Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Gomaşinen (9): Prof. Şerif Mardin ve “mahalle baskısı”

Gazetecilik anılarımın dokuzuncu bölümünde, Türkiye’de sosyal bilimlerin önde gelen isimlerinden Prof. Şerif Mardin’i, onun çalışmalarını, kendisiyle dostluğumu ve nihayet bir söyleşimizde dile getirdiği “mahalle baskısı” kavramının ülke gündemine oturmasının öyküsünü anlattım.

Şerif Hoca ile yaptığım ilk söyleşi Cumhuriyet Gazetesi’nde yayınlanmıştı. Bu fotoğraf o söyleşi sırasında kendisinin Cihangir’deki evinde çekildi

Yayına hazırlayan: Gülden Özdemir

Merhaba, iyi günler. “Gomaşinen”in 9. bölümünde bir dostumdan söz edeceğim: Prof. Şerif Mardin’den. Prof. Şerif Mardin, benim hayâtımda çok önemli bir yer tutan birisi, birisiydi. Hâlâ öyle. Hep kendisini çok iyi hatırlıyorum. Ondan çok şey öğrendim. Dostluğunu hiçbir zaman unutamayacağım. Gazetecilik hayatımda çok kişiyle tanıştım. Siyâsetçi, akademisyen, gazeteci, değişik mesleklerden insanlar… Bunların hepsinin hayâtımda ayrı ayrı yerleri oldu; ama herhalde bu süre içerisinde tanımaktan ve tanışmaktan ve dost olmaktan en çok mutlu olduğum kişi hiç tereddütsüz Şerif Mardin’dir, Şerif Hoca’dır. 

Kendisiyle tanışmamız, bir Fransız arkadaş aracılığıyla olmuştu. Kendisini tabii ki biliyordum. Adını biliyordum; ama 1980’lerin ortalarında, benim gazeteciliğe başlamamdan kısa bir süre sonra, Galatasaray Lisesi’nden felsefe hocam Olivier Abel Fransa’ya taşındı. Onun Cihangir’de bir kiralık evi vardı ve bu evi, biz Galatasaray’dan arkadaşlar çok sık kullanırdık. Kendisiyle sohbetler ederdik. Çok güzel bir evdi. Boğaz manzaralı bir evdi. Olivier, Fransa’ya taşındıktan sonra evi Şerif Hoca kiraladı. Bir şekilde tanışıklıkları varmış. O vesîleyle, Olivier aracılığıyla Şerif Hoca’yla tanıştık. Tam da benim gazetecilikte yeni yeni İslâmcılık üzerinde çalışmaya başladığım zamanlardı. 

Tabii ki Şerif Hoca bu konuda çok ünlüydü. O kadar ünlüydü ki, onun Türkiye’de din konusunda yaptığı çalışmalar, müesses akademik nizâmı ciddî bir şekilde rahatsız ediyordu ve bir anlamda dışlanmıştı. Özellikle o katı laikçi sosyalbilimciler, Şerif Hoca’nın İslâm’ı, dindarları ve İslâmcılar’ı anlama çabasına hep şüpheyle bakmışlardı. Büyük ölçüde de dışlanmıştı. Ben de gazetecilikte İslâmcılar üzerine çalışmaya başladığım andan îtibâren yadırganan birisi oldum. Dolayısıyla bir anlamda “kaderdaşlık” ettik diyebilirim. 

