1970’li yıllarda Süleyman Demirel liderliğindeki Milliyetçi Cephe koalisyonlarında bir araya gelmiş olan Necmettin Erbakan ile Alparslan Türkeş, 20 Ekim 1991 erken genel seçimleri öncesinde, yüzde 10 ülke barajını aşmak için ittifak yapmıştı. Günümüzdeki Erdoğan-Bahçeli ittifakının provası olarak görülebilecek bu işbirliği 52 gün sonra sona erdi. Gomaşinen’in bu bölümünde, Refah Partisi ve Milliyetçi Çalışma Partisi’nin pek de ortak yürütmedikleri seçim kampanyasından, iki partinin çok güçlü olduğu Kayseri, Sivas, Kahramanmaraş, Malatya ve Konya’dan izlenimler var.
20 Ekim 1991 erken genel seçimlerinin ardından Cumhuriyet Gazetesi’nde yayınlanan yazı dizisi için tıklayınız
Yayına hazırlayan: Gülden Özdemir
Merhaba, iyi günler. “Gomaşinen”in 6. bölümünde 29 yıl önceye gideceğim: 20 Ekim 1991 erken genel seçimleri. Çok ilginç bir seçimdi. Benim de gazetecilik hayâtımda o kadar yoğun izlediğim ilk seçimdir. Çok yakından tâkip ettim. Anadolu’da dolaştım. Ona gelmeden önce seçim hakkında bazı bilgiler vermek istiyorum. ANAP yönetiyordu ülkeyi. Tek başına yönetiyordu. Turgut Özal cumhurbaşkanı olmuştu. Yerine de Yıldırım Akbulut’u ANAP genel başkanı yapmıştı. Ama daha sonra, 1991’de 15-16 Haziran’da yapılan kongrede Mesut Yılmaz ANAP’ın genel başkanı oldu. Bu arada ANAP çok ciddi bir düşüş yaşamıştı. 89 yerel seçimlerinde, oyu %21’e kadar düştü ve “Artık ANAP’ın sonu geliyor” söylentileri de bununla berâber gelmişti. Mesut Yılmaz yeni, yıpranmamış bir lider imajıyla ülkeyi hemen seçime sokarak, ANAP’ın düşüşünü durdurmaya ve yükselişe çevirmeye niyetlendi. Ekonomi de çok kötü gidiyordu ve çok ağır birtakım politikaların uygulanması söz konusuydu. Apar topar bu seçim karârı alındı.
Karşısında kimler vardı? Tabii ki öncelikle merkez sağda yükselişte olan Doğru Yol Partisi ve başında Süleyman Demirel; Erdal İnönü liderliğinde Sosyal Demokrat Halkçı Parti vardı; solda bir başka parti, Bülent Ecevit’in Demokratik Sol Partisi’ydi, daha önceki bir seçimde %10 barajını aşamamıştı; bir diğeri de Necmettin Erbakan’ın Refah Partisi’ydi, o da seçimde barajı aşamamıştı; Alparslan Türkeş’in liderliğinde Milliyetçi Çalışma Partisi de baraj altı kalmıştı ve nihâyet Halkın Emek Partisi, bugünkü HDP’nin ilk hâli –ilk partisi, öyle diyelim–, onların da baraj sorunu ciddî bir şekilde vardı.
Bu seçim apar topar yapıldıktan sonra, hemen Türkiye seçim ittifaklarını düşünmeye, tartışmaya başladı. Fakat şimdiki gibi Anayasa’da seçim ittifakı yapmak mümkün değildi; ancak bir parti çatısı altında diğer partiler birleşebiliyordu ve burada HEP’in, Sosyal Demokrat Halkçı Parti çatısı altında seçimlere girdiğine tanık olduk. Diğer beklenen de MÇP ile Refah Partisi’nin birlikte hareket edip etmeyeceğiydi. Son âna kadar bu tartışıldı ve listelerin verildiği son günde çözüm bulundu. Refah Partisi çatısı altında, Milliyetçi Çalışma Partisi ve küçük bir parti olan Aykut Edibali’nin liderliğindeki Islahatçı Demokrasi Partisi birlikte seçim kararı aldılar. İlginç bir olay oldu ve bunun sonucunda da seçim sonuçları çok çarpıcıydı. Türkiye’nin kaderinin değiştiği bir an oldu. ANAP döneminin sonlandığı andı.
