Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Başkanlık sisteminin iflası

Sorunların krize dönüşmeden hızla çözümünü sağlayacağı vaat edilen başkanlık sistemi, iki buçuk yılda sorunların hızla krize dönüşmesinin zemini haline geldi. Berat Albayrak’ın istifası da bu iflasın itiraf ve ifşası oldu.

Yayına hazırlayan: İlayda Öykü Biberoğlu

Merhaba, iyi günler. Dün akşam birçok vatandaş gibi ben de Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kabine toplantısı ardından yapacağı açıklamayı büyük bir merakla bekledim. Hepimizin beklediği, tabii ki koronavirüs salgını konusunda yeni tedbirlerin ne olacağıydı. Kısıtlamalar ve yasaklarla ilgili ne kararlar alınacağı, alındığıydı; ama Erdoğan’ın önce uzun uzun Kuzey Kıbrıs seyahatini anlatmasını dinledik. Ardından İzmir depremi üzerine söylediklerinden sonra, nihayet en sonunda salgına da değindi ve bir dizi yeni tedbiri açıkladı. Tedbirler açıklandıktan sonra hepimiz, tüm vatandaşlar, eminim ki partili partisiz, yani ister Erdoğan’ı desteklesin ister ona karşı çıksın, ortak bir sorunla baş başa kaldık. O da tedbirlerin aslında ne anlama geldiğiydi. Saat kaçta başlayacak? Hangi gün başlayacak? “Şunlar ne olacak, bunlar ne olacak?” diye. Sorunun çözümü yolunda atılan adımların ne olduğu üzerine bayağı bir uğraşıldı. İnsanlar tartıştı. İçişleri Bakanlığı’nın genelgesi bir ölçüde olayı berraklaştırdı; ama hâlâ bir yığın belirsizlik var. Bu niye böyle oluyor? Erdoğan bize başkanlık sisteminin, Türk tipi başkanlık ya da resmi adıyla “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi”nin bürokrasiyi azaltacağını, çözümleri hızlandıracağını, sorunların hızlı bir şekilde çözüme kavuşacağını söylemişti. Bir anlamda en çok yüklenen anlam hızdı. Hızlı hareket etmek, tartışmaları olabildiğine azaltmak ve hızlı kararlar alıp hızlı uygulamalarda bulunmak. Ama Türkiye’nin başkanlık sistemine geçtiği andan itibaren yaşadığı sorunların hemen hemen hepsinde, son dönemde çok muazzam bir yavaşlık ve hızlı karar alamama, kararları uygulayamama, alınan kararlardan hızla çark etme, bir gün ilan edilen kararnamenin ertesi gün değiştirilmesini görüyoruz. Öyle hızlı kararlar alınıyor ki bazen çok bâriz hatalar yapılıyor ve hızlı bir şekilde onlar da telâfi edilmeye çalışılıyor. İki buçuk yıllık başkanlık sisteminin özeti, tam söylediğinizin zıttı oldu. Şöyle bir perspektif sunuyordu Erdoğan bize: “Sorunları krize dönüşmeden çözeceğiz. Başkanlık sistemi bize bunu sağlayacak” diye anlattı; ama gördük ki bu sistemle beraber sorunlar hızlı bir şekilde krize dönüştü.

