Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Erdoğan ve Batı: Diklenmeden dik durmak mı, dik durmadan diklenmek mi?

Cumhurbaşkanı Erdoğan uzun bir aradan sonra Batı’ya yönelik olumlu mesajlar vermeye başladı. Söylediklerinde samimi mi? Batı kendisine inanır mı?

Yayına hazırlayan: İlayda Öykü Biberoğlu 

Merhaba, iyi günler, iyi haftalar. Son günlerde, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın birtakım kritik konularda birbiriyle çelişen ve dikkat çekici açıklamaları oluyor. Özellikle reform ile ilgili söyledikleri, Bülent Arınç’ın çıkışıyla beraber Cumhur İttifakı’nın biteceği şeklinde yorumlanmıştı. Onu tekzip etti. Saat 14.30’da Burak Bilgehan Özpek ve Hatem Ete ile tam da bu Cumhur İttifakı meselesini konuşacağız. Erdoğan’ın diğer çıkışı Batı ile ilgili oldu ve şaşırttı tabi ki. Bir yanıyla şaşırttı, bir yanıyla şaşırtmadı. Erdoğan, tekrar, Türkiye’nin yönünün Batı olduğunu, Batı ile bütünleşmek olduğunu söyledi. Batı’ya yönelik olarak son dönemde verdiği mesajların zıttı bir mesajla karşımıza çıktı. 

Aslında bu yeni bir olay değil. AKP’nin ilk yıllarından itibaren izlediği dili bugün tekrar kullanmak istiyor gibi; ama bu konuda birçok soru işareti var. Birincisi, tabii ki, kendisinin bu çıkışta ciddi olup olmadığı. Yani zaman kazanmak, birilerini oyalamak için mi yapıyor, yoksa gerçekten bu noktada mı? İkincisi, kendisi samimi olsun olmasın, Batı’daki muhatapları onun bu çıkışlarını ciddiye alıp önemseyecekler mi? Bu sorunun cevapları kimilerine göre çok basit. Yani, Erdoğan bunu kandırmak için yapıyor. Erdoğan karşıtları ve Erdoğan yandaşları içerisinde, “Aslında böyle düşünmüyor” diyenlerin sayısının hayli yüksek olduğunu düşünüyorum. Öte yandan, aynı şekilde, Batı’nın buna inanmayacağını düşünenlerin de yine büyük çoğunluk oluşturduğu kanısındayım. 

Tabii ki ilk akla gelenler bunlar; ama olay biraz daha karmaşık. Çünkü söz konusu olan Erdoğan, Türkiye’nin cumhurbaşkanı. Yani kişisel bir şirketi var ve bu şirketi ile ilgili bir pazarlık yürütüyor değil. Türkiye adına konuşuyor. Türkiye’yi temsilen konuşuyor. Dolayısıyla Batı’da büyük bir kısım –Batı deyince aklımıza gelecek yerler Amerika Birleşik Devletleri, Avrupa Birliği; Avrupa Birliği içerisinde de özellikle Almanya ve Fransa–, buralardaki yöneticiler Erdoğan’a güvenmiyorlar. Amerika Birleşik Devleti’nde Trump güveniyor muydu bilmiyoruz, ama Erdoğan’ı tercih ediyordu. Erdoğan ile bir ilişkiyi tercih ediyordu. Ama artık o da gitti. Ocak ayından itibaren artık ortada olmayacak. Yerine gelen Joe Biden ve Demokrat Parti yönetiminin de Erdoğan hakkında hiç de iyi düşüncelere sahip olmadığını biliyoruz. Özellikle Fransa ile Erdoğan’ın çok ciddi bir sorunu var. Fransa’nın kendisi ile mi bilmiyorum, ama esas olarak Fransız Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’a yönelik olarak çok sert çıkışlar yaptığını, onu aşağıladığını biliyoruz. Erdoğan’ın yanındaki ekipten ve Erdoğan destekli yayın organlarından da yapılan açıklamaların hemen hemen hepsinde, sanki şu anda dünyanın başındaki en büyük bela Macron imiş gibi tasvir ettiler. Macron’un bunu kolay kolay unutacağını sanmıyorum. Erdoğan’ın buradaki hesabı, Macron’un bir daha seçilemeyeceği üzerineydi. Bunu da açık açık söyledi, ama hiçbir şey belli olmaz ve zaten hâlâ bir süresi var. Dolayısıyla AB’nin iki önemli ülkesinden birisini, yakın bir zamana kadar doğrudan karşısına aldı. Diğeri ile olan ilişkisi, Almanya ve Merkel ile olan ilişkisi, işleri bir ölçüde idare ediyor gibiydi. Yani Avrupa’da Erdoğan’ı belli ölçülerde koruyan güç olarak Almanya ve Merkel gözüküyordu; ama son dönemde Merkel’den gelen açıklamalar hiç de böyle değil. 