Birinci parti olarak Demirel’in Doğru Yol Partisi çıktı. Oylarını, sandalyelerini bayağı bir arttırdı. 119 fazla milletvekilliği kazandı. İkinci olarak ANAP çıktı. ANAP’ın kaybettiği milletvekili sandalye sayısı 177 oldu. Sosyal Demokrat Halkçı Parti üçüncü parti oldu; ama milletvekili sayısı 11 azaldı. Necmettin Erbakan’ın Refah Partisi, Milliyetçi Çalışma Partisi ve Islahatçı Demokrasi Partisi ile girdiği seçimde 62 milletvekili kazandı — %16,87, 4 milyon 120 bin oyla. Ecevit’in Demokratik Sol Partisi de %10 barajını %10,74 ile aştı; ama ancak 7 milletvekili alabildi. Beklenen, Demirel’in bir zamanlar Milliyetçi Cephe’de olduğu gibi, 70’li yıllarda, Erbakan ve Türkeş’le yeni bir koalisyon kurup kurmayacağıydı. Ama Demirel baştan söylediği gibi, işâretini verdiği gibi, bunun yerine Erdal İnönü’nün Sosyal Demokrat Halkçı Parti’siyle bir koalisyona gitti ve bu koalisyon da “tarihsel ittifak” olarak değerlendirildi — Merkez sağ ve merkez solun iki partisinin ittifakı… Dünün Adalet Partisi ve Cumhuriyet Halk Partisi’nin o tarihteki versiyonları; Doğru Yol Partisi’yle Sosyal Demokrat Halkçı Parti’nin koalisyonuna tanık olduk.
Ben burada, Milliyetçi Çalışma Partisi, Refah Partisi ve Islahatçı Demokrasi Partisi’nin ittifakını yorumlamak, anlatmak istiyorum. Çünkü onları takip ettim Anadolu’da. Bu aslında, bugün yaşadığımız Cumhur İttifakı’nın bir provasıydı. Bugün Cumhur İttifakı’nda kim var? AKP var; bir anlamda Refah Partisi’nin devamı. MHP var; MÇP’nin devamı ve de Büyük Birlik Partisi var. Büyük Birlik Partisi’ni de birazdan anlatacağım. O tarihlerde MÇP içerisinde olan Muhsin Yazıcıoğlu ve arkadaşlarının hareketiydi. Bugün yaşanan Cumhur İttifakı, aslında 29 yıl önceki o seçim ittifakının bir devamı olarak görülebilir. Fakat ortada çok ciddî farklar var. Öncelikle seçim ittifakı 52 gün sürebildi. Ancak 52 gün sürdü. Ondan sonra herkes kendi evine gitti. Herkes kendi partisine gitti. IDP üç milletvekiliyle kaldı; ama MÇP ve Refah Partisi ayrı ayrı Meclis’te gruplarını kurdular ve ondan sonra da özellikle Refah Partisi aldı başını gitti — öyle söyleyebiliriz.
Bu tarihte, erken seçim kararı alındığı sırada ben herhangi bir yerde çalışmıyordum. Bir gazetede veya dergide çalışmıyordum. Metis Yayınları’nda, Kasım 1990’da ilk kitabım olan Âyet ve Slogan çıkmıştı — “Türkiye’de İslâmî oluşumlar” alt başlığıyla ve kitap çok sattı. Çok ilgi gördü. Özellikle muhâfazakâr çevreler, İslâmcı çevreler kitaba çok ilgi gösterdiler. Onun dışında sol çevrelerden de ya da merkezde yer alan okurlardan da ilgi gördü; ama İslâmcılar’ın ilgisi bayağı yoğundu. Beni Türkiye’nin dört bir yanından çağırıyorlardı. İmzâ günlerine, konferanslara ya da panellere. İlginç olaylar da yaşıyordum ve çok ilginç bir deneyimin içerisine girmiştim. Bu arada erken seçim kararı alınınca, Ankara’da yaşayan arkadaşım ve Ankara gazeteciliğinin önde gelen isimlerinden Hıdır Göktaş’a bir öneride bulundum. İki kitap yaptık Hıdır’la beraber. Bu kitaplar, Metis Yayınları’nda benim editörü olduğum “Siyahbeyaz” gazetecilik kitapları dizisinden çıktı. İlki, Vatan Millet Pragmatizm adında bir kitaptı. O kitap Türk sağını ele alıyordu. Burada, Süleyman Demirel de dâhil olmak üzere, çok sayıda o tarihte sağın önde gelen siyâsetçileri ve aydınlarıyla röportajlar yaptık. Ankara’dakileri Hıdır yaptı; İstanbul’dakileri ben yaptım. Hemen ardından bunları 20 Ekim seçimlerine yetiştirmek istedik ve yetiştirdik. Gerçekten çok hızlı çalıştık. Çok iyi iş çıkardık. Hıdır’a özellikle minnettarım. Onun ardından Resmî Tarih Sivil Arayış adı altında, “Sosyal Demokratlarda İdeoloji ve Politika” diye bir kitap çıkarttık. O da 20 Ekim’e yetişti. Hattâ kitapları o sırada yeni doğmuş olan Hıdır’la Nuray’ın kızlarına armağan etmiştik. Demek ki o da şimdi 30 yaşında olmak üzere. Bu arada, seçimden sonra kitaplar da çıktı; benim işlerim de azaldı.
