Alaattin Çakıcı’nın CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nu defalarca tehdit etmesi; MHP lideri Devlet Bahçeli’nin kendisine sahip çıkması ve Cumhurbaşkanı Erdoğan ile AKP’nin sessizliği ne anlama geliyor?
Yayına hazırlayan: Gamze Elvan
Merhaba, iyi günler. Organize suç lideri Alaattin Çakıcı’nın Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’na yönelik tehditleri, Türkiye’de siyasetin gündeminde. Ama ilginç bir şekilde çok az konuşuluyor, garip bir suskunluk var. Ben yayına girmeden hemen önce İYİ Parti Genel Başkanı Meral Akşener, Saadet Partisi Genel Başkanı Temel Karamollaoğlu ile yaptığı ortak basın açıklamasında bu konuya değindi — herhalde Temel Karamollaoğlu da daha sonra değinecektir. Akşener, bu tehditleri kendisine yapılmış saydığını söyledi ve iktidar partisindeki suskunluğa dikkat çekti. Ama onun da gecikmeli olduğunu vurgulamak lâzım; çünkü biliyoruz ki siyasette birtakım hamlelerin, birtakım tepkilerin, açıklamaların ne zaman yapıldığı da önemli, hangi dozda yapıldığı da önemli. Bazı durumlarda ânında tepki veren siyasetçilerin bazı durumlarda “bekle-gör” politikasını izlediklerini biliyoruz. Burada tabii Alaattin Çakıcı olayında CHP’nin tepkileri de ilginçti; ilk anda açıktan çok sert tepkiler gelmedi; ama daha sonra hem Kılıçdaroğlu hem de CHP birtakım açıklamalar yapıp suç duyurusunda bulundular. Akşener’in de söylediği gibi aslında iktidar sessiz değil, iktidarın ortağı Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) baştan itibaren Alaattin Çakıcı’ya destek verdi. Önce partinin lideri Devlet Bahçeli açık bir şekilde Çakıcı’ya “dava arkadaşım” diyerek sahip çıktı ve Kılıçdaroğlu’nu suçladı. Daha sonra da MHP Genel Sekreteri Semih Yalçın benzer bir açıklama yaptı; ama AKP’den bir ses gelmedi. Bugün, Bülent Turan açıklama yaptı ve soruşturma başladığını söyledi. Herhangi bir savcılık açıklaması yok, ama Turan’ın açıklaması var; bu açıklamanın ötesinde tepki gösterme, kınama açıklamasını henüz görmedik.
Bu çok acı bir durum: Halbuki bundan 24 yıl önce Susurluk’ta yaşanan kazanın ardından devlet-mafya ilişkisi ortaya çıktığında, Türkiye’de çok ciddi bir siyasî uyanış olmuştu. Özellikle sivil toplumun önderliğinde sürekli, “aydınlık bir dakika karanlık” eylemi vardı mesela, geceleri ışıklar söndürülüyordu. Muazzam bir duyarlılık oluşmuştu ve ondan itibaren Türkiye’deki bu tür derin yapıların siyasetle iç içe geçmesi hep siyasî partilerin bir şekilde gündeminde olmuştu. Türkiye’yi değiştirme iddiasındaki partilerin, siyasetçilerin hepsi çetelerle mücadeleyi gündemlerinde en ön sıraya koymuşlardı — ki bunlardan en önde gelen birisi de AKP olmuştu. Aradan geçen 24 yıl içerisinde, kısa bir süre önce siyasî müdahale ile cezaevinden çıkarılmış bir ismin, göstere göstere üst üste tehditlerini sürdürmesi ve bu tehditlere karşı Türkiye’de çetelerle mücadelenin ekmeğini bayağı yemiş iktidar partisinin ve tabii ki Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın sessiz kalması bize çok şeyi gösteriyor. Tabii ki gelinen noktanın hiç de iyi bir nokta olmadığını kabul etmek lâzım.
