Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Kemal Can ve Ruşen Çakır ile Haftaya Bakış (50): Soylu-Gül olayından hareketle AKP içi iktidar mücadeleleri & muhalefette ittifak senaryoları

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. “Haftaya Bakış”la karşınızdayız. Her cuma olduğu gibi, yine Kemal Can’la birlikte olup bitenleri, siyasetteki gelişmeleri ve olabilecekleri konuşacağız. Kemal, merhaba.

Kemal Can: Merhaba Ruşen.

Çakır: Bu haftanın en câzip konusuyla başlayalım. Adalet Bakanı Abdülhamit Gül’le İçişleri Bakanı Süleyman Soylu arasında dolaylı bir atışma oldu. Süleyman Soylu, sosyal medyada annesine küfrettiğini söylediği bir kişinin adlî kontrol şartıyla serbest bırakılmasına tepki duyduğunu açıklayan bir paylaşım yaptı. Bu paylaşımdan 1 gün sonra, Abdülhamit Gül, İstinaf Mahkemeleri Değerlendirme Toplantısı’nda, kendisine sosyal medya üzerinden her gün tutuklama taleplerinde bulunulmamasını, Türkiye’nin bir hukuk devleti olduğunu açıkladı. AK Parti Genel Sekreter Yardımcısı Yasin Bölükbaşı da yine sosyal medya hesabından yaptığı paylaşımda, “Bir telefon ötede olan kişilere buradan meramını anlatmaya kalkıyorsan niyetin sorgulanır. Parti disiplini dava disiplinidir. Biz böyle gördük, böyle öğrendik” dedi. Bu iki bakan, “Biz birbirimizi kastetmedik” deseler hiçbir şey olmaz. Ama belli ki aralarında bir gerginlik var. Süleyman Soylu’nun daha önce Berat Albayrak’la bir gerginliği olduğu söylenmişti. Soylu istifa etmesine rağmen, istifası kabul edilmedi ve görevinde kaldı. Berat Albayrak ise, anladığımız kadarıyla çok da gönüllü olmadan kabineden ayrıldı. O günden beridir de hâlâ kendisinden bir iz yok.

Buradan anladığımız kadarıyla, iki bakan arasında bir kavga varsa –ki bence var– bu kavganın galibinin de Süleyman Soylu olduğunu düşünenler var. Ama ben o konudan çok emin değilim. Anayasa Mahkemesi, bir kere daha oybirliğiyle Enis Berberoğlu lehine karar verdi. Bugün Abdülhamit Gül, “Anayasa Mahkemesi kararları bağlayıcıdır” diyerek tavrını açık bir şekilde ortaya koydu. İktidarın içerisinde sanki iki ayrı kanat şekilleniyor gibi. Birisi, eski AK Parti’ye daha yakın olan, Batı’yı, Batı’nın kurumlarını ölçü olarak almaya çalışan, diğeri de, MHP çizgisine daha yakın olan. Ne dersin bu çok mu basitleştirme olur?