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
Ben seçimi Anadolu’da izlemeye karar verdim; ama bir yere çalışmıyordum. Kendi imkânlarımla – ki o tarihlerde Âyet ve Slogan’dan ve bu sonradan basılan kitaplardan, benim için fenâ olmayan bir para kazanmıştım, bir miktar param vardı, evli de değildim. Ne çocuk vardı ne aile vardı. Kendi başına birisiydim ve atlayıp Anadolu’ya gitmek, İç ve Doğu Anadolu’ya gidip orada bu Refah Partisi–MÇP ittifakının –IDP de var ama onun bir etkisi yoktu açıkçası– kampanyasını izlemeye karar verdim. Önce Konya’dan başladım. Konya’da o sırada Refah Partili belediye vardı. Arkadaşım Hakan Albayrak orada danışmanlık gibi bir şey yapıyordu. Ona bir uğradım. Ama Konya’da açıkçası çok fazla bir şey yapmadım. Konya zâten bilinen bir yerdi. Çok tâkip ettiğim söylenemez kampanyayı. Sadece Hakan ve onun arkadaşlarıyla, çevresindeki insanlarla sohbet ettik. Esas olarak gittiğim yer öncelikle Kayseri oldu. Kayseri’yi o tarihe kadar ben daha çok ülkücülüğün kalesi olarak biliyordum. Ama orada İslâmcılığın da bayağı bir güçlü olduğunu gittiğimde çok bâriz bir şekilde gördüm.
Kayseri’ye gitmeden önce şöyle bir şansım oldu. İstanbul’da, bilenler bilir Çemberlitaş’ta Çorlulu Ali Paşa Medresesi vardır – ki o tarihte birçok gazetecinin, entelektüelin sağdan soldan gittiği bir yerdi. Anadolu’ya çıkmadan birkaç gün önce oraya gittiğimde, kendisi Necip Fazıl çizgisinden olan bir tanıdığım, arkadaşım Hüsnü’yle karşılaştık. O bana “Ne yapıyorsun?” diye sorduğunda Anadolu’ya gideceğimi söyledim ve bana dedi ki: “Kayseri’ye muhakkak git. Orada Refah Partisi’nin listesinin birinci sırasında Abdullah Gül var. O da Necip Fazıl’cıdır. Hatta benim selâmımı da söyle. Muhakkak onu gör” dedi. Ben adını ilk defa Hüsnü’den duydum Abdullah Gül’ün. “İyi, tamam” dedim. Kayseri’ye gittiğimde hemen Refah Partisi’ne gittim ve Abdullah Gül’ü sordum. Kampanyadaydı, sonra geldi. Tanıştık ve bu arada şansıma Abdullah Gül –bilmeyenler için söyleyeyim” İslâm Kalkınma Bankası’nda Suudi Arabistan’da çalışırken, çocuğunun sünneti için Kayseri’ye geliyor. O sırada erken seçim kararı alınıyor. Erken seçim kararı alındıktan sonra da Erbakan onu Kayseri’de birinci sıraya iknâ ediyor. Abdullah Gül beni tanıyordu. Çünkü Âyet ve Slogan’ı okumuştu. Çıktıktan sonra tanıdıkları ona, Suudi Arabistan’a yollamışlar. Okumuş ve anladığım kadarıyla da beğenmişti. Bana bayağı bir ilgi gösterdi ve orada hem onun kampanyasını izledim, hem de onun kampanyasını yapan bir grupla –Kayserili yerel İslâmcı entelektüellerle diyelim– onlarla tanışma imkânım oldu ve bir akşam birisinin evinde toplandık. Herhalde bir 20 kişiyi aşkındı. Sabah saat 03.30–04.00’e kadar çok yoğun bir tartışma yaptık — İslâm, İslâmcılık, sol, solculuk üzerine… Her şeyi konuştuğumuz çok verimli ve çok şey öğrendiğim bir tartışma oldu. Buna benzer tartışmaları daha sonra Anadolu’nun değişik yerlerinde, değişik vesîlelerle yaptım. Her biri de çok öğretici oldu benim için. Çok verimli oldu.