Ondan çok şey öğrendim. Çok şey biliyordu. Birbirinden farklı görünen konularda, aynı anda okumalar yapan, çok soru soran, çok merak eden birisiydi. Birbirinden farklı kesimlerden insanlarla görüşen birisiydi. Birçok dili biliyordu ve dünyadaki literatürü, üniversitelerde üretilen makaleleri, kitapları vs. alanında çok yakından tâkip eden birisiydi. O tarihlerde henüz çok yerleşmemişti “küresel”, “global” kavramı, ama Türkiye’nin ender sayıdaki küresel aydınlarından, sosyalbilimcilerinden birisiydi. Biz kendisiyle tanıştıktan sonra bayağı sohbetler ettik ve onun dışında da benim yeni yeni tanışmaya başladığım bâzı İslâmcılar’la birlikte sohbetler ettik. Meselâ artık olmayan –şimdi adını hatırlamaya çalışıyorum– Cennet Bahçesi’ndeki sohbetlerimiz vardı. Bazen Cağaloğlu’na beraber giderdik. Orada birtakım İslâmî kitabevlerini, yayınevlerini ziyâret ederdik. Orada insanlarla sohbet eder, kitap karıştırır, satın alırdık. Hattâ bir keresinde birlikte Sezai Karakoç’la Cağaloğlu’nda çalıştığı, kendi başına çalıştığı bir ofisi vardı, orada bir sohbet ettiğimizi hatırlıyorum; ama Sezai Bey biraz ketum birisiydi. Çok heyecanlı bir sohbet olmamıştı; ama bir tanışıklık oldu. 

Şerif Hoca’yla gazeteci olarak değişik dönemlerde röportajlar da yaptık. Onun yaptığı birtakım çalışmaları haberleştirdiğim de oldu. Bunlardan ilki –daha o tarihlerde Cumhuriyet gazetesinde çalışmıyordum ama–, Cumhuriyet gazetesinin “Haftanın Sohbeti” sayfasında, Şerif Hoca’yla yaptığım röportaj yayınlanmıştı. Orada bir fotoğrafımız da var. Evinde çekilmiş, benim sakallı hâlim, bir blue-jean pantolon. Hoca’yla samimiyetimizin, dostluğumuzun daha ilk anlarıydı. Biraz bir resmiyet henüz vardı o sıralarda. Daha sonra çeşitli vesîlelerle kendisiyle sohbet ettik. Ortak birtakım toplantılara birlikte katıldık. Ama bunlardan bir tanesi, hem Şerif Hoca’nın hem de benim hayatımda çok etkili oldu. 

Bu ilginç bir olay aslında. 2007 yılında kendisiyle yaptığım bir söyleşiydi. O söyleşinin, böyle bir sonuca yol açabilecek bir söyleşi olacağını hiç düşünmemiştim. Ben o tarihlerde –bu söyleşinin yayınlanışı Mayıs 2007–, 15 Mayıs 2007’de Vatan gazetesinde çalışıyordum. Washington muhâbiriydim, Washington’da yaşıyordum. 2004 sonunda yerleşmiştim. Orada gazetecilik yapmaya çalışıyordum. Çok başarılı bir gazetecilik yaptığımı söyleyemem Washington’da. Bunun birçok nedeni var. Bir kere İngilizcem olağanüstü iyi değildi. İkincisi; orada haber kaynaklarıyla ilişki kurma açısından çok zorluk yaşadım. Orada eskiden beri olan Türk meslektaşlarımız o konuda çok başarılıydılar. Ama yine de bir şeyler öğrendim. Yazdıklarımdan çok, öğrendiklerim vardır. Orada düşünce kuruluşlarının toplantılarını izleyerek, birtakım faaliyetleri izleyerek, Türkiye’den gelen siyâsetçilerin oradaki temaslarını izleyerek bayağı bir şey öğrendim. Sadece Türkiye’yle ilgili değil; dünyada işlerin nasıl yürüdüğünü de büyük ölçüde oradaki iki buçuk yıllık gazeteciliğimde öğrendim diyebilirim. Ama Türk-Amerikan ilişkileri ve ABD’de olup bitenler konusunda çok verimli olduğumu açıkçası düşünmüyorum. Benim için iyi oldu; ama gazete için o kadar iyi olmamış olabilir.

