polislerle karşılaştım. Gözleri kan çanağı gibiydi. Tabii ki operasyonlar yapmışlardı sabaha kadar, katilleri bulmak için. Bu arada Abdülaziz Tunç’un bir cep telefonu vardı. Onunla da kısa bir telefon konuşması yaptım, ama çok endişeliydi. Bayağı bir korkmuştu. Kendisine de bir şey olacağını haklı bir şekilde düşünüyordu. 

Bu cenazenin benim açımdan, meslekî açıdan acı bir yönü de şudur: Gazetecilik hayatımda, muhabirlik yaparken ve daha sonra köşe de yazmaya başladım, birçok yerde mobbing’e, yani bir tür tâcize muhatap oldum. Genellikle bunu sizin üstünüzdeki kişiler ya da sizinle eşit konumda olan kişiler yapar. Milliyet gazetesinde çalıştığımda çok oldu oldu bu. Başka yerlerde de oldu. Vatan gazetesinde kısmen oldu. Burada da böyle bir olayı yaşadım. Çünkü NTV’nin görevlendirdiği muhabir, benim de oraya yollanmış olmamdan çok rahatsız oldu. Adını vermeye gerek yok. Zaten o olaydan kısa bir süre sonra NTV’den de ayrıldı diye biliyorum ve bana bir yığın engel çıkarttı. Hatta bir yerde kortejin dışına çıktım cenazede. Çıkmak zorunda kaldım. İçeri girmeye çalıştım, giremedim ve NTV’nin canlı yayın aracına gidip oradan NTV’ye bağlanmam gerekiyor. Ama bu kişi tarafından uğradığım tâciz nedeniyle oraya da gidemedim ve bu arada tam bir kâbus gibi cep telefonumun da şarjı bitmişti. Bir çiçekçiden bağlandım canlı yayına, NTV’nin canlı yayınına. Bu yaşananı da bir parantez içinde açayım ve bunu kapatayım.

Buradan sonra, tabii ki Gaffar Okkan’ın ve yanındaki polislerin öldürülmesi çok büyük bir şok etkisi yarattı. İlginç bir şekilde şu ortaya çıktı: Nuriye Akman o tarihte Sabah gazetesinde çalışıyor, benden yaklaşık 10 gün sonra o da Diyarbakır’a gitmiş ve Gaffar Okkan’la bir röportaj yapmış. “Orada Fatih, burada ben” başlığıyla çıkan bir röportaj. Bunu Akit gazetesi –o zamanki adı da Akit miydi, Vakit miydi? Sürekli değiştiriyorlar biliyorsunuz– yazarı Hasan Karakaya bunu diline doladı. Yani ben gidiyorum, Gaffar Okkan’la röportaj yapıyorum; Nuriye gidiyor, Gaffar Okkan’la röportaj yapıyor. Başkaları da gitmiş herhalde, ama özellikle ikimizi öne çıkartarak bundan bir şâibe yaratmaya çalıştı. Yani “Bu nasıl bir tesâdüf? Böyle tesâdüf olmaz!” gibi bir hedef gösterme olayı oldu. Neye uğradığımızı şaşırdık tabii. Nuriye Akman’la o tarihte çok fazla bir samimiyetim de yoktu. Öyle bir şeye muhatap olduk. Bu olaydan sonra Hasan Karakaya ile tanıştım. Çok ilginç birisiydi. O da hayatını kaybetti biliyorsunuz. Çok ilginç, değişik birisiydi. Kendisine bu olayı sorduğumda hatırlamadı bile. Yani o arada böyle bir tetikçilik yapmış, üzerimize de böyle bir şeyi yapıştırmaya kalkmıştı. Fethullahçılar bunu çok yapıyordu biliyorsunuz. Üzerinize bir şey yapıştırıyorlardı, ondan sonra başınıza işler gelebiliyordu. Böyle ilginç bir olaya da muhatap olduk. Bu olayın, bu yazı dizisinin ardından Hizbullah meselesi bir müddet Türkiye’de bir terör meselesi olarak konuşuldu; ama sonra tekrar unutuldu. İlginç bir şekilde unutuldu ve belli bir tarihten sonra Hizbullah’ta bir değişim yaşanmaya başladı. Bu arada benim kitabım Derin