Peki bu derin devlet olayı mı? Başlığa “derin devlet” dedim, ama burada derin bir şey yok aslında; her şey alenî bir şekilde çok sığ sularda yürüyor. Türkçeler kötü, ifadeler kötü, çok kaba, hiçbir incelik yok ve cesaret de yok… Çünkü bir şey olmayacağı güveniyle yapılan çıkışlar bunlar. Zira daha yeni cezaevinden, aslında kendisi için yapılmış bir düzenlemeyle, afla çıkmış bir kişiden bahsediyoruz. Çakıcı’nın söylediklerinin iler tutar tarafı da yok. Ortada çok ciddi bir kamplaşma olur ve bu kamplaşma içerisinde safların iyice netleştiği bir noktada kalkıp Bahçeli’nin yanında, Kılıçdaroğlu’nun karşısında böyle bir çıkışı yapar vs. ama böyle bir durum yok. Aslında ortada çok ciddi tartışma olmadan bunu yapmış olması, Türkiye’de kutuplaşmanın tırmanması durumunda neler olabileceği konusunda bizi bayağı bir endişeye sevk ediyor.
Bu olayın bir başka yönü de şu: Devlet Bahçeli’nin Alaattin Çakıcı ile olan ilişkisi, onu sahiplenmesi, aslında bu mesajın bir diğer muhatabının –belki daha önemli muhatabının– Recep Tayyip Erdoğan olduğunu düşündürüyor bize. Çok ilginç bir dönemden geçiyoruz; Berat Albayrak’ın beklenmedik istifasının ardından dillerde bir değişiklik başladı. Ne zamandır unutulan “reform” sözcüğü dile getirilir oldu; Ahmet Altan, Selahattin Demirtaş, Osman Kavala gibi isimlerin tahliyesi telaffuz edilir oldu. Amerika Birleşik Devletleri’nde Donald Trump’ın seçimi kaybetmesiyle de bunu ilişkilendirenler oldu ve bir beklenti oluştu. Bu beklentiye ek olarak da güçlendirilmiş parlamenter sistem önerisi, muhalefetten güçlü bir şekilde gelmeye başladı, Erdoğan’ın da buraya yönelebileceği yolunda çok düşük seviyede de olsa birtakım spekülasyonlar çıkmaya başladı… Böyle bir ortamda Çakıcı’nın bu çıkışları, siyaseti iyice kriminalize eden –kriminalize edilen kesinlikle Kılıçdaroğlu değil, burada kriminalize edilen aslında siyaset ve iktidarın kendisi– hareketin ardından Erdoğan bir yol ayrımına sokuldu. Erdoğan’ın nasıl bir tutum alacağı, nasıl bir duruş sergileyeceği, neden yana duruş sergileyeceği dayatıldı. İstemediği bir dayatma olduğuna eminim, onun arzu ettiği bir şey değil; bu bir şekilde MHP’nin, Bahçeli’nin bir şekilde dayatması… Erdoğan şu âna kadar bütün başkanlık sistemi/güçlendirilmiş parlamenter sistem tartışmalarında bence acele karar vermemek, zamana yaymak ve gerektiğinde –ki çok yaptı bunu–, dün söylediklerini iptal edip bugün bambaşka bir çıkışla bambaşka bir yola yönelebilecek bir pragmatizme sahip. Ama Çakıcı olayıyla birlikte Bahçeli Erdoğan’ı bir an önce kesin kararlar vermeye zorluyor, benim görüşüm bu.
Şu âna kadar Erdoğan’ın ilk andan itibaren çıkıp çok sert bir şekilde bir duruş sergilemesi beklenirdi. O sergilediği duruşun ardından güçlendirilmiş parlamenter sistem ekseninde gelişecek olan Türkiye ittifakı vs. gibi arayışlarda bir ön almış olurdu ve işleri kolaylaştırabilirdi — ama bunu yapmadı. Belki yarın öbür gün, belki bugün geç bir saatte bunu söyler — ki Erdoğan istediği açıklamayı çok rahat bir şekilde yapabilecek ve bunu ânında onlarca televizyon kanalında yayınlatabilecek birisi. Ama bu konuda suskunluğu tercih ediyor ve şu hâliyle bakıldığı zaman Bahçeli inisiyatifi almış gözüküyor. Yani Bahçeli bu olayın kazananı gözüküyor. CHP ve Kılıçdaroğlu kaybediyor mu? Çok kaybettiği bir şey olduğunu sanmıyorum, bir anlamda orada Kılıçdaroğlu’nun meşruiyeti ile Alaattin Çakıcı’nın durumu asla karşılaştırılabilecek bir durum değil. Dolayısıyla CHP’nin buradan kaybedeceği bir şey olmaz; en fazla verdiği cevapla ilgili olarak birtakım eleştiriler alabilir, ama sonuçta burada Türkiye’de bu olay otoriterliğin bir başka tezahürü olarak değerlendirilir. Dolayısıyla bu olayın şu âna kadar izlediğim kadarıyla kaybedeni Tayyip Erdoğan. Erdoğan, böyle bâriz bir şekilde siyasetin üzerinden hiçbir meşruiyeti olmayan şahsın, siyasete bu denli sert bir şekilde müdahale etmesine hiçbir tepki vermeyerek, siyasî kariyerinde dile getirdiği birçok iddiayı bir kenara itmiş olduğunu bize gösteriyor. Tabii bu arada birtakım isimlerin kalkıp bunu yumuşatmaya çalışmaları gibi ilginçliklere de tanık oluyoruz; yani açık bir şekilde kazıktan bahseden birisinin tehdit etmediğini kanıtlamaya çalışanlar ve buradan hâlâ Kılıçdaroğlu’na bir tür suçlama yöneltmeye çalışanlar var.