Ekonomik krizin başkanlık sisteminin hemen ardından Türkiye’ye musallat olması da bunun bir örneğidir, ya da tüm dünyanın uğraştığı koronavirüs salgınına karşı devletin düştüğü çaresizlik de — ki sadece devletin değil esas olarak vatandaşın düştüğü çaresizlik de bize bunu gösteriyor. Örnekler çok; ama bu örnekler başlı başına başkanlık sisteminin nasıl bir çuvallama içerisinde olduğunu gösteriyor. Bir de yarın yaşayacağımız var. Yarın ne olacak? Merkez Bankası faiz kararı verecek. Muhtemelen faizler artırılacak. Büyük beklentiler var, piyasaların beklentileri var. Rakamlar telaffuz ediliyor. Benim doğrudan ihtisas alanım olmadığı için çok fazla detaylara girmek istemiyorum. Ama şunu biliyorum ki başkanlık sisteminde Başkan Erdoğan’ı destekleyenler ona hiçbir zaman cumhurbaşkanı demezler, her zaman başkan derler. Mesela Sabah gazetesi ve benzeri yayın organları, orada yazan kişiler, Başkan Erdoğan’ın ısrarları sonucu –o ısrar da neydi? “Faiz enflasyonu artırır” basit yaklaşımı, Türkiye’nin zaten yaşamakta olduğu ekonomik krizi daha da derinleşmesine tanık oldu– ve şimdi o krizden bir nebze olsun çıkabilmek için tam da o zamanında direnilen şeye, yani faiz artırımına gitmek durumunda kalıyor. Salgında da böyle oldu. Salgında da söylenen, yapılan uyarılar, uzmanların uyarıları, Türkiye’den ve Türkiye dışında yaşayan uzmanların, Türkiyeli uzmanların –dünyanın dört bir tarafına dağılmış bilim insanları var– onların uyarıları büyük ölçüde Erdoğan ve yönetimi tarafından –ki esas olarak Erdoğan– göz ardı edildi. Hep direnildi, ertelendi; çünkü bu tür hızlı sert uygulamaların doğuracağı birtakım olumsuz sonuçları olacaktı. Ama Erdoğan’ın Türkiye’yi getirdiği kırılganlık, bu olumsuzlukları yaşama ihtimalini çok tehlikeli kılıyordu Erdoğan için. Ama ne yaptı? Geciktirdi, geciktirdi ve sonunda uygulamaları kısmen de olsa yaptı. Salgının ilk döneminde, hatırlanacaktır, sokağa çıkma kısıtlamalarını bayağı bir dirençten sonra, özellikle büyükşehir belediye başkanlarının ısrarlarına rağmen bayağı bir dirençten sonra kademeli kademeli yaptı. Ve ilk fırsatta da buradan çıktı. Şimdi buraya doğru tekrar gelmekte olduğunu gördük. Ama burada kaybettiğimiz zamanın faturası çok ağır oldu. Tedbirlerin zamanında alınamamasının faturaları, önümüzde alınacak olan tedbirlerin daha da ağırlaşması şeklinde karşımıza çıkacak. 

Bugün Meral Akşener grup toplantısında 15 günlük sokağa çıkma yasağı talebini alenen dile getirdi. Daha önce bunu Türk Tabipleri Birliği, belediye başkanları –özellikle İstanbul Belediye Başkanı– bunu dile getirmişti. Hep kulaklar tıkandı, ama yine bugün Sağlık Bakanı’nın yaptığı açıklamalarda, salgının artışının olağanüstü boyutlarda olduğu, tüm Türkiye’de –sadece İstanbul, Ankara, İzmir, Bursa’da değil tüm Türkiye’ye– sirayet ettiğinin itiraflarını görüyoruz. Buna karşılık ne oluyor? Açıklanan rakamlar hep belli bir düzeyde tutuluyor. Rakamlar bir anlamda sansür ediliyor — kamuoyunun büyük bir kısmı bu görüşte. Belediyelerin yaptığı açıklamalar, İstanbul’da yapılan, bulaşıcı hastalık nedeniyle hayatını kaybeden insanların sayıları ile resmî Türkiye çapında hayatını kaybeden sayıları arasında büyük bir uyumsuzluk var. Bütün bunlar bize başkanlık sisteminin nasıl bir fiyasko olduğunu –daha ilk başkanın seçildiği iki buçuk yıl, neredeyse yarısı oldu–yarısında alenen gösterdi. 

Bir iflâs söz konusu. Bence Berat Albayrak’ın istifâsı bu iflâsın içeriden, en yetkili ağızlardan itirafıydı. Neden öyle diyorum. Çünkü Türkiye’de başkanlık sistemi denince ilk akla gelen isim tabii ki Recep Tayyip Erdoğan, ama sonrasında akla gelen isim Cumhurbaşkanı Yardımcısı Fuat Oktay falan değil. Milli Savunma Bakanı, MİT Müsteşarı, bir ölçüde İçişleri Bakanı, ama esas olarak Erdoğan’dan sonra ilk akla gelen isim Berat Albayrak’tı. Ona bir tür veliaht olarak bakılıyordu. Çünkü  onun orada olmasının nedeni  esas olarak Erdoğan’la olan yakınlığıydı. Onun dışındaki isimlerin hepsinin –Hulusi Akar’ın, Hakan Fidan’ın ya da Süleyman Soylu’nun, ya da Mevlüt Çavuşoğlu pek bu şeye girmez, ama hadi onu da katalım– bunların hepsinin iyi kötü geçmişleri var. Kendilerini bir şekilde göstermişlikleri var. Beğenelim beğenmeyelim bir kariyerleri var ama Berat Albayrak Türkiye’de başkanlık sisteminin Türkiye’ye bir armağanıydı. Ve onun artık daha fazla bu işi yürütemeyeceğini instagram’da yayınlanan o ilginç mesajıyla gördük. “At izi it izi” ve “Allah sonumuzu hayır etsin” ile bitiyor mesaj. O aslında başkanlık sisteminin iflâsının açık bir şekilde ifşası ve itirafıydı — içeriden, en yakın çevreden. Bu olayın 27 saat boyunca ülkeyi yönetenler tarafından açıklanmamış olması, yani ne kabulü ne reddi hakkında tek kelime edilememiş olmasının bence en önemli nedeni de bu ifşanın ağırlığıydı. 