Her neyse… Şerif Hoca’nın bir ayağı hep Amerika Birleşik Devletleri’ndeydi. Zâten eğitiminin önemli bir kısmını orada yapmıştı. Değişik üniversitelerde hocalık yapmıştı ve hocalık yapmadığı zamanlarda da düzenli olarak –yılda bir kere meselâ– yaşı ilerlemiş olmasına rağmen, sağlık sorunları olmasına rağmen muhakkak uğruyordu. Washington’a gelirdi. Çünkü Washington’da, daha önce Amerikan Üniversitesi diye bir üniversitede uzun bir süre hocalık yapmıştı. Orada çok ilişkileri vardı. Arkadaşları, dostları vardı. 2007’deki gelişinde tabii ki bana da haber verdi ve o Washington’da Dupont Circle’a yakın bir otelde kalıyordu. Otelde kendisiyle sohbet ettik ve bir de kendisiyle röportaj yaptım. Röportajın nedeni, söyleşinin nedeni; onun birtakım makalelerinin, toplam 16 makalesi SyracuseÜniversitesi Yayınevi tarafından bir araya getirilmişti. Türkçesi: “Türkiye’de Din, Toplum ve Modernlik” diye bir kitap. O kitabı ben edinmiştim, okumuştum. Zâten bildiğim makaleler de vardı içinde. Onunla ilgili bir söyleşi yaptık ve o tarihte Vatan gazetesinin kitap ekine, arada kitap yazıları yazıyordum ABD’den. Orada, şu anda aramızda değil, çok genç yaşta hayatını kaybetti; Buket Aşçı, Yayın Yönetmeni’ne ayda en aşağı bir kere bir yazı yollardım ve bu söyleşiyi de orada yaptım. O söyleşiyi yaptık biz. Kitaptan bahsettik. Kitaptan hareketle Türkiye’den bahsettik ve ben söyleşiyi yaptım. 

Söyleşi yayınlandı. Çok da fazla bir ilgi görmeyecek bir söyleşi olarak yapmıştım; ama sonra kıyâmet koptu. Çünkü nasıl olduysa oldu. Bu söyleşide Hoca’nın dile getirdiği bir bölüm, “mahalle baskısı” olarak geçen bir bölüm, birilerinin dikkatini çekmiş Türkiye’de ve oradan hareketle bu konuda makale çok ciddî bir ilgi yaratmış. Neye uğradığımı şaşırdım ve o makaleyi, kitap ekinde çıkan söyleşiyi, daha sonra gazeteye koymuşlar ve bana şunu sordular: “Bunun devâmını nasıl getirebilirsin?” Buradaki mesele neydi? Hoca ne diyordu? Aynen okumak istiyorum size. “İslâmcılığın demokrasiyle bağdaşıp bağdaşmadığı konusunda dünyada çok az örnek var. Biri de AKP. 4 buçuk yılda AKP size şahıs olarak güven verebildi mi?” diye bir soru sorduğumda, Hoca’nın cevabı şu: “Bana onlar güven veriyor. Ama kalan şüphelerimi anlatmak için, sorduğun soruyla ilgisi olmayan bir yerden başlayacağım. Türkiye’de ‘mahalle baskısı’ diye bir şey var. Jön-Türklerin en çok korktuğu şeylerden biri de oydu. Mahalle baskısı, bilinmeyen ve sosyal bilimde ifâde edilmesi çok zor olan bir havadır. Bu havanın AKP’den bağımsız olarak Türkiye’de yaşadığına inanıyorum. Dolayısıyla AKP değil de bu havanın gelişmesine müsait şartlar oluşursa, o zaman AKP de bu havaya boyun eğmek zorunda kalacaktır.” 

