Taraf Gazetesi, 22 Ekim 2009 tarihinde Mehmet Baransu imzalı “Ölüm helikopterinde 139 defa arandı” başlıklı manşetle çıktı. Habere göre 25 Mart 2009 günü Kahramanmaraş’ta Büyük Birlik Partisi Genel Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu ile birlikte 6 kişinin ölümüne yol açan helikopter kazası, NTV haber merkezinden yapılan yüzlerce telefon araması nedeniyle gerçekleşmişti.
Haberde şöyle deniyordu: “Telekomünikasyon ve ulaşım sektöründe görevli iki mühendise, NTV santralından yapılan ve sıfır saniye görünen yüzlerce telefon aramasının ne anlama geldiğini sorduk. Belgeleri ve arama kayıtlarını gösterdiğimiz her iki mühendis de, aramaların manyetik bir alan yaratmak için yapıldığını iddia etti. Mühendislere göre helikoptere daha önceden bir çip yerleştirildi. Telefon aramalarıyla elektro manyetik bir alan oluşturuldu ve helikopterin GPS ve yükseklik göstergesi olan Altimetre cihazları bozuldu. Bu nedenle helikopter pilotu Kaya İstektepe olduğundan daha yüksekte uçtuğunu zannederek, dağların üzerinde uçtuğunu düşünüyor ve hızla dağa çarpıyor…”
NTV Taraf’ın “haber”indeki saatlerin yanlış gösterildiğini, aramaların kaza haberinden sonra yapıldığını tartışmasız bir şekilde kanıtladı ve gazete NTV’den özür dilemek zorunda kaldı.
Türkiye basın tarihine en büyük skandallardan biri olarak geçen bu yalan haberin öyküsü:
Mirgün Cabas’ın yazısı: Mirgün Cabas’tan Ahmet Altan’a açık mektup
Ruşen Çakır’ın yazısı: Ahmet Altan ve Gazetecilik
Doğan Akın’ın yazısı: Helikopteri NTV mi düşürdü ya da Taraf Türk düşmanı bir ABD projesi mi!
Yayına hazırlayan: Gülden Özdemir
Merhaba, iyi günler. “Gomaşinen”in 7. Bölümünde, 11 yıl önce yaşadığım bir olayı anlatacağım. Belki de gazetecilik hayâtımda tanık olduğum ve bir şekilde içinde de yer aldığım en büyük gazetecilik skandallarından birisiydi bu olay. 11 yıl önce, olayın ilk başladığı tarih 22 Ekim 2009. Taraf gazetesinin manşetiyle başladı. Daha sonra 23 Ekim 2009’da devam etti. Ama ondan sonra bir özür yazısıyla noktalandı. Ama aslında noktalanmadı. Hâlâ aradan 11 yıl geçmiş, ben bunu bugün yine sizlere anlatıyorum.
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
Olay, Büyük Birlik Partisi Genel Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu’nun 25 Mart 2009 tarihinde, bir seçim gezisi sırasında, Kahramanmaraş’ın Çağlayancerit ilçesinden havalanan helikopterinin bir süre sonra düşmesi olayı. Helikopterde bulunan İhlas Haber Ajansı muhabiri İsmail Güneş, önce yaralı bir vaziyette, saat 15.33 sularında hem âcil yardımı arıyor, hem de kendi haber ajansını arayıp helikopterlerinin düştüğünü söylüyor. Ama maalesef İsmail Güneş de daha sonra kurtarılamadı. Helikopterde hayatını kaybedenler: Muhsin Yazıcıoğlu, yanında partisinin Sivas İl Başkanı Erhan Üstündağ, Erhan Üstündağ’ın yardımcısı Yüksel Yancı, Sivas Belediye Meclis üyesi Murat Çetinkaya, İHA muhabiri İsmail Güneş ve pilot Kaya İstektepe. Çok büyük bir şok olmuştu. Büyük Birlik Partisi çok büyük bir parti değildi; ama