Bu sadece bir cumhurbaşkanı damadının görevden affını talep etmesi olayı değildi. Bu aslında, en sonunda da söylediği gibi başkanlık sisteminin iflâsının Türkiye’yi getirdiği yer konusunda Allah’tan başka başvuracak yerin kalmadığının itirafıydı. Bu gerçekle Erdoğan yüzleşmek istemiyor. Yüzleşmemeye direniyor, ama esas burada, dünkü yayında da belirttiğim gibi bu konudaki en büyük direnç Devlet Bahçeli’den geliyor. Çünkü Devlet Bahçeli ilginç bir şekilde “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” denen bu Türk tipi başkanlığa Erdoğan’dan daha fazla angaje olmuş durumda. Kendisi başkan değil, ama başka türlü kendi dünya görüşünün ülke yönetimine hâkim olamayacağını herhalde düşünüyor –ki haklı olabilir–, şu hâliyle kendisi olamasa bile düşünceleri çok güçlü bir şekilde iktidarda. Dolayısıyla son dönemde sayıları giderek artan değişik partilerin dile getirdiği –Ahmet Davutoğlu mesela dün Meral Akşener ile buluştu; bugün Kemal Kılıçdaroğlu ile buluştu–, güçlendirilmiş parlamenter sistem talebiyle, bu öneriyle; HDP’ye ve AKP’ye de gitmek istediği biliyoruz, başka partilere de gitmek istediğini biliyoruz. Değişik değişik yerlerden, mesela Selahattin Demirtaş’tan da geldi benzer bir çıkış cezaevinden. 

Bu güçlendirilmiş parlamenter sistem önermesinin önümüzdeki günlere çok ciddi bir şekilde damga basacağı kanısındayım. Ve muhtemelen Erdoğan da bir şekilde bu önerilere ilgi göstermek zorunda kalacak. Çünkü artık başkanlık sistemi, yani onun tasavvur ettiği ve dayattığı sistemle Türkiye’nin gidebileceği, atabileceği tek bir adımı bile kalmadı. Sivil toplumu dinlemiyor. Meclis’in fonksiyonu yok. Mesela sivil toplumu dinlemiyor derken: Doğrudan salgının birinci derecede muhâtabı olan hekimlerin bütün uyarılarına kulak kapandı; hatta hekimler Devlet Bahçeli eliyle doğrudan hedef gösterildi. Çünkü onlar bir anlamda gerçekleri topluma ve iktidara sürekli aktarıyorlardı. Bunun savunuculuğunu yapıyorlardı ve iktidarın çizdiği sınırlar içerisinde kalmamaya çalışıyorlardı. Daha önce avukatların başına gelmişti. Daha sonra doktorların başına geldi. Bu arada Meclis’in fonksiyonu hemen hemen hiç kalmadı. Meclis’in fonksiyonunun hiç kalmadığını salgın sürecinde çok daha iyi gördük. Meclis’ten salgınla ilgili hiçbir şey görmedik. Aynı şekilde Meclis’ten ekonomik krizle ilgili hiçbir adım, uyarı, “Ne oluyor? Ne yapabiliriz?” diye bir çaba görmedik. Muhalif sözcülerin, muhalif milletvekillerinin konuşmaları, önergeleri oldu; ama zaten fonksiyonunu yitirmiş olan Meclis’te az buçuk bir şeyler yapabilme imkânı da AKP artı MHP’nin çoğunluğu nedeniyle daha başlamadan yokluğa mahkûm edildi. 