Hizbullah & İslamcı Şiddetin Geleceği adıyla Mart 2001’de çıktı ve ben burada, Hizbullah’ın yeni bir döneme girdiğini, bir ara döneme girdiğini iddia ettim. Bunu da “İkinci Hizbullah” diye tanımladım. Kitapta Abdülaziz Tunç röportajının tamamını verdim; iddianameyi verdim ve Hizbullah’la ilgili edindiğim ne varsa onlardan hareketle analitik bir şey yaptım ve Hizbullah’ı da aynı zamanda dünyadaki diğer radikal İslâmcı örgütlerle kıyaslama yoluna gittim. Ardından, bir süre sonra bana internet üzerinden bir kitap geldi. Bu kitap, Kendi Dilinden Hizbullah başlığını taşıyordu. İnternet üzerinden geldi. O tarihte PDF var mıydı emin değilim; ama internetten geldi. Yani basılı bir kitap olarak gelmedi ve İ. Bagasi imzalıydı. Bu kişinin İsa Altsoy adında, örgütün önde gelen isimlerinden birisi olduğunu düşünüyordum – ki öyle çıktı. İsa Altsoy… Bagasi, onun doğduğu köyün adıymış. Onun yazdığı bir kitaptı ve ilk kez Hizbullah kendini anlattı. Zaten adı da Kendi Dilinden Hizbullah’tı ve ben bunu haberleştirdim. Bayağı da ilgi gördü, Hizbullah kendini anlatıyor diye. Oradan geniş alıntılar yaptım. Ardından ilginç bir olay oldu. 2005 Şubat ayında yaşanan bir olay. Washington Enstitüsü’nün Türkiye programının direktörü Dr. Soner Çağaptay benim de arkadaşımdır. Washington’da gazetecilik yaptığımızda bayağı bir muhabbetimiz oldu. O sırada –ki ben de o sırada Washington’da gazetecilik yapıyordum, 2004 sonunda gitmiştim–, Washington’da gazeteci Soner Çağaptay’ın enstitüsünde, yanında Emrullah Uslu denen komiser vardı. Emrullah Uslu; Emre Uslu. Taraf gazetesi yazarı oldu. Fethullahçı ve şu anda kaçak. Bir yerlerde öğretim üyeliği yapıyormuş herhalde. O, Soner’le birlikte, Soner’in enstitüsünde bir dönem çalıştı misafir araştırmacı olarak. Birlikte İngilizce bir analiz yazmışlar. Daha sonra bu analiz Radikal gazetesinin düşünce köşesinde yayınlanmış ve orada Hizbullah’ın El Kaide’ye yardım ettiğini ve El Kaidecilerin Antep üzerinden Irak’a geçmesini Hizbullah’ın örgütlediğini yazmışlar. Hizbullah da bunu şiddetle reddetti ve o açıklamayı da bana yolladı. Daha önce kitabı yolladıkları kanaldan yolladılar. Ben de bu açıklamayı hem Soner’e hem Emrullah Uslu’ya yolladım. Dedim ki: “Bakın böyle bir açıklama var. Ben bunu haber yapacağım.” Soner “tamam” dedi. O zaten Hizbullah meselelerini çok bilen birisi değil. Ama Emrullah Uslu, ya da Emre Uslu neyse artık, o bunun gerçek olmadığını, birilerinin beni kandırdığını, fake olduğunu vs. söyledi. “Neye dayanarak söylüyorsun?” dedim. “Ankara’daki arkadaşlarla konuştum” vs. dedi. Belli ki benim yazmamı engellemek istedi; ama onu da yazdık. Ardından bu sıralarda Hizbullah’ın Türkiye’de, benim Washington’da olduğum sırada, Güneydoğu’da yasal alanda faaliyet yürütmeye başladığını gördük. Mustazaflar Derneği adıyla örgütlendiler önce. Çok büyük gösteriler yaptılar. Kutlu Doğum Haftası’nda büyük mitingler yaptılar ve herkesin dikkatini çekti. Yüzlerce, binlerce kişinin katıldığı organizasyonlar oldu. Ben Washington’da elimden geldiği kadar bunu takip etmeye çalıştım. Daha sonra Türkiye’ye