Genç İslamcı Adem Özköse’nin bugün sosyal medya paylaşımını gördüm. İktidara yönelik eleştirilerini açık bir şekilde dile getiren gazeteci, “Bir zamanlar bizim cenahta çok delikanlılar vardı, çetelere karşı, vesâyete karşı çıkmalarıyla göz doldururlardı. Şimdi hepsi sus pus oldu” diyor. Türkiye’nin yakın tarihine bakarsak –ki bir gazeteci olarak bunu çok yakından izledim– bu tür vesâyet, çeteler gibi konular, Türkiye’de her düzeyde İslamcı siyasetçinin en temel konularıydı. Çakıcı’nın Kılıçdaroğlu’na söylediklerinin binde biri birtakım ifadeler üzerinden çok ciddi propagandalar yapan bir kesimin, şimdi bu tür çıkışlar karşısında iktidarı kaybetmemek uğruna sustuklarını görüyoruz. Zamanında İslâmî hareketliliğin –özellikle siyasî alanda– en önemli coşturucu gücü olan birtakım iddiaların bugün tam anlamıyla terk edilmiş olduğunu görüyoruz. “Tamam, onlar bunu yapıyor olabilir, bu onların kendi meselesidir” diyebilirsiniz; ama bu tüm Türkiye’nin aleyhine bir durum. İslamcılar’ın dün söylediklerinin bugün tam zıttı bir pozisyona takılmış olmaları, bu tür çıkışlara karşı sus pus olmaları, onların ayıbı olmasının ötesinde tüm Türkiye’nin ayıbı ve Türkiye’de beklenen normalleşmenin daha da geciktirilmesine sebep olduğu için faturanın giderek birikmesine neden olan bir durum. Acı bir durum ve Türkiye’de zaten iyice daralmış siyaset alanını iyice sığlaştıran bir durum.
Tabii şunu özellikle vurgulamak lâzım: Bugün bu tür çıkışlara, birtakım yeraltı dünyasından isimlerin siyasete böyle kriminal bir şekilde müdahale etmelerine sivil toplumun böyle tepki veremiyor olması da işin en acı yönü. (Susurluk olayının üzerinden) 24 yıl içerisinde o dinamik sivil toplumdan geriye neyin kaldığını görmek gerçekten hazin. Bazı genç kuşaklar bunu bilmeyebilir, Türkiye’nin hep böyle olduğunu zannedebilir; ama Türkiye inanın hiçbir zaman böyle değildi; hiçbir zaman bu kadar tepkisiz, bu kadar her geleni kabul eden ya da sessizliği tercih eden bir toplum değildi. Tam da ses çıkarılması gereken yerlerde susmayı tercih ediyor olması, toplumun, aslında tüm Türkiye’nin aleyhine bir durum. Bunun ne zaman değişeceğini, Türkiye’nin ne zaman yeniden demokrasiye, özgürlüklere, hukuka sahip çıkacağını merakla ve endişeyle beklemeye devam ediyoruz.
Evet, söyleyeceklerim bu kadar. İyi günler.
Medyascope'un haftalık e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her çarşamba mail kutunuzda.