Muhsin Yazıcıoğlu, ülkücü hareketin önde gelen isimlerinden birisi. Çok popüler bir isimdi. Karizmatik bir isimdi ve ölümü tabii ki çok büyük bir şoka ve iddialara, spekülasyonlara yol açtı. Muhsin Yazıcıoğlu gibi hayâtı cezaevlerinde, militanlıkla, sonra da siyâsetle geçmiş, devletle hep belli bir anlamda ilişkisi olmuş birisinin, bir helikopter kazâsında, Anadolu’nun ücra bir yerinde bir helikopter kazası sonucu ölmesi birçok kişinin aklına en son ihtimal olarak geldi ve bunun bir sabotaj, suikast vs. olabileceği üzerine bir dizi akıl yürütme yapıldı. Bu olaydan 7 ay sonra Taraf gazetesi, Mehmet Baransu imzalı bir haberle, manşetle, “Ölüm helikopterinde 139 defa arandı” manşetiyle bir haber yaptı. Habere göre, helikopter düşmeden önce NTV haber merkezinden yüzlerce kez telefonla, Muhsin Yazıcıoğlu başta olmak üzere helikopterdeki kişilerin cep telefonları aranmıştı ve bu cep telefonlarının aranması sonucu bir manyetik alan yaratılıp helikopter düşürülmüştü. Bakın nasıl yazıyor, bunu bulmam lâzım. Bir suikast düzeneği var hesapta.
Buna göre şöyle oluyor, diyor ki: “Telekomünikasyon ve Ulaşım sektöründe görevli iki mühendise, NTV santralinden yapılan ve sıfır saniye görünen yüzlerce telefon aramasının ne anlama geldiğini sorduk. Belgeleri ve arama kayıtlarını gösterdiğimiz iki mühendis de aramaların manyetik bir alan yaratmak için yapıldığını iddia etti. Mühendislere göre helikoptere daha önceden bir çip yerleştirildi. Telefon aramalarıyla elektro-manyetik bir alan oluşturuldu ve helikopterin GPS ve yükseklik göstergesi olan altimetre cihazları bozuldu. Bu nedenle helikopter pilotu Kaya İstektepe, olduğundan daha yüksekte uçtuğunu zannederek, dağların üzerinde uçtuğunu düşünüyor ve hızla dağa çarpıyor.” Bir film senaryosu gibi…
Yani ne oluyor? Önce bir çip yerleştiriliyor. Sonra NTV santralinden yüzlerce arama yapılıyor ve âletler bozuluyor. Âletler bozulduktan sonra da pilot bir hatâ yapıyor ve dağa çarpıyor. O haberin çok detayı var. Haber diyorum; ama haber değil tabii ki. Böyle büyük bir köpürtmeyle bu manşeti attılar. O tarihte ben NTV’de siyâset danışmanı olarak çalışıyordum ve aynı zamanda Mirgün Cabas’la hafta içi sabahları “Yazı İşleri” programını yapıyorduk. Berâber hazırlıyorduk. Mirgün Cabas aynı tarihte, o sırada aynı zamanda NTV’nin haber koordinatörüydü. Yani haber operasyonlarından birinci derecede sorumluydu ve burada sözü geçen aramaların da sorumlusu oydu. Kendisi de nitekim bunu anlattı. Normalde şöyle bir sistem oluyordu; ben Anadolu Yakası’nda oturuyorum. Vapurla geçiyordum. Sonra NTV’nin aracı beni alıp, Maslak’ta NTV’ye götürüyordu. Vapurda, yolda ve arabada Mirgün’le günün haberlerini konuşuyorduk. Bir gün önceden konuk saptanmış oluyordu. Konuk büyük ölçüde, eğer İstanbul dışında değilse stüdyoya geliyordu ve alıntılarla vs. yayını öyle kotarıyorduk. O gün, tabii bu arada ben elimde gazetelerle vapurda oturuyorum ve gazetelerden aynı zamanda alıntılanacak yerler, köşe yazıları seçiyoruz.