Bunlardan ilki Kayseri’deydi. Burada, Kayseri’de Abdullah Gül’ün seçim kampanyasını izlerken, İslâmcılıkla milliyetçilik arasındaki farkı da çok net bir şekilde görme imkânım oldu. Meselâ Abdullah Gül, birinci sıra aday olduğu için, MÇP’lilerin de faaliyetine gitmek durumundaydı. Mesela bir tane hatırlıyorum. Milliyetçi öğretmenlerin bir derneğine gitmiştik. Böyle basık tavanlı bir yerdi. Orada sigara dumanı kaplamıştı ortalığı. Abdullah Gül’ün orada bir konuşma yaptığını, çıktıktan sonra bana samîmî bir şekilde, oradaki atmosferin ürkütücü olduğunu söylediğini hatırlıyorum örneğin. Bir şekilde Kayseri’de konuştuğum ülkücüler de Refah Partililer hakkında hiç de iyi şeyler söylemiyorlardı. Bir tür, her iki taraf da bunu bir geçici yol arkadaşlığı olarak görüyordu. Hattâ birçoğu, ayrı ayrı konuştuğumuz zaman, esas olarak sorunun milliyetçilikle İslâmcılık arasında olduğunu söylüyordu — her iki taraftan da kişiler. Kayseri çok ilginç bir deneyimdi. Abdullah Gül ile orada tanık olduğum olaylar hakkında daha sonra “Gomaşinen”in ilerideki bölümlerinde, Abdullah Gül ile ilgili bir kayıt yapmak istiyorum. Oraya saklıyorum. Ama Kayseri’de çok şey öğrendiğim, bu ittifakın aslında nasıl kırılgan, ne kadar kırılgan olduğunu görme imkânım oldu.
Kayseri’den Sivas’a geçtim. Sivas’ta Muhsin Yazıcıoğlu adaydı, ittifakın adayıydı. Muhsin Yazıcıoğlu çok değişik birisiydi ve ben de hasbelkader bu olaydan önce, seçimden önce, Âyet ve Slogan’ı da yazmadan önce, Tempo dergisinde çalışırken dergiye bir kapak yapmıştım. Kapağın başlığını da hiç unutmuyorum; “Başbuğ’un Halefi”ydi ve Muhsin Yazıcıoğlu kapaktaydı Türkeş’le berâber. Yanlış hatırlamıyorsam Muhsin Yazıcıoğlu’nun düğününden çekilmiş bir fotoğraftı ve Türkeş’in ardından ülkücü hareketin başına geçme ihtimâli olan kişi olarak Muhsin Yazıcıoğlu’ndan bahsetmiştim — oradan, ülkücü kesimden aldığım birtakım bilgilerden hareketle diyeyim. Daha sonra Muhsin Yazıcıoğlu’yla sohbet ettiğimizde, onu MHP’den –daha sonra MHP adını aldı– benim koparttığımı şaka yollu söylemişliği vardır. Çünkü orada şöyle bir olay vardı: 12 Eylül’de cezaevine giren MHP ve ülkücü kuruluşların toplu dâvâsı vardı. Tabii ki en çok dikkat çeken isimler MHP yöneticileriydi; ama Ülkü Ocakları yöneticileri de önemli bir yer tutuyordu. Mamak’ta özellikle, Muhsin Yazıcıoğlu o arada, 12 Eylül hapishanelerinde iyice sivrilen, öne çıkan bir isim oldu ve Muhsin Yazıcıoğlu önderliğinde bu Ülkü Ocakları kökenli bir grup, daha İslâmî bir çizgiye doğru kaydılar ve onlara Türk-İslâm Ülkücüleri adı verilir oldu. Muhsin Yazıcıoğlu da onların lideriydi. Kopması söz konusu değildi başta; Türkeş’ten sonra partide en güçlü isim olduğu söyleniyordu. Fakat daha sonra bu kopuş oldu ve Büyük Birlik Partisi’ni kurdu. Onu ayrıca belki bir Muhsin Yazıcıoğlu ile ilgili yayında anlatabilirim — ki NTV helikopteri olayı, daha doğrusu NTV’nin Muhsin Yazıcıoğlu’nun helikopterini düşürdüğü yalanı üzerine yapmayı düşündüğüm bir “Gomaşinen”de, muhtemelen bir sonraki olacak, orada biraz daha anlatabilirim.