Devam ediyor. Ben şu soruyu soruyorum: “Faşizan bir olgudan mı söz ediyorsunuz?” Hoca’nın cevâbı şöyle: “Değil. Buna örnek olarak daha çok İran’da ortaya çıkmış olan ve bugün Ahmedinejad’ın devam ettirdiği sistemi gösterebiliriz. O dinsel otokrasinin çevreyle, mahalleyle, ona destek veren insanların ortaya çıkardığı havayla da çok ilişkisi var. O havanın İran Devrimi’nde çok etkili olduğuna inanıyorum. Bu hava Türkiye’de de çıkabilir bir gün. 10-20 sene öncesine kıyasla daha az şansı var; ama bugün o havayı pompalayan başka şeyler, tuhaf oluşumlar, kendiliğinden olan birtakım tuhaf olaylar var. Bazı İslâmî alt çevreler ortaya çıkıyor. Bunda günümüzün gelişmiş imkânları da etkili oluyor. Mahalle havası dediğimiz şeyin bu İslâmî alt çevrelerle yeni bir şekil almış olduğuna inanıyorum. Bu yeni şekil AKP’yi döver. Demek istiyorum ki AKP, uzun vâdede eğer böyle bir hava gelişirse, ona bîat etmek zorunda kalabilir.” 

2007 Mayıs ayında yayınlanan bu cümleler, Türkiye’de acayip etkili oldu. Ben de Washington’da neye uğradığımı şaşırdım ve bu olaydan, bu yayından kısa bir süre sonra, Türkiye’de erken seçim kararı alındı ve ben de artık Washington’da bunalmıştım. Müge ve Ali Deniz de Türkiye’ye dönmek istiyordu. Biz apar topar, seçim yaklaştığı zaman, seçim kararı alındıktan sonra, bu söyleşi çıktıktan hemen sonra diyebilirim, yanılmıyorsam Haziran ayında –çünkü seçim Temmuz’da olmuştu– Türkiye’ye döndük ve Türkiye’ye döndükten sonra Hoca’yla bir söyleşi daha yaptım. Hoca bu konuyu biraz daha açtı; ama ilk söyleşi kadar ilgi görmedi ve mahalle baskısı her yerde konuşulur oldu. Herkes başka bir anlam yükledi. Ben gazetenin talebi üzerine bununla ilgili başka kişilerle söyleşiler yaptım vs.. Ondan sonra Şerif Hoca’yla Hürriyet gazetesi bir röportaj yaptı. Bir de Malezya meselesi gündeme geldi. “Türkiye Malezya olur mu?” tartışması. Yani “Türkiye İran olur mu?” tartışmasından, “Türkiye, Malezya olur mu?”ya doğru evirildi. Biz, bu söyleşi çıktıktan bir yıl sonra bir dernek kurmuştuk. 

Ben Türkiye’ye döndükten sonra, bir grup, çoğu gazeteci olan arkadaşla, Sosyal Sorunları Araştırma ve Çözüm Derneği, “SORAR” adında bir dernek kurduk ve orada özellikle Kürt sorunu başta olmak üzere önemli çatışma konularını tartışan faaliyetler yapmayı hesaplamıştık. Bayağı da yol aldık aslında ve Şerif Hoca’yla bir toplantı yaptık. Bu toplantı “Mahalle baskısı: Ne demek istedim?” diye bir toplantı oldu ve bunu Cemal Reşit Rey Konser Salonu’nda gerçekleştirdik. Büyükşehir Belediyesi bize bu imkânı sağladı o zaman. Konser salonunun başında benim bir arkadaşım vardı. O çok yardımcı oldu. Yalçın, eksik olmasın. Burada önce ben Şerif Hoca’yla baş başa bir söyleşi yaptım. Tabii bu arada salonda çok sayıda dinleyici var. Önce Şerif Hoca’yla söyleşi yaptık. Ondan sonra Prof. Binnaz Toprak, Prof. Fuat Keyman, Prof. Ali Yaşar Sarıbay, Doç. Necdet Subaşı ve Dr. Hidayet Şefkatli Tuksal’ın da katıldığı bir tartışma oldu. En sonunda, seyircilerden de soru-cevaplar oldu. Çok etkili bir tartışma olmuştu. Hattâ bu tartışmanın bir bölümünü biz NTV’de bile yayınladık. Türkiye bir zamanlar böyle bir ülkeydi. Gerçekten şu anda çok şaşırtıcı gibi geliyor ama…