Erdoğan niye böyle bir şey yapıyor? Niye tekrar Batı’yı keşfetti? Öncelikle şunu kabul etmek lâzım: Erdoğan, siyasî şahsiyet olarak, tercihi Batı olan biri değil. Ama mecburiyetten Batı ile iyi geçinmek, işbirliği yapmak gereğini zamanında hissetmiş bir siyasetçi. Bunu, Fazilet Partisi’nden devralmıştı; AKP ile iyice benimsedi. Oradaki temel perspektif şuydu: İçeride bir sistem var, derin devlet diye adlandırılan çok güçlü bir sistem var; o yapı, ulusal sistem, seçimle gelse bile Erdoğan’ın iktidar olmasına izin vermiyordu. Vermemekte kararlı gözüküyordu. Dolayısıyla, Erdoğan ulusal sistemi dengelemek için mecburen uluslararası sisteme başvurdu. Bu bağlamda AB’yle, Amerika Birleşik Devleti’yle, hatta İsrail’le çok yakın ve sıcak ilişkiler kurdu; ama bunu mecburiyetten yaptı. Türkiye’de İslâmî hareketin, Refah Partisi’nin son döneminden itibaren özellikle Fazilet Partisi döneminde ve daha sonra AKP’de, Avrupa Birliği’ne sahip çıkma hususu mecburiyetten, istemeye istemeye yapılan bir şeydi. 

Ama burada ilginç bir olay var. Bu AB sürecinde yaşananlar, Türkiye’de bu partinin tabanında bir dönüşümü de beraberinde getirdi. Kendi içerisindeki birçok unsur, kişi ve kurum, bu konuyu bayağı bir ciddiye aldı. Yani, mecburiyetten yapılan şeyi, bu hareketin içerisindeki bazı kişiler içselleştirdiler. Erdoğan’ın o içselleştirenlerden olduğunu hiç sanmıyorum. Benim izlediğim, gördüğüm kadarıyla Erdoğan, Batı ile kurduğu ilişkilerinin hemen hemen hepsinde istemeye istemeye bunu yaptı. Bu bir takiye olarak adlandırılamaz. Karşısındakiler de zaten onun mecburiyetten böyle yaptığını bir şekilde biliyorlardı ve bu bir tür karşılıklı rızaya dayanan bir ilişkiydi. Ne zaman ki Erdoğan, içerideki sistemi tasfiye ettiğini ve iktidarı tam anlamıyla kontrol ettiğini düşünmeye başladı; o andan itibaren Batı karşıtlığına da başladı. Önce İsrail ile daha sonra diğer Batı ülkeleri ile, konjonktüre bağlı olarak Avrupa’nın değişik ülkeleriyle ve özellikle de iç politikada söyleyecek bir şeye ihtiyacı olduğu zamanlarda, örneğin seçim öncelerinde, Batı karşıtlığı yaptı. Hollanda’yı hatırlıyoruz. Fransa’yı, Almanya’yı… Birçok ülkeyi karşısına almaktan çekinmedi ve bunları yaparken aslında biz Erdoğan’ın gerçek kimliğini de görüyorduk. 

O, Batı karşıtı birisi, Batı ile meselesi olan birisi ve bunu çözmek için Türkiye’deki iktidarı kullanmak isteyen birisi. Arap Baharı’nda önüne çok iyi bir fırsat çıktığını düşündü ve bir anlamda, İslam dünyasında yaşanması beklenen o siyasî dönüşümün bir tür lideri olmayı hesapladı. Ama bunların hepsi teker teker, Mısır’da başta olmak üzere, bir anlamda Libya’da –ki Libya çok önemli bir ülke değil– ve Suriye’de birer fiyaskoyla sonuçlandı. Mesela, Irak örneğinde de gördük ki, bir yandan da bu süreç İran’ın bölgesel, jeopolitik olarak güçlenmesiyle sonuçlandı. Dolayısıyla Erdoğan’ın Batı ile kurduğu ilişki, bu yayının başlığına koyduğum ikilem, ilk başta o çok sevdiği sözü hayata geçiriyordu, geçirmeye çalışıyordu: “Diklenmeden dik durmak.” Yani kavga etmeden, Batı ile eşit ilişki kurmaya çalışan bir Erdoğan gördük. Ne derece başardı bunu tartışırız, ama temel perspektifi buydu. Daha sonraki dönemde kendine güveni geldiğinde, Ortadoğu’da birtakım değişimlerin olacağını düşündüğünde ve kendisinin bunlara liderlik edebileceğini hayal ettiği andan itibaren, kademe kademe Avrupa’ya ve ABD’ye diklenmeye başladı. Diklendi, meydan okudu. Kaç kere duyduk “Ey Avrupa!” diye bağırdığını, ya da “Ey Almanya!” “Ey Fransa!” diye bağırdığını, “Ey Hollanda!” diye bağırdığını? Kimi zaman liderlerin adıyla bağırdığını gördük. Bunu açık açık yaptı ve buradan, hem içeride Batı karşıtlığı üzerinden iç politikada bir destek, hem de uluslararası alanda, özellikle İslam dünyasında kendine bir etki alanı, nüfuz alanı yaratmaya çalıştı. 

