Ruşen Çakır, AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın son günlerdeki diplomatik ataklarını, bu atakların iç politikaya yansımalarını değerlendirdi.
Yayına hazırlayan: Betül Gökce
Merhaba, iyi günler. Bugün AK Parti ve Milliyetçi Halk Partisi’nin açıkladığı ortak yeni seçim kanunu tasarısı başlı başına çok caâzip bir konu; ama onu daha sonraki günlere saklıyorum. Belki bugün akşamüstü yapabilirim, ayrıca onu söyleyeyim; ama çok ilginç bir olay o — öyle söyleyeyim. Genellikle iktidardakiler kendilerini sağlama almak için seçim yasalarını hep güçleri varken değiştirirler, oynarlar. Daha çok milletvekili çıkarabilmek ya da seçimi daha kolay kazanabilmek için, ya da kaybetmemek için; ama bâzı durumlarda bunun ellerinde patladığı çok sık olur. Bu olayın da böyle olabileceği intibâı edindim — ilk baktığım, izlediğim, detaylarına baktığım kadarıyla. Ama onu şimdi bir kenara koyalım; son günlerde ülkemizde yaşanan yoğun diplomasiyle ilgili bir şeyler söylemek istiyorum.
Aslında bunu geçen hafta çok dilime doladım, önce Aydın Selcen’le bu konu üzerine bir yayın yaptık, onu izleyenler görmüştür. Aydın, bir eski diplomat olarak, bu konuya çok hâkim birisi olarak çok önemli şeyler söyledi; ama onun dışında, Kadri Gürsel ile yaptığım yayında ve Kemal ile yaptığımız “Haftaya Bakış”ta da bu konuları ısrarla vurguladım; hattâ hafta sonu yazısında –biliyorsunuz, Medyascope’ta bu yıl başladık, hafta sonu yazıları var ve ben de bir gün yazı yazıyorum–, onu yazıp yazmamayı düşündüm, yazmadım; ama benim yerime Alphan Telek yazmış bu konuyu: Erdoğan’ın son dönemdeki diplomatik çıkışlarının dünyayla ilişkilerini düzeltip düzeltmediğini sormuş. Biraz zor bir yazı, ama iyi bir yazı, onu da tavsiye ederim. Ben tekrar geçen hafta dillendirmeye çalıştığım olayı biraz derli toplu anlatmak istiyorum. Zîra bu olay sanılandan daha önemli olabilir.
Nedense muhâlefet çok fazla bu olayı görmedi, çok fazla umursamadı ya da bu konuda çok fazla diyecek şeyleri yok. Bir de îtiraz edilecek çok fazla şey yok. Çünkü sonuçta şu anda Türkiye’de diplomasi bayağı ciddî bir şekilde gündemde. Antalya’daki forumda Ukrayna ve Rusya’nın dışişleri bakanlarının bir araya gelmesinin, herhangi bir sonuç çıkmasa dahi bunun gerçekleşmiş olmasının bir anlamı var, bu önemli. Bir diğer husus, Yunanistan Başbakanı’nın dün, Almanya Başbakanı’nın bugün Türkiye’ye gelmeleri. Konu ne olursa olsun, sonuçta özellikle Almanya’da Scholz’un daha yeni seçilmiş ve Erdoğan ile arasının kötü olması beklenen bir şansölye olarak gelmiş olması… bütün bunların hepsinin bir anlamı var. Başlı başına, “Neden geliyorlar?” diye bir soru sorulamaz. Tabii bu arada İsrail Cumhurbaşkanı var, onu unutmayalım — en önemlisi o. O da Türkiye-İsrail ilişkilerinde yeniden bir yapılanmanın ve mesâfelerin tekrar kapatılmasının bir başlangıcı olacağa benziyor.
Bütün bunların hepsine baktığımız zaman, bu yayının başlığına koyduğum gibi, Erdoğan o dışarıdaki kavgacı üslûbunu büyük ölçüde terk ediyor, terk etmek zorunda kalıyor; ama sonuçta bunu hayâta geçiriyor. Ne yapıyor? Tek başına İsrail Cumhurbaşkanı gelseydi bile başlı başına büyük bir olaydı. Onun öncesinde Birleşik Arap Emirlikleri olayı var. Erdoğan’ın Suudi Arabistan’a gideceği söyleniyor. Mısır ile temasların yeniden kurulmakta olduğunu duyuyoruz. Tam şekillenmedi, ama birtakım görüşmeler yapılıyor. Orada da yeni bir durum ortaya çıkacağa benziyor. Avrupa ile, Yunanistan’la son dönemde bayağı bir atışma vardı, başbakan geliyor. Türkiye’yi insan hakları konusunda en çok sıkıştırması beklenen yeni Alman hükûmetinin başındaki Scholz geliyor.