Burada, bu kavram hâlâ günümüzde çok yaygın. Hoca’nın o tarihte söylediği şeylerin, bir süredir Türkiye’de ciddî bir şekilde yaşandığını kabul ediyoruz ve iş biraz karışık. Yani şöyle karışık: Şerif Hoca, “Bir mahalle baskısı var, alt gruplardan gelen bir şey. AKP buna bîat edebilir” dedi. Şu anda böyle bir otoriter bir havanın olduğunu biliyoruz. Bir baskı atmosferi olduğunu biliyoruz uzun bir süredir. Ama bunun ne kadarı aşağıdan geldi, ne kadarı yukarıdan geldi; aşağısı ile yukarısı nerelerde ortak hareket etti meselesi tartışmaya çok açık. Bu tartışma hâlâ günümüzde de sürüyor. Bizim bu mahalle baskısını ortaya attıktan sonra ve SORAR’da bu çalışmayı yaptıktan sonra, Açık Toplum Vakfı –o sırada vakıf statüsündeydi yanılmıyorsam– bir araştırma yaptırdı: “Mahalle baskısı kavramı Türkiye’de ne derece var?” diye. Prof. Binnaz Toprak’ın yönetiminde, Türkiye çapında bir araştırma yaptılar ve bu araştırmanın sonucunda da bu baskı olayının olup olmadığını, genellikle gazetecilerle birlikte, bu araştırma için çalışan –ki içlerinde Nedim Şener de vardı– gazeteciler Türkiye’yi dolaştılar ve orada çok ilginç bir şey çıktı. 

Başta hesaplamadıkları bir şeydi. Mahalle baskısı denince, özellikle Anadolu’da Fethullahçılar çok dikkat çekiyordu. Anadolu’da çok ciddî bir Fethullahçı tahakkümü olduğunu saptadılar ve önceden düşünmedikleri bir şeydi bu. Ona bu araştırmada başlı başına bir bölüm ayırdılar ve araştırmanın en dikkat çekici yönü bu oldu. Yani tüm Türkiye’ye ve dünyaya barış, hoşgörü, diyalog olarak kendini sunan, pazarlayan Fethullahçılar’ın, Anadolu’da nasıl bir tahakküm havası estirdikleri, dindar olmayanların dışında, başka dindarlar üzerinde de nasıl bir baskı uyguladıkları bu araştırmada ortaya çıktı. Bir diğer ortaya çıkan husus da çok ilginç. Açık Toplum Vakfı’nın o tarihte önde gelen isimlerinden olan iş adamı Can Paker, kendi kurumunun hazırladığı bu raporu protesto etti. Basın toplantılarında karşı çıktı. Özel olarak Fethullahçı yayın organlarına, bunun önyargılı olduğunu vs. anlattı ve orada kendisi Fethullahçılar’a kalkan oldu Can Paker. Kendi kurumunun finanse ettiği bir çalışmanın bulgularını reddetti. Bunu bayağı bir süre sürdürdü; ama şimdi Can Paker hâlâ Cumhurbaşkanı Erdoğan’a yakın bir isim olarak biliniyor ve tabii ki FETÖ’ye ve darbe girişimine karşı, liberal bir isim olarak kendini pazarlamaya devam ediyor. 