Ama burada çok da başarılı olmadı. Birincisi, bu imkânı kendisine sağlayan ekonomik koşullar hızla erimeye başladı; ülkedeki sıcak para azaldı. Zamanında, para geldiği zaman değerlendirilmesi konusunda yapılan, daha doğrusu yapılmayanların faturası, bir ekonomik kriz olarak çıkmaya başladı. Dünyada yükselişte olduğu varsayılan ve iktidarı ele geçirdikleri düşünülen İslâmî hareketler, özellikle Müslüman Kardeşler, Tunus’ta Nahda gibi hareketler, iktidarı teker teker kaybetmeye başladılar. İslamcılık genel anlamda da toplumsal olarak gördüğü desteği kaybetti. Uluslararası planda IŞİD’in her şeye damga vurmasıyla beraber, Batı dünyasında, İslamcının ılımlısı-radikali ayrımı da büyük ölçüde ortadan kalktı. Çok kötü bir zamanlamayla, Erdoğan Batı’ya karşı diklenmeye başladı ve diklenirken dik duramamaya başladı. Bu çıkışların hemen hemen hepsinde, ardından geri adım attığını gördük; ama çıkışlar çok bâriz olduğu için ve geri adımlar da zamana yayıldığı için aklımızda Erdoğan’ın o diklenmeleri kaldı. Birçok konuda, Doğu Akdeniz konusunda da oldu, Erdoğan’ın adımlarını geri çektiğini çok bâriz bir şekilde gördük ve o eski hâline dönmek zorunda kaldı. 

Şimdi biz yeniden, Erdoğan’ın diklenmeden dik durma çalışmalarını, gayretlerini göreceğiz; ama bunda çok başarılı olabileceğini açıkçası sanmıyorum. Birçok nedenle sanmıyorum. Birincisi, Erdoğan’ın buna mecburiyetten yöneldiği hususu artık çok daha çıplak bir şekilde ortada. Mecburiyetin ötesinde, buna muhtaç olduğu ortaya çıktı. Çok bâriz, belirgin bir şekilde… Özellikle ekonomik anlamda; ama aynı zamanda siyasî anlamda da. Eskiden Erdoğan’ın çok güçlü bir seçmen desteği vardı. Her zaman, ne olursa olsun seçimleri kazanmayı biliyordu; ama artık seçimleri kaybeden ve sonraki seçimleri kaybetmesi muhtemel olan biri var. Dolayısıyla, Erdoğan’ın çok da fazla pazarlık gücü yok. Öncelikle altı çizilmesi gereken husus bu. İkincisi, bu diklenme döneminde bir hafıza yarattı. İnsanların Erdoğan’a değil sempati, empati duyması için bile Batı’da çok da fazla bir şey yok. Yani, hepsinin Erdoğan’la son dönemde kötü hatıraları var. Örneğin, Avrupa’nın birçok ülkesi Erdoğan’la rehine pazarlığı yaptı. Tutuklanan gazeteciler, kendi vatandaşları ya da başka kişiler, Amerika Birleşik Devletleri’ndeki rahip gibi. Hukuk devletlerinde olmayan pazarlıkları yaptıkları için Erdoğan’ın Batılı tipte bir devlet inşasına yöneleceğine inananların çok fazla olduğunu sanmıyorum. O şöyle söylenebilir: Türkiye önemli olduğu için Erdoğan ile mecburiyetten ilişki kuranların büyük bir kısmı, Erdoğan’ın desteğinin azaldığını ve bir sonraki seçimi kazanmasının çok da kolay olmayacağını gördükleri için onunla, ilk başlardaki gibi bir ilişkiyi yeniden kurmak istemeyecekler. 