Sivas’ta esas olarak Muhsin Yazıcıoğlu’nun kampanyasını izledim. Bu arada Abdüllatif Şener de Refah Partisi’nden adaydı. Onunla da orada tanışma imkânım oldu. Yazıcıoğlu’yla beraber Sivas’ın ilçelerine gittik. O bir araçla gidiyordu. Ben de onun Ankara’dan gelmiş iki arkadaşının aracıyla geziyordum. Bu iki kişi Yazıcıoğlu’nun Ülkü Ocakları döneminden tanıdığı, belli ki ocaklarda önemli yerlerde olmuş kişilerdi; ama o tarihte iş güç sahibi oldukları belliydi; çünkü arabaları vardı, vakitleri vardı ve maddî imkânları vardı, Yazıcıoğlu’na desteğe gitmiş, ona bir tür danışmanlık yapan iki kişiydi. Ben de onlarla berâber, Muhsin Yazıcıoğlu’nun kampanyasını onların aracında tâkip ettim ve orada da çok ilginç şeyler öğrendim. Bir taraftan ülkücü hareket hakkında birtakım şeyler biliyoruz, ama bunların büyük bir kısmı dışarıdan olduğu için ve hele benim gibi soldan gelen bir gazeteci için mesâfeli olduğu için, orada daha yakından görme imkânım oldu ve birçok şeyin aslında abartıldığını, doğru olmadığını gördüm ya da ülkücülerin daha sonra, 12 Eylül’den sonra yaşadığı, yaşamakta olduğu dönüşümleri izleme imkânım oldu. Böyle ilginç bir deneyim oldu. Muhsin Yazıcıoğlu’nun Sivas’ta ne kadar sevildiğini de orada çok yakından görme imkânım oldu. Partici kimliği vardı, tabii ki orada bir parti adına çalışıyordu; ama hani sanki hâlâ bir Ülkü Ocakları başkanı gibiydi. Bâzı şeyleri, siyâsetçilerin kolaylıkla yaptığı şeyleri yapmakta zorlanıyordu. Bir ağırlığı vardı. Çok büyük bir popülaritesi vardı Sivas’ta ve o popülarite hâlâ Sivas’ta, BBP adına, tabii ki belli ölçülerde azalarak sürüyor.
Sivas’tan sonra nereye gideceğimi bilmiyordum. Bir yerlere gidecektim. Ama şunu biliyordum; en son Malatya’ya gidecektim. Cumartesi günü Malatya’da olacaktım. Sonra, pazar günü seçim olacaktı. Malatya’da olmamın nedeni de cumartesi günü, Malatya’da cezaevinde Galatasaray Lisesi’nden bir arkadaşım hapisteydi, onu ziyarete gidecektim. Ziyaret günü cumartesi günüydü. Hattâ bu arada ona kitaplar taşıyordum. Kitap da verecektim cezaevine gittiğimde. En son cumartesi günü onu ziyâret edip, orada Refah Partisi-MÇP ittifakının son faaliyetlerini izleyip, ondan sonra dönme planım vardı. Ama arada bir vaktim vardı. Orada, hiç unutmuyorum, Sivas’ta otogara gittim. Dedim ki: “İlk kalkan otobüse bineyim ve orada nasıl olsa İç Anadolu, Doğu Anadolu, ikisi de ittifak partilerinin çok güçlü olduğu yerler. Neresiyse oraya gideyim” dedim. Bahtıma Kahramanmaraş çıktı. Atladım gittim. Çok da iyi oldu. Çünkü Kahramanmaraş’ta çok meşhur Ökkeş Kenger seçimi olacaktı soyadını sonra Şendiller olarak değiştirmişti– o ittifakın adayıydı. Karşısında, ANAP’ın birinci sıra adayı da şimdi adını hatırlamıyorum; ama yaşça ondan daha büyük, eski bir ülkücüydü. Hiç unutmam… “Gomaşinen”de hep böyle diyorum, “hiç unutmam” diye, ama bu hakîkaten unutulacak gibi bir şey değildi. ANAP seçim bürosunun önüne gittim. Dışarıdan baktım. O kişinin, birinci sıra adayıydı yanılmıyorsam, ülkücü kökenli kişinin resimleri asılıydı. Orada ANAP’lı genç bir çocukla karşılaştım. Dedim ki : “Sizin burada bir şansınız var mı? Yani kazanma imkânınız var mı? Çünkü MÇP ile Refah Partisi birlikte yürüyor. İkisi de ayrı ayrı güçlü. Siz burada ne yapacaksınız? Hele bir de aday olarak Ökkeş var. Nasıl yapacaksınız?” diye sordum. O gencin –yani çocukluktan biraz ileriydi yaşı– bana şöyle dediğini hatırlıyorum: “O Ökkeş daha kısa pantolonla dolaşırken –adını unuttuğum– ‘bilmem ne abi’ saydırıyordu.” Saydırmanın ne olduğunu anlıyorsunuz, silâh anlamında… “Onun için bunlar hikâye” dedi. Ama sonuçta ne oldu? Bildiğim kadarıyla, onu kontrol etmedim; ama Maraş’ı olduğu gibi… Çünkü bir de hem %10 barajı vardı hem de seçim bölgesi barajları vardı. Turgut Özal’ın Türkiye’ye armağan ettiği… Yanlış hatırlamıyorsam Maraş’ı olduğu gibi ittifak almıştı. Ondan sonra burada ittifak geldiler, meclise girdiler.