Can: Aslında, birden çok kanattan bahsedilebilir. Senin söylediğin, gruplandırarak yapılmış. Bence o grupların bile içinde daha yumuşak, ikisinin arasında, biraz ondan, biraz bundan olan, ya da kimin güçlü olacağına göre beklemeye çekilen çok sayıda pozisyon var. Bir de, herkes, doğrudan ortaya çıkarak, bir temel tezin sözcüsü olmaya değil, birileri üzerinden “Böyle düşünüyorlar, şöyle de düşünenler var” diyerek pozisyon alıyorlar; Bahçeli’nin iddia ettiği gibi, iktidar içerisindeki sorunlar üzerine sadece muhalefet konuşmuyor. Aslında iktidar içerisinden birileri de, bu tür şeyler konuşulsun diye, kimi zaman çıkışlar yaparak, kimi zaman ortama bilgiler zerk ederek, bu tür yoklamalar yapıyor, bunu görüyoruz. Bu, birçok alanda böyle. Mesela ekonomide birtakım kanatların birtakım pozisyonları çokça tartışılıyor. Mesela faiz lobisi bu geri adımlarla “kazandı, kazanmadı” meselesinden hemen sonra, TOBB Başkanı Hisarcıklıoğlu, Erdoğan’ın açıklamasına paralel olarak “Aslında faiz sorundur” tezini yeniden gündeme getirdi filan. Yani pek çok alanda, devlet içinde, parti içinde ve ekonomideki pozisyonlar, herkesin, rotanın tam olarak ne olacağının belirsiz olduğunu düşünüp, ya avantaj kazanmaya çalıştığı, ya durumu anlamaya çalıştığı, ya da karşı tarafın gerçek gücünü ölçmeye çalıştığı bir şey olarak yaşanıyor. Ama burada şöyle bir nokta var: Bu, pek çok partinin içinde olduğu gibi, liderleri, öncüleri, sözcüleri olan kanatlar, gruplar olmadığı için, son derece belirsiz, gizli kapaklı, hatta biraz fazla ürkek biçimde yaşandığı için tam anlaşılamıyor. Aslında kimse de açıkça, “Ben şu taraftayım, bu tezi savunuyorum, bunun doğru olduğunu iddia ediyorum ve bunun politikasını yapıyorum” çıkışını yapmıyor. En net konuşan Bahçeli olduğu için de, onun söyledikleri gündemi belirliyor. Ama onun dışında, güya “Onun karşısında olan kanat” diye hep bahsedilenin sözcüsü, ortakları, onu destekleyen ekip kim? Bunu böyle birtakım çıkışlardan anlıyoruz. Ama bunların çoğunda da tutarsızlıklar var. Mesela son yaşanan Gül ve Soylu örneğine bakalım. Abdülhamit Gül, “Türkiye bir hukuk devletidir. Böyle sosyal medya üzerinden tutuklama talimatları verilmez” açıklaması yapıyor. Bu açıklama başka bir şey için söyleniyor diye düşünülebilir, saldırılara da bağlayabilirdi bunu.  Ama Soylu ile ilgili olduğunu şuradan anlıyoruz: Çünkü açıklamasının peşine de, “Hakaret, tutuklama yasağı olan bir suçtur. O yüzden de tutuklama yapılmamıştır” diye aslında Soylu’nun şikâyetini muhatap aldığını ifade eden bir cümle ekliyor. Ama Türkiye’de Cumhurbaşkanı’na hakaret değil, eleştiri yapanların bile evlerinden alınıp tutuklandığını biliyoruz. Peki o zaman, “Bu hukuk devleti, adamına göre bir hukuk devleti” diye cevaplayamayan bir Adalet Bakanı var. Devam edelim: Tahliye kararı çıkmış Osman Kavala’nın, daha tahliye için gittiği minibüsün içindeyken tekrar tutuklama kararı çıkartılması, hangi talimatla cereyan etmiştir? 

Çakır: Bu söylediğin örnekler çok bâriz. Erdoğan’ı kırmızı çizgi olarak alıp, Erdoğan’a dokunmadan birbirleriyle tartışmak ya da gerekirse gerilim içine girmek. Ama orada da, “Erdoğan ne kadarına izin verir? Verir mi vermez mi?” diye gözler hep Erdoğan’da. Fakat bu son dönemde –geçen hafta konuşmuştuk, birazdan tekrar konuşacağız bu saldırılar konusunu– özellikle AK Parti’nin içinde, kuruluşundan beri var olan kesimlerin rahatsızlıkları, memnuniyetsizlikleri artık giderek birikmeye, bir tür ontolojik sorgulamaya yol açmaya başlamış gibi görünüyor. Tabii burada da yine Erdoğan meselesi var. Yani o eşik henüz geçilebilmiş değil. Gerekirse, Erdoğan’ı da dinlemeden, eleştirisini, itirazını ya da rahatsızlığını dile getirme aşamasında değiller henüz. Senin söylediğin gibi, Abdülhamit Gül bunların hepsini söylüyor; ama mesela Süleyman Soylu, “O zaman Osman Kavala’yı niye tutukladın kardeşim?” dese bitecek iş. Ama zaten herkes orayı dokunulmaz alan olarak alıp konuşuyor. Erdoğan onlara öyle bir tartışma alanı ya da iktidar mücadelesi alanı sunuyor mu? Bence sunmuyor.