Buradan çıkış, Erdoğan için tek çıkış, bu otoriter sistemden vazgeçtiğini aleni bir şekilde itiraf edip, bunun ciddi adımlarını atmasıyla belki olur. Onda da belki diyorum. Onda da tren büyük ölçüde kaçmış durumda; ama dün itibariyle yaptığı Cumhur İttifakı övgülerinin Batı tarafından kaydedildiğini düşünüyorum. Osman Kavala hakkında söyledikleri, ısrarla onun aleyhine konuşuyor olması; Batı’ya yönelik ettiği lâfları, yani “Bizim yönümüz Batı’dır. Batı ile birleşmek istiyoruz” sözlerini ânında tekzip ediyor. Çünkü biliyoruz ki Batı denince akla gelen tüm ülkelerin yöneticilerinin, defalarca, Erdoğan’dan bizzat istedikleri şey: Osman Kavala hakkındaki haksız uygulamaların sona erdirilmesi. Başka örnekler de var; ama özel olarak Erdoğan’ın Kavala’yı çok ciddi bir şekilde takıntı haline getirmiş olduğunu ve Kavala’nın onun yüzünden 3 yılı aşkın bir süredir cezaevinde olduğunu herkes biliyor. Dolayısıyla bu, Batı’ya “Biz de sizdeniz, sizin gibi olacağız, bizim yönümüz sizsiniz” demekle, tek başına olacak bir şey değil. Bunun sahici olduğunu gösterme konusunda adımlar atması lâzım. Olayın bir de tabii ki stratejik boyutları var. Rusya ile olan ilişkiler, S-400’ler, Suriye’deki durum… Bütün bunların hepsi, Erdoğan’ın kendi yönünün Batı’da olduğu iddiasını kanıtlamak için atması gereken adımlar. Bunlar öyle kolay kolay atılabilecek adımlar gibi gelmiyor. 

Sonuç olarak, şimdilik görüldüğü kadarıyla, Erdoğan’ın Batı’ya, kendilerine mecbur olduğunu, kendileriyle birlikte hareket etmeye mecbur olduğunu tekrar söylemeye başladığı bir döneme giriyoruz. Ama bunun Batı’da pek bir alıcısı olduğunu, şu aşamada düşünmüyorum. Kaldı ki Batı’da alıcısı olmadığı gibi içeride de çok fazla kişiye samimi gelmediği ortada. Bundan böyle bu duruşunu pekiştirecek açıklamalar ve adımlar atarsa belki bir tartışma başlayabilir. Ama şu hâliyle, Erdoğan’ın diklenmelerini hatırlayan bir Batı var. Tüm bu süreçte, Erdoğan’ın şu aşamadan sonra, şu saatten sonra, yaşanan onca şeyden sonra, tekrar, eskisi gibi diklenmeden dik durma pozisyonuna gelebileceğini çok fazla sanmıyorum. Kaldı ki tekrar söyleyeyim, Erdoğan’ın Batı ile kurduğu ilişki ya da kuracağını söylediği ilişki ya da kurmak istediğini söylediği ilişkinin çok ciddi bir eksiği var: Kendi iç samimiyeti. Buna, “ontolojik duruş” da deniyor. Erdoğan, Batı’yı sevmiyor. Sevmediği için de Batı ile iş yapabilmek için çok daha fazladan bir gayret sarf etmesi gerekiyor. Son dönemde Batı’yla yaşadıkları, Batı’nın liderleriyle, kurumlarıyla değişik vesilelerle yaşadığı kavgaları unutturabilmesi gerçekten çok zor olacak. İşin bir başka boyutu da şu — onunla bitireyim: Siz bu kadar Batı düşmanlığını körüklerseniz, iç politikanın en önemli malzemesi hâline getirirseniz, yarın öbür gün “Bizim aslında yönümüz Batı” dediğiniz zaman, içeride yaratmış olduğunuz toplumsal desteği de feda etmiş olursunuz. Dolayısıyla, böyle bir acayip, bir “kendi kendini tuzağa düşüren siyasetçi” hâline dönüştüğüne tanık oluyoruz Recep Tayyip Erdoğan’ın. 

Evet tekrar söyleyeyim, saat 14.30’da, tam da Erdoğan’ın Cumhur İttifakı üzerine söylediklerini Burak Bilgehan Özpek ve Hatem Ete ile beraber değerlendireceğiz. Orada da hangi pozisyonun sahici olduğunu aramızda tartışacağız. 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.