Bu arada Malatya’yı da bitireyim. Malatya’da çok fazla bir şey yapmadım; ama son gün –çünkü seçim yasakları cumartesi öğle saatlerinde bitiyordu– Refah Partisi listesinin birinci sırasında olan Oğuzhan Asiltürk’ün başını çektiği son mitinglerini izledim. O miting de bayağı bir kalabalıktı ve çiçekler dağıttılar. Refah Partisi’nin zâten o eski MSP imajını kırma yolunda olduğu ve Yenilikçiler’in bayağı etkili olduğu bir seçimdi 91 seçimi. Orada “tercihli oy” diye bir seçenek koymuştu Özal. Yani siz seçmen olarak bir partinin listesine oy veriyorsunuz, ama isterseniz aday da tercih edebiliyorsunuz. Tercihli oy deniyordu ve bunu özellikle Refah Partisi-MÇP ittifakında bazı yerlerde MÇP’liler, bazı yerlerde Refah’lılar, bazı adaylar daha doğrusu, bunu çok ciddî bir şekilde kullandılar ve bunun da zâten bir ayrılığın da, sonradan kopuşun hızlı olmasında da ufak da olsa bir etkisi olmuştur. O seçimde tabii Refah Partisi İstanbul İl Başkanı olan Recep Tayyip Erdoğan da aynı şekilde tercihli oy kurbanı oldu. Ama onun yerine kendini seçtiren kişi bir MÇP’li değil; yine Refah Partili Mustafa Baş’tı. Erdoğan o seçimde seçilemedi. Ama 94’te o büyük seçim zaferiyle İstanbul’un Büyükşehir Belediye Başkanı –o zaman “Anakent” deniyordu– Belediye Başkanı seçildi. Yani onun için, “her işte bir hayır vardır” sözünün doğrulanması oldu.
Bu izlediğim seçim kampanyası bana çok şey öğretti. İslâmcılık ve milliyetçilik arasında, özellikle Doğu ve İç Anadolu’da nasıl bir geçişkenlik olduğu, nerelerde kırılmalar nerelerde birleşmeler olduğunu gösterdi. Tabii bu arada şunu özellikle vurgulamak lâzım: Bu ittifak nedeniyle Refah Partisi’nin içerisindeki Kürtler çok ciddî bir şekilde rahatsızlıklarını dile getirdiler. Adaylıktan çekilenler, partiden ayrılanlar oldu. O tarihte bu vesîleyle tanıştığım Altan Tan, o sıralarda, seçim öncesinde Refah Partisi’nin Güneydoğu müfettişlerinden birisiydi ve MÇP ile ittifak yapılması nedeniyle çok sert çıkarak istifâ etti. Ondan sonra başka yerlere gitti, başka yerlerde siyâset yaptı. En son HDP’den üç kez üst üste milletvekili oldu. O ittifak, Altan ve bir grup İslâmcı Kürt’ün ayrılmasına neden olmuştu ya da ayrılmasa bile rahatsız olmasına neden olmuştu.