döndükten sonra, Hizbullahçıların o tarihte, artık dernekleri, vakıfları ve gazeteleri –Doğruhaber adında haftalık bir gazeteleri vardı–, oradan kişilerle de tanışıp konuşmaya başladık. Ardında da mâlûm HÜDA-PAR kuruldu. Hizbullah’ın artık kendini anlatmaya başladığı ve dönüşmeye başladığı yeni bir sürece tanık olduk ve ben bütün bunları, Derin Hizbullah kitabını tam 10 yıl sonra yenileyerek yeni bir baskı yaptım. Genişletilmiş bir baskı yaptım ve burada doğrudan Hizbullahçıların ifadelerine de yer vererek, onların yazılı materyellerini de kullanarak bir kitap yazdım. Burada şunu da özellikle söyleyeyim: Hayatımda ilk defa bir Hizbullahçıyla tanışmam ilginç bir olaydı. Çünkü Hizbullahçılar kendilerini açıkça söylemiyorlardı. Belki Hizbullahçı birileriyle karşılaşmışımdır; ama kendilerini beyan etmedikleri için bilmiyordum. 12 Ocak 2008, not almışım, Diyarbakır’da Altan Tan’dı yanılmıyorsam tanıştıran. Benden yaşça büyük birisiydi diye hatırlıyorum ve işte Hizbullahçı diye tanıtınca –onlar kendilerine cemaat diyorlar–, “cemaatten” deyince, ben de ona dedim ki: “İlk defa böyle biriyle tanışıyorum. Yıllardır bu konuda yazıp çiziyorum”.  O kişi de dedi ki bana: “Ruşen Bey merak etmeyin. Cemaatin büyük bir çoğunluğu sizi, yaptığınız işleri takdir ediyor.” Ben de hiç unutmuyorum ona dedim ki: “Siz bana o küçük azınlıktan bahsedin, yani takdir etmeyenlerden bahsedin.” Çünkü Hizbullah, Türkiye tarihine, Cumhuriyet tarihine adı vahşetle özdeşleşmiş bir örgüt olarak geçti. O domuz bağları, sorgu kasetleri, bütün bunlar çok büyük infialler yarattı. Sadece PKK’ya yakın olduğunu düşündükleri öğretmen, eczacı, avukat, siyasetçi, gazetecileri değil; kendilerinden olmayan, kendilerine mesafeli olan başka İslâmcıları da, kendilerinden ayrılmış olanları da, ajan olduklarından şüphelendiklerini de öldürmüş, işkence yapmış bir hareketten bahsediyoruz. Mesela Kürt İslâmcılığı’nın, Nurcu çizgideki Kürt İslâmcılığı’nın önde gelen isimlerinden İzzettin Yıldırım İstanbul’da kaçırıldı ve ölü bulundu. Hizbullahçılar kaçırdılar. Kendisiyle bir kere telefonla konuşmuşluğum vardı. Çok değişik bir kişiydi, biliyorum. Onun dışında feminist bir çizgiye geçmiş olan Konca Kuriş. Onun da sorgu kasetleri bulundu. Onun da Hizbullah tarafından katledildiği ortaya çıktı. Böyle bir örgütten bahsediyoruz ve bu örgüt kendini yeniledi, değiştirdi. Yasal alanda faaliyet yürütmeye başladı. İlk çıkışları çok çarpıcı oldu. O büyük mitingler vs.. Daha sonra parti kuruldu; bir şaşkınlık yarattı. Ama seçimlere girdikçe ve girmedikçe –bazı seçimlere girmediler HÜDA-PAR olarak–, etkileri giderek azaldı. Hâlâ varlığını sürdüren bir yapı, ama etkisi bayağı azaldı. Şu anda Türkiye’de, Güneydoğu’da özellikle Kürtler arasında bir Hizbullah realitesi, adı değişerek de olsa var. Ama Hizbullah hâlâ var. Edip Gümüş de onun lideri. Bu arada kitabın ikinci baskısı, yeni baskısından sonraki bir süreçte, Edip Gümüş’le de yazılı olarak soru yollayarak, yazılı cevaplarla bir söyleşi de yaptım. Hizbullah’ın başındaki Edip Gümüş’le. Bunu da Vatan gazetesinde yayınladık. 