Tüm bunların hepsi Erdoğan’ın, birincisi, dünyayla eskisi gibi kavga etmek ve bunu iç politikaya taşıma huyundan, alışkanlığından vazgeçtiğini, vazgeçmek zorunda kaldığını gösteriyor. Diğer yandan, Erdoğan ile çok fazla iş yapmama, birlikte görünmeme arayışındaki birtakım dünyanın değişik yerlerindeki yöneticilerin de bunu artık yavaş yavaş terk etmeye başladıklarını gösteriyor. Buradan çıkarılabilecek birçok sonuç var bence. Öncelikle şunu özellikle vurgulamak istiyorum: Özellikle Batı dünyasında Erdoğan istenmeyen bir kişiydi ve iş yapılması çok zor, hep sorun çıkaran, çıkarma potansiyeli yüksek olan bir siyâsetçi olarak görülüyor belli bir süreden beri. Ve mümkün olduğu kadar onunla yan yana durulmamaya çalışılıyor. Nitekim Erdoğan’ın ve Türkiye’nin yakın dönemdeki diplomatik ilişkilerinin büyük kısmının, eski tâbirle “üçüncü dünya ülkeleri” olduğunu, Asya’dan ya da Avrupa’nın daha küçük ülkeleri olduğunu gördük. Erdoğan’ın yaptığı ziyâretler de buralara oldu. Ya da Erdoğan Batı’ya gittiği zaman, beklediği, umduğu ilgiyi bulamadı; bâzı gezilerini erken bitirdi vs..
Şimdi işin rengi biraz değişiyor gibi; tabii ki bunun en önemli nedeni Rusya’nın Ukrayna’yı işgal etmesi, savaş açması, dünya dengelerinin alt üst olması ve Türkiye’nin jeopolitik öneminin bir kere daha ortaya çıkması. Zâten bu hep vardı, ama Soğuk Savaş’ın bitmesiyle berâber azalmıştı. Şimdi tekrar Erdoğan’ın sunabileceği bir şey var. Doğu Akdeniz’de yakın bir zamanda Erdoğan Mavi Vatan iddiasıyla bayağı sert çıkışlar yaptı. Birçok kişiye meydan okudu; ama birdenbire baktı ki kendisine karşı acayip bir koalisyon oluşmuş. Şimdi o koalisyonun tüm parçalarıyla neredeyse teker teker görüşüyor. İsrail bunlardan birisi, Yunanistan, Mısır meselâ. Görüşüyor ve kendisi de zâten Mavi Vatan iddiasını artık büyük ölçüde rafa kaldırmış durumda. Tüm bunların hepsi zorunluluk; ama bana göre olayın bir başka boyutu var, o da şu: Erdoğan tüm bunları yaparken, dünyaya barış eli uzatırken ya da dünyadan kendisine gelen elleri kabul ederken, kendi toprağında eski savaşçı dilini terk etmiyor. Normal şartlarda şöyle bir şey olabilirdi: Bütün anlamıyla, topyekûn, yani Atatürk’ün o çok güzel sözüyle “Yurtta sulh cihandan sulh” derdi ve içerideki kutuplaştırma çizgisinden vazgeçerdi, dışarıda da kavgayı bırakırdı ve derdi ki: “Görüyorsunuz, artık Türkiye’nin demokrasi, hukuk devleti gibi sorunlarını aşma yolunda çaba gösteriyorum ve sizinle de geçmişi unutalım, önümüze bakalım, birlikte ortak çıkarlarımızı düşünelim” vs.. Bunu yapmıyor. Tam tersine içerideki savaşı sürdürebilmek için dışarıda barışa ihtiyaç duyuyor.