Erbakan belli ki orada bir hesap yaptı. Bu hesâbında başarılı olduğu söylenebilir; çünkü Kürtler’in kopuşu çok büyük olmadı. Büyük bir kısmı bağırlarına taş bastılar. Az sayıda kişi ayrıldı ya da ayrılır gibi yaptı, eleştirdi. Ama orada Erbakan %10 barajını garanti altına almak için bu tercihi yapmak durumundaydı. Öyle gözüküyor. Tabii sonrasında konuştuğunuzda, herkes alınan %16 oyun esas olarak kendileri sâyesinde alındığını söylediler; ama daha sonraki seçimlere baktığımızda, en büyük payın Refah Partisi’nde olduğunu söylemek kesinlikle mümkün. Refah Partisi belki o seçime tek başına girseydi %10 barajını da aşabilirdi. Ama aynı şeyi MÇP için söylemek bence mümkün değildi. Yani MÇP’nin, daha sonra MHP adını alacak olan bu hareketin, bu partinin ömrünün uzamasına ya da yeniden canlanmasına çok ciddî bir şekilde katkıda bulundu.
O tarihte Türk sağında hâkim olan Türk-İslâm sentezcileri, Aydınlar Ocağı gibi kuruluşlar, bu ittifakı çok beğendiler ve bunun kalıcı olmasını istediler. Çünkü ANAP geriliyordu. Çok ciddî bir şekilde artık ANAP devri kapanmıştı. Ona ek olarak da Doğru Yol Partisi ve lideri Süleyman Demirel, sağda bir ittifak yerine SHP ile koalisyona giderek bambaşka bir tercih yapmıştı. Dolayısıyla sağda bir güç merkezi oluşturmak isteyen bazı kişiler, özellikle Aydınlar Ocağı çevresinden kişiler, bu ittifaka ciddî bir şekilde yatırım yaptılar. Fakat 52 gün içerisinde ittifak dağıldı. Bunun dağılma nedenlerinden birisi, en önemlisi, Demirel’in koalisyon için Erdal İnönü’yü tercih etmesiydi. Yani eğer Demirel, bu ittifakla –ki oyları, sandalye sayıları yetiyordu– ittifakla bir koalisyona gitmeye râzı olsaydı, belki Refah Partisi ve MÇP işbirliği sürebilirdi. Belki yine ayrılırlardı, ama iktidarı birlikte paylaşacakları için birlikte hareket etmeyi daha uzun bir süre sürdürebilirlerdi. Fakat Demirel’in Erdal İnönü’yü, SHP’yi seçmesi nedeniyle, onlar da “herkes kendi evine” şeklinde yollarını ayırdılar ve tabii ki daha sonra yaşananlara baktığımızda esas olarak bunun Refah Partisi için çok isâbetli bir karar olduğu görüldü.
Orada o kampanyayı izlerken gördüğüm, tanık olduğum, ciddî bir şekilde İslâmcılığın yükselişinin yaşandığı –belki tüm dünyada belki yaşandı, ama Türkiye’de daha fazla yaşandığı– bir âna tanıklık ettim. Her ne kadar Doğru Yol Partisi ve SHP yine belli bir oyu almış olsalar da merkez partilerinin aslında artık etkilerini yitirmeye başladıklarını, marjinal olarak bilinen partilerin daha merkeze doğru gitmekte olduğunun bence ilk ânıdır 91 seçimleri. 91 seçimlerindeki bu sonuç olmasaydı, 94’te Refah Partisi’nin o yerel seçim başarısı kesinlikle olamazdı diye düşünüyorum ve 95’te birinci parti çıkmaları kesinlikle söz konusu olamazdı. Sonuçta burada hem Refah Partisi’nin hem MHP’nin ya da o zamanki adıyla MÇP’nin kazandığı bir şey oldu. Ama yollar ayrıldı. Yıllar sonra yollar tekrar birleşti. Ama bu seferki birleşmede esas inisiyatifin, dün Erbakan’da olduğu gibi bugün Erdoğan’da olduğuna çok emin değilim. Daha küçük olan parti, daha fazla hâkim durumda.
91 seçimlerine damgasını basmış olan aslında Refah Partisi’ydi. Bu liderlerin aynı anda miting yaptığına pek tanık olmadık. Erbakan Türkeş’le çok yan yana gözükmemeye özellikle dikkat etti ve zaten anayasal olarak seçim ittifakı yapmak yasaktı. Refah Partisi listelerinden herkes girdi ve Erbakan, tabii o her zamanki bildiğimiz abartılı yönüyle, diğerlerinin kendilerinde buluştuğunu sürekli vurgulamayı tercih etti. Ama olayın böyle olmadığı, tam bir hesap kitap meselesi olduğu, listelerin belirlenmesinde çok ciddî pazarlıklar olduğu belliydi; burada zâten çok ciddî bir doku uyuşmazlığı vardı, hep bu kullanılıyordu. Soru olarak soruluyordu ve ayrılmanın nedeni olarak da doku uyuşmazlığı deniyordu.