Tabii ki Taraf’ın manşetini görünce diğerlerinin hiçbirisine bakamadık ve o gün “Yazı İşleri”nde sâdece o manşeti ele aldık. Çok büyük bir şoktu. Benim için daha fazla bir şoktu. Çünkü ben o gün, Muhsin Yazıcıoğlu’nun olayının, kazanın olduğu gün o saatte NTV’de değildim. Normalde sabah NTV’de yayını yaptıktan sonra bir müddet daha orada kalıp Vatan gazetesine geçiyordum. Orada gazetede, iki yerde işim vardı yani. Sabahları NTV’de, daha sonra da Vatan gazetesinde oluyordum. Kazâ sırasında muhtemelen Vatan gazetesindeydim. Ama Mirgün, o gün haber merkezinin başında. Anlatısı şöyle: “İhlas Haber Ajansı’ndan haber geldi. Helikopterin düştüğü haberi geldi. Biz helikopterde bulunan kişilerin kimler olduğunu saptadık. Onların cep telefonlarını bulduk ve o numaraları bütün haber merkezindeki arkadaşlara dağıttık ve arkadaşlar kazânın ardından sürekli bu kişilere ulaşmaya çalıştılar, ama kimseye ulaşamadık.”
Biz bunu NTV “Yazı İşleri”nde anlattık. Böyle anlattık. İkimiz baş başa. Mirgün’e ben sordum. Mirgün olay gününü anlattı ve bu arada Taraf gazetesinin üst düzey yöneticilerinden Yasemin Çongar bağlandı, aradı ve bize dedi ki: “Biz haberimizden eminiz. Elimizde belgeler var.” Çok basit bir şey sorduk: “Niye yayından önce bizi aramadınız? Bize niye sormadınız? Niye bizsiz yaptınız?” haberi diye. O da: “Biz sizin üstlerinizi aradık” dedi. Ne olduğunu anlamadık. Sonra belli oldu ki Ahmet Altan, gazetenin Genel Yayın Yönetmeni, genel müdür konumunda olan, patron Ferit Şahenk’in NTV’deki temsilcisi olan Erman Yerdelen’i arıyor. Erman Yerdelen o sırada Almanya’da. Ne olduğunu bilmiyor. Doğru dürüst cevap veremiyor ve bunlar onunla yetiniyorlar. Genel Yayın Yönetmeni Cem Aydın’a ulaşamıyorlar. Ama esas olayı yapan kişilere, Mirgün’e ve diğer kişilere, bana hiç kimse bir şekilde ulaşmaya çalışmadı. Halbuki biz Yasemin Çongar’la bu olaydan kısa bir süre önce ABD’de Washington’da uzun bir süre aynı anda gazetecilik yaptık. Birbirini tanıyan iki kişiydik. Aramadı ve telefona bağlanarak, “Biz sizin üstlerinizi aradık” diyerek, biraz da bizi açıkçası aşağıladı.
Daha sonra neye uğradığımızı şaşırdık tabii. Yayını yaptık. Ondan sonra NTV yönetimi, olayın ne olduğunu anlamaya çalıştı. Olayın ne olduğu zâten belliydi. Olayın oluş şekli belli: Kazâ oluyor, kazâ haberi NTV’ye geliyor ve NTV de gazetecilik refleksiyle, helikopterde olduğu bilinen kişileri aramak için, onlara ulaşmak için aynı anda birçok yerden arıyor. Bu arada, öğleden sonra bir saatti. Ben de NTV’de kaldım ve bir telefon bana bağlandı. Mirgün o sırada meşgulmüş ya da başka bir şey. Mehmet Baransu. Ben konuştum Mehmet Baransu’yla. O kendinden çok emin. Zaten küstah birisiydi. Dalga geçti. Ben dedim ki: “Akıl var, mantık var. Bu nasıl olur? Niye yapalım?” O da “Vallahi bilmiyoruz. Bizim elimizde belgeler var vs..” dedi. “Yarın açıklayacağız belgeleri” dedi. Ben de dedim ki: “Bunun belgesi ne olabilir yani? Açıklayın, ama bu yalan. Böyle bir şey olamaz. Biz kazâ haberinden sonra aradık” Yok öyle değil, böyle filan… Kendisine, hani böyle nasıl diyeyim? “Öbür dünyada bunun hesabını görürüz” meâlinde bir şey söyledim. Çünkü yani bu dünyada çok güçlüydü. Arkasını savcılara vs. dayamıştı. Kendinden çok emindi ve o küstah telefon konuşmasının ardından, biz tabii ertesi günü bekledik.