Normal şartlarda, özellikle Batı ülkelerinin şunu demesini beklerdik — ütopik ama: “Sen bize el uzatıyorsun, ama kendi ülkende kendi toplumunun en azından bir kesimine karşı bir savaş diline sâhipsin. Bundan vazgeçmediğin müddetçe bizim seninle olan ilişkimiz hep sınırlı kalacaktır”. Bunu der gibi yaptılar; ama şimdi bakıyoruz ki çok da fazla umurlarında değil — özellikle savaş meselesi gündeme gelince. Yani şöyle bir şey oldu: “Erdoğan içeride onu yapabilir, bunu yapabilir, otoriter olabilir vs.. Muhâlefet çalışsın çabalasın, başarsın, Erdoğan’ı devirsin, ama biz Erdoğan’ın içişlerine karışmayalım. Şu anda onunla yapmamız gereken şeyler var; onun bize yardımcı olabileceği hususlar var”.
Tabii hep var olan mülteci meselesi; ama sâdece mülteci meselesinden ibâret değil artık; birçok konu ve Rusya’nın saldırganlığı gündeme gelince, Türkiye de zâten NATO’nun önemli bir üyesi olduğunu hatırladı. NATO ülkeleri de Türkiye’nin önemli bir üye olduğunu hatırladı, böyle bir anlaşma içerisinde gidiyor gibiler ve bu arada olan kime oluyor? Tabii ki Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarına oluyor. Hâlâ Batı’dan bir beklentisi olanlar vardıysa, onların da beklentisinin iyice azaldığını düşünüyorum. Meselâ Biden yönetimiyle çok kötü başlamıştı, daha seçilmeden önce kötü başlamıştı; ama son gelişmelerin ışığında Venezuela’yla bile iyi ilişkiler kurmaya başlayan Washington yönetiminin Ankara ile ilişkilerini gözden geçirdiğini ve özellikle yaptırımlar konusunda birtakım yumuşamalara gidebileceğini duyuyoruz. Tabii ki burada İsrail Cumhurbaşkanı ziyâretinin de ne kadar önemli olduğunu unutmamak lâzım; çünkü Türkiye’nin ABD’de, özellikle Kongre’de önünün tıkanmasında Yahudi lobisinin fonksiyonu çok yüksekti. Son dönemde bunu aşma yolunda, özellikle yeni büyükelçi Murat Mercan bayağı bir çaba sarf ediyor. Arada sırada sizin de gözünüze çarpıyordur, sosyal medyada onun ABD’deki değişik Yahudi kuruluşlarının faaliyetlerine katıldığı, onlara ziyâretler yaptığını görüyoruz ve son cumhurbaşkanı ziyaretinin, Hertzog’un ziyâretinin de bütün bu çabalarla iç içe olduğunu anlamak mümkün.
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
Bütün bunlar beni, AKP’nin ilk kuruluş yıllarına götürüyor. AKP, Fazilet Partisi’nin de kapanmasının ardından yeni bir parti kurmaya niyetlendikleri zaman, Erdoğan ve arkadaşları Washington’a çıkarma yapmışlardı ve bir anlamda kendilerini anlatıp destek aradılar. Zorlandılar, ama yine de yılmadılar bunu yaptılar. Ali Babacan ve ekibi özellikle ekonomi konusunu anlattı; hem kurulmadan önce, hem kurulduktan ve özellikle iktidâra geldikten sonra bunu çok açık bir şekilde yaptılar. Aslında bunun evveliyatı Erdoğan’ın belediye başkanlığına kadar gider. Belki biliyorsunuzdur, Aydınlıkçıların, şimdiki adıyla Vatan Partisi’nin yıllar önce uydurduğu bir yalan. Erdoğan’ı ABD’lilerle benim görüştürdüğüm yolunda, hâlâ peşimi bırakmayan bir yalan var. Erdoğan’ın ABD’nin etkili isimleriyle daha belediye başkanıyken, hattâ belki de Refah Partisi İstanbul İl Başkanı’yken birtakım temaslar kurduğunu biliyoruz, ama vallahi billahi ben yapmadım. Erdoğan o zaman yaptı. Cezaevindeyken de, belediye başkanıyken cezaevine gittiği zaman da, Amerikalı diplomatlar kendisini ziyâret etti. Bunun önemini Erdoğan her zaman biliyordu. Nitekim AKP iktidâra geldikten sonra da özellikle Batı ile –ki buna İsrail’i de dâhil etmek lâzım– çok iyi ilişkiler kurdular.