Çakır: Zaten hem muhalefet hem iktidar tarafından bazı insanların kulislere aktardığı bilgilerde, sanki denk, hatta rahatsızlar biraz daha kalabalıkmış gibi bir hava var. Buna karşılık, bu rahatsız olunan şeyleri Bahçeli çıkıp gayet net söylüyor. Hatta söylemekten fazlasını yapıyor. Süleyman Soylu çıkıp söylüyor. Ama karşı tarafta, kimse açıkça çıkıp, “Biz şundan rahatsızız” demiyor. O rahatsız kalabalığın sözcüsü kim? Bahçeli gerekirse açıkça çıkıp mesela Bülent Arınç’ın ismini vererek söylüyor; Numan Kurtulmuş’u ismiyle karşısına alıyor. Soylu, Gül’ün ismini vererek açıkça karşısına alıyor. Ama o rahatsız kalabalık Erdoğan’a bakmaktan ve Erdoğan’ın, değil onların arkasında olması, üzerlerine gelindiğinde onları koruyacağından bile emin olmadıkları için sessizliği tercih ediyorlar. Bunun sosyal medya üzerinde cereyan etmesi de şöyle bir şey: “Niye telefon açabilecek bir bakan diğer bakana sosyal medyadan haber gönderiyor?” diyorlar ya, o bakan zaten daha önce istifasını sosyal medya üzerinden yapmıştı; Cumhurbaşkanı’na dahi telefon açmadan istifa etmişti. Abdülhamit Gül, Süleyman Soylu’ya cevap verdiğinde, dün akşamdan itibaren Soylu için sosyal medyada, “Seni harcatmayız, yanındayız” gibi hashtag’lerle destek kampanyaları açıldı. İki bakan arasındaki gerilimde birtakım troller, faaliyete geçip Soylu’yu korumaktan bahsediyorlar. Şu anda muhalefetten Soylu’ya bir taarruz yok ki. Kime karşı korumaktan bahsediyorlar? İddia edildiği sertlikte olan gerilimin bir sonuç yaratmaması, bir tarafın –ki bu bazen Soylu oluyor, daha çok da Bahçeli oluyor–, ya desteğiyle ya sessizliğiyle, buraya bir şey yapmayacağını defalarca gösteren Erdoğan’dan neşet ediyor aslında. Bu, AB, reform tartışmalarının hepsinde tekrar tekrar önümüze gelecek.

Çakır: “Sözcü kim?” diye soruyorsun. Mesela Abdülhamit Gül ismi, bu partinin öyküsüne baktığımız zaman, çok gerilerde bir isimdi. Yani adının duyulması yakın zamanlardadır. Bu partide belli ağırlığı olan isimlerin ayrılması, tasfiye edilmesi, marjinalleştirilmesi nedeniyle, mesela Süleyman Soylu gibi kendine ağırlık yaratmış bir insana, onunla denk olabilecek bir isim çıkartamıyor. Çünkü öyle bir sözcü yok. Süleyman Soylu ile Abdülhamit Gül arasındaki tartışma eşit bir tartışma değil. Her ikisi de önemli bakanlıklar, ama siyaseten baktığında öyle değil. Burada sanki Süleyman Soylu’nun kendisini, Abdülhamit Gül’ün de bir grubu temsil ettiği görüntüsü var. Ama o grup da, senin tarif ettiğin gibi, “Benimle ne alâkası var kardeşim?” deyip çekip gidecek türden çok gevşek bir grup. Orada, bir rahatsızlığı, bir hissiyatı ifade edebilecek güçte, ağırlığı olan isim pek yok. Mesela Bülent Arınç Yüksek İstişâre Kurulu’nda bile kalamadı, biliyorsun. Bülent Arınç’ın duruşuyla, Abdülhamit Gül’ün duruşu benzeştirilebilir. Mesela İhsan Arslan bir şeyler söyledi, ama arkasında duramadı. Sonuçta böyle eşitsiz bir durum var. Böyle benzer bir olay olsaydı, aklına gelebilecek birçok isim vardı. Hüseyin Çelik’ten tut da… Şimdi öyle bir isim de yok.

Ama bu, bir yerden sonra Erdoğan’ın aleyhine çalışan bir durum bence. Bu ne kadar umurunda bilmiyorum; ama parti içerisinde bir denge yürütmek istiyorsa, terazinin kefesi bir tarafa doğru çok ağır basıyor. Şu anda parti içinde Süleyman Soylu’nun o kadar destekçisi olduğunu sanmıyorum; ama Abdülhamit Gül’le kıyaslandığı zaman ağırlığı çok fazla. Bir de polemik dilini biliyor.

Can: Ama burada şöyle bir şeye de dikkat çekmek istiyorum. Evet, dediğin gibi, burada kişilerin özelliği var. Karizmatik ve bir eylemin sözcüsü olarak, etrafına destek toplayabilmenin kişisel bir tarafı var. Ama ya kişisel gücünle parti içerisinde etkinlik kazanırsın ya da partideki kuvvetli bir eğilimin sözcüsü olarak, o eğilimden güç alırsın. Bazen eğilim o kadar güçlenmiştir ki, karizmatik birine ihtiyaç yoktur. O eğilimin sözünü eden birine saldırı geldiğinde, o adamı korumak için değil, o eğilimin tarafı olanlar, onun etrafında kümelenirler. Böyle bir şey de olmuyor.