Bakalım Taraf ne yapacak diye ve Taraf yapacağını yaptı tabii. Ne dedi? “Bu telefonları açıklayın” dedi ve telefonların dökümünü yayınladı. Uzun uzun, böyle dakika dakika. Kaç saniye sürmüş, kaç dakika sürmüş. Çünkü aranıyor. Kimse olmayınca telefon kapanıyor. Hangi santralden? NTV’nin büyük bir santrali vardı, yani çok sayıda hat var. Bazı numaralar aynı anda 10 telefon 20 telefon santralden çıkış yapabiliyor. Mesela 212 335 41 52, mesela 335 41 49 değişik numaralar burada gözüküyor. 335 41 52… Bunlar sürekli arıyor ve Mirgün de dedi zâten. “Ben de en az 100 kere aramışımdır” dedi. Bunları yayınladılar. Saatleri var ve ondan sonra diyorlar ki: “İlk arama 15.52’de gerçekleşti vs.” Dolayısıyla ne oluyor? Uçak kalktıktan kısa bir süre sonra aranmalar başlanmış. Böyle bir iddiayla belgelediler.
Bu arada Ahmet Altan bir yazı yazdı. Ahmet Altan’ın yazısı da “NTV ve gazetecilik” başlıklı bir yazıydı. Diyor ki: “Bizim sarsıcı haberler uzmanı Mehmet Baransu, elinde haberle geldi. Çok kuşkulu bir kazâda ölen Muhsin Yazıcıoğlu…vs. yüzlerce kez aranmıştı. Telefon dökümleri elimizdeydi. Bu açıklanması gereken tuhaf bir durumdu. Bir televizyon kanalı düşecek bir helikopteri, o helikopter düşmeden ve düştüğü hakkında bir bilgi edinilmeden önce neden bu kadar çok arıyordu? Baransu’nun konuştuğu iki uzman bunları bunları diyordu. NTV’yi aradın mı dedim Baransu’ya. ‘İki kere aradım, sizi arayacağız dediler ama aramadılar’ dedi. Ama haber ciddî bir haberdi. Sormamız gerekiyordu. Ondan sonra şunu aradık. Ben Erman Yerdelen’i buldum. Durumu anlattım.” Ondan sonra şöyle bir bölüm var: “Dün sabah NTV’de ‘Yazı İşleri’ programını seyrederken, programı yapan iki genç gazetecinin…” –genç gazetecilerden biri ben oluyorum, diğeri Mirgün; Mirgün genç, hâlâ da genç gözükür, ama ben o tarihte, 11 yıl önce olduğuna göre 47 yaşımdayım, tabii ‘genç’ diyerek bizi küçümsüyordu– “…hem bizim gazeteden, hem de haberden çok alaycı, küçümseyici, aşağılayıcı bir şekilde söz ettiklerini gördüm.” Ondan sonra bizimle dalga geçti ve dedi ki: “Biz haberimizin sonuna kadar arkasındayız vs.”
Yani diyor ki: Ya savcının elindeki resmî telefon kayıtları hatâlı ve biri savcıyı şaşırtıp soruşturmayı yanlış yönlendiriyor ya da “Biz aradık” diye canlı yayında îtiraf ettiklerine göre, NTV’den birileri o helikopterin düşeceğini daha düşmeden önce biliyorlardı. Şimdi, Ahmet Altan’ın bu yazısından sonra Mirgün Cabas, Ahmet Altan’a bir açık mektup yayınladı. NTV’nin sitesinde yayınladı. Orada uzun uzun anlatıyor ve çok güzel bir cümlesi vardı Mirgün’ün. Onu arıyorum bir yandan, şöyle diyor: “Sizde, bu haberde her şey var; ama bir tek akıl yok.” Ama cümleyi tam bulamadım. Bir taraftan internetten onu arıyorum. Neyse bulamadım. “Bu haberde her şey var; ama bir tek akıl yok” demişti. Buna da çok bozulmuşlardı ve olayın ne olduğu önce biraz belirsiz kaldı tabii.