Buradaki mesele şuydu: İçeride Erdoğan’ın ve arkadaşlarının, daha doğrusu AKP’nin, hükûmeti kurmalarına rağmen iktidar olmalarına izin vermek istemeyen bir iktidar odağı vardı. O meşhur “Hükûmet oldular, ama iktidar olabilecekler mi?” sorusunun bir anlamı vardı. Nitekim bir süre sonra kapatma davası gündeme geldi. İşte bütün bu süreçte, Erdoğan ve arkadaşları arkalarına Batı’yı aldılar. Ulusal sisteme karşı uluslararası sistemin desteğini aldılar. AKP’nin kapatma davası sırasında, Erdoğan’ın bir süredir aşağıladığı Avrupa Birliği’de (AB) tanımadığı etmediği, AB’nin en üst düzey yöneticilerinin defâlarca Türkiye’ye geldiğini unutmamak lâzım. Açık bir şekilde AKP’den yana tavır aldılar ve Anayasa Mahkemesi’nin o acayip karârı, hem kapatma karârı alıp hem kapatmama karârında bu uluslararası sistemin rolünün çok önemli olduğunu biliyoruz. Dolayısıyla içeride bulamadığı desteği, ya da içeride karşılaştığı engeli aşabilmek için dışarıda destek arayan ve bunda başarılı olan; bu engelleri aştıktan sonra da kendisine yardım eli uzatmış olan bu Batılı kurumlara ve kuruluşlara cephe alıp içeride propaganda aracı olarak kullanan bir Erdoğan var. Aynı şeyi İsrail ile yaptı, AB ile yaptı; hattâ bir ölçüde ABD ile de yapmıştı.
Şimdi Erdoğan’ın içerideki sorunu ne? Artık Erdoğan sistemi tam olarak kontrol ediyor. Devlet tamamıyla onun denetiminde. Devlet deyince akla Erdoğan geliyor. Yani derin devlet varsa, Erdoğan’ın kontrolünde bir derin devlet var; ama şimdi karşısında bir toplumsal rahatsızlık, memnûniyetsizlik var. Erdoğan ve ortaklarının oy desteği azalıyor. Dolayısıyla bunu aşabilmesi lâzım. Aşabilmesi için öncelikle ekonomiyi düzeltebilmesi lâzım — ki bu pek mümkün gözükmüyor, bunu özellikle vurgulamak lâzım. Dolayısıyla burada, dünyanın hâlâ önemsediği, ciddîye aldığı bir lider görünümüne çok ciddî bir şekilde ihtiyâcı var Erdoğan’ın. Bu ne işe yarar? Kimileri bunun çok önemli olmadığını düşünüyor, ama bence önemli. Çünkü dünyanın her yerinde olduğu gibi Türkiye’de de insanlar, seçecekleri kişinin güçlü olmasını, özellikle dünya çapında bakıldığı zaman belli bir güce sâhip olmasını, ciddîye alınmasını bekliyorlar. Yakın bir zamana kadar Erdoğan’ın desteğinin bu kadar eriyor olmasında, Erdoğan’ın dünyada yalnızlaşmasının da çok önemli bir rolü vardı. Şimdi Erdoğan en azından bunu telâfî etmeye çalışıyor ve son dönemdeki diplomatik temaslar da bunun belli ölçülerde başarılı olabildiğini bizlere gösteriyor. Burada işte, The Economist’in kapağında Kemal Kılıçdaroğlu’nun olmasının bir anlamı tabii ki var, ama Erdoğan’ın son dönemde yaptığı diplomatik hamlelerin yanında, muhâlefetin uluslararası anlamda, özellikle Batı nezdinde bilinirliğinin çok olduğunu sanmıyorum.