Böyle bir durumda, ortak akıldan iyice uzaklaşıldığı bir durumda, danışmanların ve atanmış bakanların seçilmişlerin hepsinin üstünde olduğu, ama danışmanların büyük bir çoğunluğunun da liyâkatten değil de sadâkatten dolayı danışman olduğu bir ortamda, sistemde, Türkiye’nin sorunları hızlı bir şekilde krize dönüşüyor. Ve krizi çözmede bütün o başkanlık sistemine atfedilen özellikler, hızlı davranıp hızlı uygulamak gibi olumlu olarak atfedilen özelliklerin hepsinin tam olumsuz sonuçlara yol açtığını görüyoruz. Bir de işin acı tarafı, yenile yenile yenmeyi öğrenen, yanlış yapa yapa doğru yapmayı öğrenen bir sistem de değil bu. Yenile yenile yenilmeyi içselleştiren, yanlış yapa yapa yanlışta istikrarlı olan bir sistem söz konusu. Buradan bir an önce Türkiye’nin çıkması gerekiyor. Ve bir an önce Erdoğan’ın da aslında çıkması gerekiyor. Çünkü bu sistemde ısrar Erdoğan’ın iyice gücünü, halk desteğini azaltacak ve siyasî geleceğini de kısa ömürlü hâle getirebilecek şekilde seyrediyor.

Son olarak Alaattin Çakıcı’nın Kemal Kılıçdaroğlu’yla ilgili söylediklerini de bu bağlamda değerlendirmek bence hiç yanlış olmaz. Normal şartlarda her şeyde hızlı olan, kendisine yönelik her şeyde, kendisine tehdit olan her şeyde alabildiğine hızlı olan devletin bu konuda şu âna kadar hiçbir adım atmamış olması, yargıda hiçbir adım atılamamış olması, aslında Türkiye’deki başkanlık sisteminin nasıl bir şey olduğunu bize bir kere daha gösteriyor. Yani Kemal Kılıçdaroğlu suç duyurusunda bulundu vs. Normalde ben şimdi burada kalkıp, değil Cumhurbaşkanı’na herhangi bir bakana ya da bir AKP ileri gelenine Alaattin Çakıcı’nın Kılıçdaroğlu’na söylediği lâflardan yüzde birini edecek olsam, akşam herhalde uyuyamam diye düşünüyorum. Bilmem katılır mısınız? Ama Alaattin Çakıcı’nın bu söylediklerinden sonra herhangi bir infialin yaşanmamış olması, iktidar nezdinde yargının şu âna kadar hiçbir adım atmamış olması –daha önce zaten benzer olaylar yaşadık– ve bunlardan hiçbir sonuç çıkmamış olması, aslında Türkiye’nin nasıl bir yere geldiğini bize gösteriyor. 