Onlar, “Siz düşürdünüz” diyorlar; biz de “Düştükten sonra aradık” diyoruz ve sonra tabii çok basit bir şekilde olay aydınlandı. Nasıl aydınlandı? Bu NTV’nin arama kayıtları, savcının dosyaya koyduğu kayıtlar, Greenwich saatine göre yani iki saat önce. İngiltere saatine göre oluyor. Yani orada 14.36 diye gözüken saat, aslında 16.36. Evet, 16.36 olması lâzım. Yani düştükten sonra. Burada çok basit bir şeyi atlıyorlar. Daha sonra NTV yönetimi bu kayıtları buldu ve olayın ne olduğunu gösterdi. Gösterdikten sonra da Taraf gazetesi manşetten, “Özür dileriz, biz yanlış yapmışız” dediler ve olayı kapattılar. Kapatmak istediler daha doğrusu; ama bu arada mahkemeler sürdü. Yargılamalar sürdü. Mirgün gitti, ifâdeler verdi. Ama olay bir şekilde, bu saçmalık bir şekilde ortaya çıktı.
Niye böyle bir şey yaptılar? Bir kere bu, Mehmet Baransu’nun akıl edebileceği bir saçmalık değil. Bu savcıların akıl ettiği bir saçmalık. Savcılar, tek özellikleri Fethullahçılık olan kişiler savcı olarak önemli yerlere getirildiler ve bunlar görür görmez, basit bir akıl yürütmeyle, hiçbir yerden olayı teyit etmeden, saatleri görerek, “Demek ki bunlar aramış” diye bir akıl yürütmeyle NTV’yi gündeme getirdiler. Tabii kendilerinin bunu yapması tek başına yeterli olmayacaktı. Bunun üzerine her zaman olduğu gibi Mehmet Baransu devreye girdi ve de “bomba” gibi bir haberle manşetten girdi.
Tabii insanın aklının almadığı şu: Diyelim ki böyle bir tezgâh var. Bu tezgâhı niye NTV, NTV çalışanları yapsın? Buna normalde insanların, Taraf gazetesi muhabirinin, onun şefinin, Genel Yayın Yönetmeni’nin bu soruya, bu basit soruya bir cevap verebilmesi lâzım. Bu gerçekten akıl kârı olmayan bir şeydi. Ama orada, o atmosferde, o tarihlerde, Ergenekon-Balyoz vs. onların olduğu bir dönemde, Fethullahçılar’ın ali kıran baş kesen olduğu bir dönemde, Taraf’ın havasından geçilmediği bir dönemde, NTV Türkiye’nin en etkili haber kanalıydı ve tüm o süreçte alabildiğine temkinli bir şekilde, eleştirel bir şekilde çok etkili yayınlar yapıyordu ve bu yayınları Fethullahçılar sevmiyordu. Açık açık onlarla bir savaş yapıldığını söyleyemeyeceğim, ama birçok şeyde onların istediği medya atmosferine dahil olmuyordu NTV. Bizzat içinde olduğum için biliyorum. Çok şüpheli, sorgulayıcı bir şekilde bakıyorduk ve olabildiğinde herkese eşit mesâfeden yaklaşmaya çalışan bir yayın politikası vardı ve bu da Fethullahçılar’ı çok ciddî bir şekilde rahatsız ediyordu. Taraf’ı çıkartanları ve onun köşe yazarlarını da rahatsız ediyordu ve her vesileyle NTV’ye sataşmak için değişik değişik bahâneler arıyorlardı. NTV’yi sürekli olarak gündemlerinde tutuyorlardı. Hoşlanmadıkları bir yer olarak tutuyorlardı. Kazanamadıkları için bir şekilde hedef almaktaydılar ve bu onların gözünde çok câzip bir fırsat oldu. Bir taşla birçok kuş vurmuş olacaklardı. Hem bir taraftan NTV’yi iyice etkisizleştireceklerdi.