Her neyse, Şerif Hoca’ya dönelim. Beni bu mahalle baskısı meselesinde en çok rahatsız eden husus, Hoca’nın bu kavramla birlikte anılıyor olması. Bu medyayla ilgili bir şey tabii ki. O tarihlerde sosyal medya o kadar güçlü değildi. Vardı, ama o kadar güçlü değildi. Ama esas olarak medyayla ilgili bir şey. Türkiye’de çok önemli çalışmalara imza atmış, çok önemli kavramlar geliştirmiş bir isim Şerif Mardin. Ama Hoca’nın adı anıldığında hemen, “mahalle baskısı” kavramı geliyor. Hoca, Boğaziçi Üniversitesi’nde hocalık yapmıştı. Ben de Boğaziçi’nde okudum, ama kendisinin dersine girme şansım hiç olmamıştı. Ama hayat boyu ondan çok ders aldım. Çok şey öğrendim. En son Sabancı Üniversitesi’nde hocaydı. Daha çok yüksek lisans öğrencilerine ders veriyordu ve sağlık nedeniyle de okula çok gidemiyordu. Öğrenciler genellikle onun evine gidiyorlardı. Onun öğrencisi olma şansını yakalamak gerçekten çok büyük bir fırsattı. 

Öğrencilerinden çok tanıdıklarım oldu. Farklı farklı kesimlerden kişiler ve çoğu şu anda akademide, önemli yerlerde bulunuyorlar. Daha sonra bir törenle Şerif Hoca’ya Sabancı Üniversitesi fahrî bir, Emeritus Profesörlük unvanı verdi. Çok onur verici bir şeydi. Ama aynı zamanda da işine son verdi. Hoca’nın bundan çok rahatsız olduğunu hatırlıyorum. Çünkü maddî olarak ihtiyâcı vardı üniversiteden aldığı gelire. Daha sonra kendisine Şehir Üniversitesi sâhip çıktı. Sabancı’dan sonra İstanbul Şehir Üniversitesi’nde ders verdi. Yine yüksek lisans dersleri verdi ve ardından Şehir Üniversitesi’nin AKP tarafından kapatılmasını göremeden, çok acı bir olay oldu, biliyorsunuz 6 Eylül 2017’de hayatını kaybetti Şerif Hoca. Ben o sırada, oğlumun yanında, eşimle beraber yurtdışındaydım. Yurtdışında okuduğu için, onun yanındaydık ve maalesef cenazesine katılamadım. Bulunduğum yerden Hoca ile ilgili birtakım yayınlar yaptım. Onu hayırla andım diyelim. 

Hoca’nın cenâzesine, öğrencilerinden Ahmet Davutoğlu da katılmıştı. O fotoğraf hâlâ gözümün önündedir. Başka isimler de vardı tabii. Çok büyük bir isimdi. Oğlu Osman İngiltere’de yaşıyor. Finans sektöründe çalışıyor. 4 tane de çocuğu var, hepsi erkek. Yani Şerif Hoca’nın torunları ve oğluyla adı yaşıyor. Kendisi hakkında anlatılacak çok şey var. Ama şunu özellikle vurgulamak istiyorum: Bugün hâlâ Türkiye konusunu çalışan, dünyanın dört bir tarafında Türkiye çalışan sosyalbilimcilerin bir şekilde dönüp dönüp başvurdukları, başvurmak zorunda kaldıkları bir isimdi. Ama Türkiye’de de kendi meslektaşları tarafından çok dışlanmış bir isimdi. Buna rağmen o kendi çizgisini, çalışma disiplinini hiçbir şekilde bozmadı. Hep evine gittiğimde görüyordum. Okuduğu gazeteler, kitaplar… Edebiyata çok meraklıydı. Birbirinden değişik konularda, yerli ve yabancı dilde edebiyat eserlerini okurdu. Ama esas olarak tabii ki sosyal bilimler konusunda yoğunlaşıyordu. Evet, mahalle baskısı üzerinden tanınıyor ve konuşuluyor olmasının beni rahatsız ettiğini söylüyorum; ama bir şekilde de o kavram sayesinde Hoca, nihayet Türkiye’de genel anlamda bir bilinirlik kazandı. İşin bir de böyle bir boyutu var. Kendisini tekrar tekrar rahmetle anıyorum ve bana kattıkları, öğrettikleri için kendisine tekrar tekrar çok teşekkür ediyorum. Söyleyeceklerim bu kadar. İyi günler…

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.