Ayrıca bir hususu da vurgulamak lâzım — bir izleyicimin bana ilettiği uyarısından, görüşünden hareketle söylüyorum: Çakıcı’nın bu çıkışının sadece Kılıçdaroğlu’na yönelik bir tehdit değil, aynı zamanda Cumhur İttifakı ve Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi konusunda tereddüt geçirmemesi için iktidara ve Erdoğan’a yönelik bir tür uyarı olarak görmek hiç şaşırtıcı olmaz. Birileri bu sisteme ve sistemin belkemiğini oluşturan Cumhur İttifakı’na bir ölüm-kalım meselesi gibi bakıyorlar. Kendi ölüm-kalım meseleleri gibi bakıyorlar. Ama maalesef bu sistem iki buçuk yıl içerisinde Türkiye’yi çok zor bir uçurumun kenarına getirdi — ekonomik ve siyasî açıdan. Bu sistem mecburen kutuplaşmayı dayatıyor iktidara. Mecburen dayatıyor dediğim, istemeye istemeye ülkeyi kutuplaştırıyor demiyorum, tabii ki onlar da istiyor; ama bu sistem zaten böyle bir sistem. Kurgulandığı andan itibaren kutuplaşmayla ömrünü uzatabilecek bir sistem. Erdoğan’ın burada yaptığı en büyük hesap hatası şuydu: Kutuplaşmayı yaptığı müddetçe kazanan olacağını düşündü, çünkü kendi kutbunda her zaman için daha fazla insan olacağını düşündü. Ama insanların sağduyusu bu oyunu, bu hesabı bence bozdu. 31 Mart yerel seçimleri bunun açık bir göstergesiydi. Hele tekrarlanan İstanbul seçimleri bunun çok ciddi bir göstergesiydi. Seçmenin hâlâ hakkaniyet ve adalet duygusuyla ve sorun çıkartmak değil sorun çözmek arayışıyla ilgilendiğini bize gösteren bir seçim oldu. Dolayısıyla Erdoğan’ın da başkanlık sisteminin iflâsını açık açık olmasa bile bir şekilde zımnen kabullenmesinin kendisi için de son bir şans olduğu kanısındayım. Çünkü bu sistemin Türkiye’yi daha fazla kaldıramayacağı çoktan belli olmuştu; ama Berat Albayrak’ın istifâsıyla birlikte artık açıkça bunun plaketi de çakılmış oldu. Bundan sonra artık Erdoğan’ın iktidarının ve Erdoğan iktidarıyla birlikte başkanlık sisteminin de son demlerini yaşamakta olduğumuzu ve bu dayatılan şeyin, Türkiye’ye uygun olmayan bu kumaşın çok kısa zamanda ülke tarafından, Türkiye toplumu tarafından, sivil toplum tarafından çıkartılıp atılacağı kanısındayım. Yerine Parlamento’nun merkez olacağı –ama detaylarının ne olacağını umarım bir toplumsal konsensüsle bu ülke belirler–,iktidarın paylaştırılacağı, kuvvetler ayrılığının merkez olacağı bir çoğulcu demokratik sistemi Türkiye’nin yaratacağını ve böylece normalleşeceğini düşünüyorum. Artık bu anormal durum ve bu dayatmayla daha fazla kimsenin gidebilecek bir durumu yok. Bunu dayatanlar da bence bunun çok ciddi bir şekilde farkında.

Salgın çok ciddi. İktidar bu ciddiyeti aleni bir şekilde tüm boyutlarıyla kabul etmemek için çok direndi. Ama kendi yakın çevrelerine de, doğrudan o kadar alınan tedbirlere, üst üste yapılan testlere rağmen Erdoğan’ın en yakınındaki isimlerin bile doğrudan salgından etkilenmiş olduğunu görüyoruz. Tüm Türkiye kasıp kavruluyor salgın nedeniyle. Bu sadece ve sadece vatandaşa, “Dikkatli olun, maskenizi takın” demekle olmaz. Tabii ki bunlar çok önemli, ama bunlarla olacak bir şey değil. Olabildiğince mağduriyetleri en azda tutarak ve toplumsal dayanışmayı öne çıkartarak, gerekirse belli bir süre için kolektif anlamda tüm Türkiye’nin birlikte birtakım fedakârlıklar yaparak bunu aşabilmesi gerekiyor. Şu hâliyle baktığımız zaman bu salgın öyle bir durumda ki, çok sıkı tedbirler alınsa da bu yönetim şekliyle söylüyorum ya da işler oluruna bırakılsa da birçok uzmanın dediği gibi en çok yoksulları güçsüzleri vuruyor. Sokağa çıkma yasağı yapılsa da, sokağa çıkmak serbest bırakılsa da, özellikle şu salgın döneminde her ne kadar bize hepimiz eşitlendik dense de… olayın tabii ki böyle bir tarafı var. Virüs sınıf ayrımı gözetmiyor. Ama virüsle baş etme konusunda çok ciddi bir sınıfsal bir mesele var. Ve ülkenin yoksulları çok ciddi bir şekilde herkesten çok daha fazla bir şekilde mağdur oluyorlar. Ve bu anlamda devletin sosyal devlet vasfının yitirilmiş olmasının faturasını da çok ciddi bir şekilde ödüyorlar. Bu nedenle salgın konusundaki hassasiyetin, duyarlılığın ve dikkatin, özenin daha fazla olmasını dilemekten başka elimizden bir şey gelmiyor. Hepimiz kendi başımızın çaresine bakmak gibi acı bir durumla karşı karşıya kalmış durumdayız. Bir yandan bunu yaparken, bir yandan da sorumluların yapması gerekenleri bir an önce hızlı etkili ve en az mağduriyet yaşatacak şekilde yapmaları için onlar üzerinde bir toplumsal baskı oluşturabilmemiz gerekiyor. Evet, söyleyeceklerim bu kadar, iyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.