Diğer taraftan yaratmak istedikleri o korku atmosferini, yani Muhsin Yazıcıoğlu gibi bir siyâsetçiyi bile öldürtebilen bir yapı ve bu yapının medya ayağı gibi bir hava yaratacaklardı. Bu arada tabii birçok kişisel hesap falan da vardı. Sonunda rezil oldular, ama Türkiye’de öyle oluyor biliyorsunuz: Tam da rezil olmuyorsunuz. Yaptığınız yanınıza kâr kalıyor. Özür dilediler, tamam. Ondan sonra da bir şey yapmadılar. Ne o gazeteciyi işten attılar, ne başka bir şey yaptılar. Normal şartlarda o yayından sonra Taraf gazetesinin, yani çok abartılı gelebilir ama kendini feshetmesi bile bence doğru olurdu. İnsan içine çıkmamaları, çıkamamaları lâzımdı; ama bir şey olmamış gibi devam ettiler. Hatta Cengiz Çandar ve Hasan Cemal’in CNN Türk’te “Tecrübe Konuşuyor” diye bir programları vardı. Tam bu helikopter olayından sonra Taraf gazetesinin imajı iyice kötülemişken, Ahmet Altan ve Yasemin Çongar’ı çıkardılar. Orada “İşte böyle, ama şöyle vs.” filan deyip, yine Ahmet Altan “Ama savcılar da bunu niye dosyaya koyuyorlar? Demek ki bir şey var” demekten hâlâ geri kalamadı. Çünkü tam olarak bu olayı kabullenemediler. Yani bu rezâleti kabullenemediler. Bu rezâleti gerçek anlamıyla kabul etmeleri, başka yaptıkları yayınlar hakkında da başka birtakım yüzleşmeleri yapmalarını gerekli kılacaktı. Yapmadılar.
Bu benim gördüğüm, en abes gazetecilik skandallarından birisi. Bizzat bir şekilde içerisine dâhil olduğumuz bir şey. Ben de Ahmet Altan’ın “NTV ve gazetecilik” yazısına karşı bir yazı yazdım o tarihte, “Ahmet Altan ve gazetecilik” diye ve orada, onun en önemli özelliği olarak, o yazısında ve bütün o süreçte kibrin öne çıktığını, bizi küçümseyerek, Mirgün’ü, beni, diğer NTV çalışanlarını ve NTV’yi küçümseyerek ve kendisinin o Fethullahçılar’ın yetiştirmesi, sarsıcı haberler uzmanı muhabirini alabildiğine önemseyerek yaptığı şeyin ne kadar yanlış olduğunu kendimizce anlatmaya çalıştık. Sonra ne oldu? Önce Taraf gazetesinden Ahmet Altan ve Yasemin Çongar ayrıldılar. Daha sonra Taraf gazetesi etkisini iyice yitirdi ve daha sonra da devlet tarafından kapatıldı. Mehmet Baransu hâlâ içeride. Ahmet Altan hâlâ içeride. Tabii ki Ahmet Altan’a yapılanlar çok abes. Değişik yayınlarda da bunu dile getirdim. Bunlar, bu tür hatâlar ceza mahkemelerinin konusu olabilecek olaylar değil. Bunlar tamâmen gazetecilerin kendi aralarında tartışacakları ahlâkî bir mesele.