Son olarak bir anekdot anlatmak istiyorum: NTV’de çalışıyordum; ikinci baskıyı yaparken, yani 2011’de, “Yazı İşleri” programını yapıyorduk, Mirgün Cabas’la birlikte. O tarihte Mirgün ayrıldı mı çok emin değilim. Ama ben tek bir gün ayrıldıktan sonra “Yazı İşleri”nden, NTV’den değil “Yazı İşleri”nden, ben tek başıma da bir müddet sürdürdüm. Bu kitabın yeni baskısını yapmak için NTV’den bir hafta izin aldım. Bütün malzemeleri toplamıştım. Oturup, kapanıp kitabın yeni hâlini yapacaktım. Oradaki bütün yasal alandaki faaliyetler hakkında bilgiler vs. ve benim bunu “Üçüncü Hizbullah” diye tanımladığım dönemi anlatan yeni bir genişletilmiş baskı. Yeni bölümü yazmadan önce, “Yazı İşleri”ni bitirirken dedim ki: “Bir kitap yazacağım. Onun için bana bir hafta müsaade verin. Kitap için kapanmam lâzım” dedim ve hemen o tarihlerde, Türkiye’de çok etkili olan Fethullahçılar benim hakkımda büyük bir psikolojik harekâta başladılar. Benim, kendi tâbirleriyle Gülen hareketi hakkında kitap yazacağımı söyleyerek bir kampanya yaptılar. Niçin yaptılar, çok emin değilim. Ama o konuyu yazmayacaktım. Yazıyor da olabilirdim; ama yazmayacaktım. Ama orada onların nasıl cevval olduklarını, kötücül olduklarını bir kere daha görmüş oldum. Sonra, kitap Hizbullah kitabı olarak çıktığında da onların beklediği olmadı. Memnun kaldılar mı, kalmadılar mı bilmiyorum. Son olarak şunu söyleyeyim, kitabın yeni baskısını aynen okuyorum; kitabın yeni baskısının son cümlelerini okuyorum: “Bu kitabın yeni baskısını sırf gazetecilik yaptıkları ve kitap yazdıkları için başlarına gelmedik kalmayan iki meslektaşım ve dostuma Ahmet Şık ve Nedim Şener’e ithaf ediyorum” diye yazmışım Mart 2011’de. O tarihten bu yana Ahmet Şık ile dostluğumuz baki, artarak sürüyor diyelim. Ama Nedim’le artık dost değiliz. Bunu da tarihin garip bir cilvesi olarak kayda geçmekte yarar var. 

Evet, Hizbullah’ın katlettiği Gaffar Okkan, Konca Kuriş, İzzettin Yıldırım ve diğerleri, çok sayıda kişiyi tekrar rahmetle anıyorum. 

Söyleyeceklerim bu kadar. İyi günler…

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.