Aradan geçen 29 yıl ya da 27 yıl, Cumhur İttifakı’nın kuruluşunu daha geriye alırsak diyelim ki 25 yılda bu kadar şey değişti mi? Bu kadar doku uyuşmazlığı denilen, çeyrek yüzyıl önce doku uyuşmazlığı diye öne çıkartılan şey bu tarihte ortadan kalktı mı? Çok emin değilim. Bu doku uyuşmazlığının hâlâ bir şekilde varlığını sürdürdüğü kanısındayım. Burada artık sorun, Erdoğan’ın o tarihteki Refah Partisi çizgisi gibi bir İslâmcı perspektife sâhip olmadığını düşünüyorum. Bugünkü mesele esas olarak Erdoğan’ın iktidârını koruma gayreti. Kendisini, ailesini ve iktidârını koruma gayreti ve bu anlamıyla baktığımız zaman, Erdoğan MHP’ye ve Bahçeli’ye mecbur. O tarihte, 91’de, bu biraz daha fazla tersineydi. Her iki taraf da birbirine muhtaçtı, ama esas olarak ihtiyâcı olan MHP’ydi, Türkeş’ti, ülkücülerdi. İslâmcılar sâyesinde Ülkücüler tekrar nefes almaya başladılar güçlü bir şekilde. Şimdi ise MHP etkisini yitirmiş bir parti görünümünden, Türkiye’nin siyasetini biçimlendiren bir partiye dönüştü. Bunu da Erdoğan sâyesinde yapıyor. Ama burada işlerin büyük ölçüde, 29 yıl sonra tersine dönmüş olduğu kanısındayım.
Evet, benim için çok heyecanlı bir dönemdi, seçim kampanyasıydı. Çok şey öğrendim. Çok kişiyle tanıştım. O tarihte tanıştığım kişilerin bir kısmı, sonra, özellikle Refah Partililer devlette çok önemli yerlere geldiler, bakan oldular, başbakan oldular, cumhurbaşkanı oldular. Orada bir de tabii gazeteci olarak sahada böyle izlediğiniz zaman, hele taşrada, Anadolu’da izlediğiniz zaman, teorikle pratiğin arasındaki farkı gözleme imkânınız oluyor. Bir de tabii ki reel-politik, yani insanların inandıklarıyla yaptıkları, yapmak zorunda kaldıkları arasındaki farkı görme imkânınız oluyor ve orada esas olarak Refah Partisi’nin ya da genel olarak Türkiye’de İslâmcı siyâsî hareketin nasıl bir ana akım siyâsî harekete dönüşmekte olduğunu gözledim. MHP’nin hâlâ tam anlamıyla bir ana akım olduğunu söylemek mümkün değil. Ama Refah Partisi, ardından gelen Fazilet Partisi ve nihayet Adalet ve Kalkınma Partisi, artık Türkiye’de bütün ideolojik omurgalarına rağmen birer kitle partisi oldular ve Türkiye’nin yakın tarihine, en azından son 30 yılına damga bastılar. Ben de bu 30 yılı bir gözlemci olarak yakından izledim.
Memnun muyum? Galiba memnunum. Çünkü bir hareket gözlüyorsunuz. Yükselişi görüyorsunuz. Sonra yükselişten inişe geçişi görüyorsunuz. Kazananlar, kaybedenler ve bütün bunlar aslında bir gazeteci için, siyâsetle ilgili bir gazeteci için bulunmaz fırsatlardı ve ben de bazen fırsatları kendim yaratarak –ki bu olayda böyle oldu– kimseden beş kuruş para almadan, kendi cebimden gittim. Ama sonra ne oldu? Döndüm, Cumhuriyet gazetesine “52 Günlük İttifak” diye yazı dizisi yaptım ve orada harcadığım paranın çok daha fazlasını telif olarak Cumhuriyet gazetesinden aldım. Sonra o tarihte Cumhuriyet gazetesinde bayağı bir yol ayrımı yaşanıyordu ve seçimden kısa bir süre sonra da Cumhuriyet’te çalışmaya başladım. Ama o da çok fazla uzun sürmedi. Belki Cumhuriyet gazetesi anılarımı da belki bir başka “Gomaşinen”de anlatırım. Evet, söyleyeceklerim bu kadar. İyi günler…