Normal şartlarda böyle büyük bir hatâyı yapan, göz göre göre bu kadar saçma bir hatâ yapan kişinin, bu işi bir şekilde bırakması ya da iddiasız bir şekilde, sessiz, sâkin bir şekilde kenara çekilmesi gerekirdi. Bunu yapmadılar. Sonra, o tarihte birlikte hareket ettikleri Recep Tayyip Erdoğan, bu olaydan belli bir süre sonra onları çok kişisel olarak, özellikle Ahmet Altan’ı –Mehmet Baransu olayını çok fazla bilmiyorum, açıkçası çok da fazla umurumda değil; çünkü Mehmet Baransu bambaşka bir olaydı– ama Ahmet Altan, Türkiye’nin en iyi yazarlarından birisi ve gazeteciliği de çok çekirdekten yapmış birisi. Bütün yaptığı hatâlara rağmen Ahmet Altan’ın cezaevinde olmasının, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kişisel bir talebi olduğuna adım gibi eminim. Dolayısıyla haksız bir şekilde içeride tutulduğunu çok iyi biliyorum. Ama bu olayın, bu olayı yapabilecek kadar, böyle bir saçmalığı yapabilecek kadar –nasıl söyleyeyim? Tam kelimeyi de bulamıyorum ama– böyle bir güç sarhoşluğu vardı o tarihlerde Taraf gazetesinde. Haber yaptıkları haberin arkasından ses geliyordu. Birileri içeri giriyordu, birileri işini kaybediyordu vs. ve bu olaydan sonra da büyük bir ihtimalle NTV’nin kapısına kilit vurulmasını beklemişlerdi. Ama olmadı. Çok basit bir şekilde, o saatlerin Greenwich saati olduğunu gösterdiğimiz anda her şey bitti.
Tabii burada Büyük Birlik Partisi ve Muhsin Yazıcıoğlu olayı var. Yani bu hayâtını kaybeden kişi çok sıradan birisi değil ve ona çok inanmış, ona bağlı, çok sert bir kitlesi var. Dolayısıyla yaptıkları çok riskli bir şeydi. Hepimizi, NTV’yi, NTV çalışanlarını, Türk-İslâm ülkücüleri diye tâbir edilen, Büyük Birlik Partisi’nin tabanına hedef gösterdiler. Çok riskli bir şeydi. Yani gerçekten güvenlik alanında da çok riskli bir şeydi. Bunu da o sarhoşlukla tabii ki çok fazla önemsemedikleri anlaşılıyor.
Bu arada geçen yaptığım “Gomaşinen”de de bahsetmiştim; Muhsin Yazıcıoğlu’nu kişisel olarak da tanıyan ve belli bir hukuku olan da birisiydim, bir gazeteciydim çok eski zamandan beri. Tanıdığım, tanıştığım, kendisiyle defalarca röportaj yapmış birisiydim ve hayatını kaybetmesinden de gerçek anlamda, samîmî bir şekilde çok üzülmüş birisiydim ve bu olayın, bir de böyle bir şey olunca işler tam anlamıyla karıştı. Hattâ ben o sabahı tekrar hatırlıyorum. Vapurda gazeteye, Taraf gazetesine bakıp neye uğradığımı şaşırdım. Anlamadım. Yani önce bir bakıyorsunuz, nedir bu filan diye bakıyorsunuz. Önce bakıyorsunuz helikopter, şu bu… Sonra bakıyorsunuz, NTV, sizin de kurumunuz… Böyle bir skandaldı. Rezâlet bir olaydı. Kapandı, ama kapanmadı. En azından ben “Gomaşinen”de bunu bir kere daha açmış olayım.
Bir not düşeyim. O tarihte sıcağı sıcağına T24’te Genel Yayın Yönetmeni Doğan Akın’ın “Helikopteri NTV mi düşürdü ya da Taraf, Türk düşmanı bir ABD projesi mi?” diye bir yazısı var. Çok iyi bir yazıydı. Bu haberin yalan olduğu daha kanıtlanmamıştı, henüz o şeyi bulmamıştık NTV olarak. Ama Doğan’ın o yazısı da zâten normal bir akıl yürütmeyle bu haberin haber olmadığını, yalan olduğunu orada göstermişti. Ama çok sayıda kişi, Taraf’ın yaptıklarını önemseyen, oradan Türkiye’nin demokratikleştiğini vs. sanan birçok kişi, bizden, “Ya abi, kapatın bu olayı, çok da büyütmeyin… tamam özür dilediler… artık daha ne istiyorsunuz?’’ deyip, olayın gerçek sonuçlarının hayâta geçmesini engellemek için bayağı bir çaba sarf ettiler ve onlar da en azından bir süre için başarılı oldular. Evet, söyleyeceklerim bu kadar. İyi günler…