Şöyle bir düşünce olabilir: Erdoğan seçimleri galiba kaybedecek ve yerine blok hâlinde muhâlefet gelecek vs.. Ama onların kim olduğuna şu anda çok fazla heyecanlanan, çok merak eden bir Batı göremiyorum. İlk kurulduğu zaman İYİ Parti’yi çok merak ettiler. Kurulduğu zaman özellikle Ali Babacan’ı çok merak ettiler. CHP’ye olan ilgi hep sınırlı oldu; ama bir bütün olarak diyelim ki Millet İttifakı’nı, iktidârı devralmaya hazırlanan ve her an devralacak olan bir ittifak olarak görmenin bence şu anda uzağındalar. Her ne kadar iktidar yanlısı birileri Millet İttifakı’nı bir Batı projesi olarak sunsalar da, şu hâliyle bakıldığında, Batı’nın bir projesi varsa –ki bence yok–, Batı’nın en fazla ilgi gösterdiği, an îtibâriyle: Erdoğan. Bunu özellikle vurgulamak lâzım. Bu, Rusya’nın saldırganlığı sâyesinde olmuş olabilir; fakat aynı zamanda muhâlefetin de Erdoğan ve arkadaşlarının zamânında parti kurarken gösterdikleri gayreti uluslararası platformda göstermemeleri, özellikle Batı nezdinde göstermemeleri nedeniyle böyle; çünkü Erdoğan’dan korkuyorlar. Erdoğan’ın dayattığı o “yerli ve millî” diye bir şablon var. O şablonu muhâlefete sürekli dayatıyor; ama kendisi buna hiçbir şekilde îtibar etmiyor. İstediği şekilde davranabiliyor, kendisi herkesle görüşüyor; ama muhâlefet birisine selam verse kıyâmeti koparıyor ve oradan hemen komplolar üretiyor. Muhâlefet de bundan çok ciddî şekilde ürküyor. Aslında muhâlefetin Erdoğan’ın korku çemberini, Erdoğan’ın kendisine dayattığı bu “yerli ve millî” gömleğini reddetmesiyle ancak olabilecek bir şey bu. Şu hâliyle kimilerine göre, “Bu kalıcı olamaz, Erdoğan pragmatist birisi, bugün böyle yapıyor, yarın başka türlü yapar” diye önemsizleştirilmeye çalışılan diplomatik hamlelerin iç politikada seçmen desteğinde Erdoğan’a da birtakım artılar getirebileceğini özellikle vurgulamak lâzım.
Artık kendisine kimsenin selâm vermediği, elini sıkmaktan imtinâ ettiği kişiden uzaklaşmakta Erdoğan ve bildiğimiz kadarıyla, özel olarak bildiğim kadarıyla Erdoğan bunun ekmeğini bayağı bir yiyecektir. Önümüzdeki günlerde bunu çok ciddî şekilde göreceğiz. Tabii ki bu arada savaşın seyri de çok önemli olacak. Şu hâliyle her türlü haberin birlikte geldiği bir olay söz konusu. Hem müzâkerelerde ilerleme kaydedildiği söyleniyor, hem de Rusya’nın saldırganlığının duracağa benzemediği söyleniyor. Eğer savaş uzun bir zamana yayılırsa ve başka coğrafyalara da yayılırsa, işin rengi çok değişecek ve gördüğüm kadarıyla muhâlefetin tek ve bütün olarak bu yeni şekillenen dünyada nasıl bir pozisyon almak gerektiği konusunda kafası karışık demeyeceğim, çok fazla bir düşünce üretildiğini, pozisyon alındığını ya da şöyle dendiğini görmüyorum: “Biz iktidâra geldiğimiz zaman, bunları çok daha düzgün, şöyle şöyle yapacağız” dendiğini şu hâliyle görmüyorum. Bir şekilde, krizin çok derin olduğundan hareketle, ne kadar uğraşırsa uğraşsın Erdoğan’ın kendi lehine bir fırsat yaratamayacağını düşünüyor olabilirler. Evet, burada krizi fırsata çevirmek isteyen Erdoğan, tam tersine krizin içerisinde boğulabilir. Böyle bir ihtimal tabii ki var. Ama şu hâliyle bakıldığı zaman, yapılan diplomatik temaslarda an îtibâriyle Erdoğan aleyhine bir puan yazılmış gözükmüyor. Bunu özellikle vurgulamak istiyorum.
Bitirirken, Medyascope’a sâhip çıkmanızı, desteklerinizi devam ettirmenizi ve çevrenizdeki insanların da Medyascope ve diğer bağımsız medya kuruluşlarına destek vermelerini telkin etmenizi ricâ ediyorum, çünkü gerçekten çok kritik anlar yaşıyoruz, yaşayacağız ve burada Türkiye’nin en çok ihtiyâcı olan da bağımsız ve özgür medya. Söyleyeceklerim bu kadar, iyi günler.