Daha önce birkaç yayında da konuştuğumuz için senin de böyle düşündüğünü biliyorum. Süleyman Soylu, kendi karizmasıyla büyümedi, bir eğilimin sözcüsü olarak gücünü artırdı. MHP ittifakıyla birlikte AK Parti içerisinde kuvvetlenen bir eğilimin öne çıkanı oldu. Daha güvenlikçi bir siyasetin, kutuplaştırma dilinin, ötekileştirmenin AK Parti’ye iyice sirayet eden nüvesinin bir aktörü olarak sivrildi. Kendisine verilen destekler de orada. Ama buna karşılık, çok da güçlü olduğu söylenen öbür eğilimin ne sözcüsü var, ne de o eğilimin kendisi, kendini gösterme arayışı içerisinde. Bülent Arınç olayında gördük: Arınç eski bir isim. Bırak arkasında olmayı, hiç olmazsa Arınç’a yapılanlar için “Ayıptır” diyen kimse çıkmadı.

Çakır: Numan Kurtulmuş partinin genel başkanvekili. Ona bile destek çıkmadılar. Ve hâlâ partideki görevini sürdürüyor. Ona söylenenler de az buz değildi. 

Can: Evet, bunu söylemek istiyorum işte. Eğilim de kendini kuvvetli biçimde kendini göstermeye çalışmıyor. Onu taşıyacak bir lideri yok belki; ama o eğilimin güçlülüğü konusunda da benim tereddütlerim var. Taban benzeşmesi ve şimdi gürültüsü daha çok çıkan, MHP’nin ve Süleyman Soylu’nun temsil ettiği AK Parti’nin giderek daha fazla “MHP’lileştiği” reflekslerin karşısındaki “Öz AK Parti” ya da Davutoğlu’nun çağırdığı “eski AK Parti” diyelim, onun bir takati, kuvveti kalmamış gibi görünüyor.

Çakır: Ben o konuda çok emin değilim, şöyle bir şey düşünüyorum — buradan saldırılar meselesine geçebiliriz: Özellikle Selçuk Özdağ saldırısı. Her ne kadar ülkücü kökenli olsa da AK Parti’de üç dönem milletvekilliği ve Genel Başkan Yardımcılığı yapmış bir isim Selçuk Özdağ. Kendi iddiasına göre öldürme kastıyla saldırıya uğruyor. Demin tartıştığımız, sözcüsü bile olmayan, rahatsızlık, huzursuzluk, dışlanmışlık ve işlevsizlik hâli Meclis’te de var. Mesela yüzlerce milletvekili var, ama hiçbir fonksiyonları kalmadı. Eskisi gibi bakanlara da ulaşamıyorlar. O anlamda iş takipleri de yapılamıyor. AK Parti’den ayrılmış olan DEVA Partisi ve Gelecek Partisi akıllıca politika izlerlerse, kendilerine birtakım katılımları sağlayabilirler. Ama bu kişiler, bütün bu yaşananlar karşısında o kadar pasif, sessiz duruyorlar ki, yarın öbür gün ayrılıp bir yere geçtikleri zaman, yanlarına götürecekleri pek de bir şey olmayabilir. Hatta kendilerini bile götüremeyebilirler. 100 kişi gelir, ama bu 100 kişi “gelse de olur, gelmese de” durumu var. Ama AK Parti’nin içinde açık bir tartışma yürütüp, orada kendilerini göstererek bir kopuş yaşanırsa, o zaman işin etkisi daha fazla olur. Etkilerinin giderek azaldığı muhakkak; ama AK Parti’nin temelinde, milyonlarca üyesinin içerisinde, hâlâ eski günleri yaşamış insanlar var. Bu, onlara sahip çıktıkları, özledikleri anlamına gelmeyebilir. Ama şunu çok iyi biliyoruz ki İslâmcılık’la ülkücülük arasında tarihsel bir yakınlık, ama aynı zamanda da birbirinden hoşlanmama hâli var. AK Parti’nin, MHP ve milliyetçiliğin güdümüne bu kadar fazla giriyor olmasını bazı insanlar çok kolay benimseyebilir, ama birçoğu sırf bu nedenle bile ciddi bir rahatsızlık duyuyorlar. Açıkça yapmıyorlar, ama kimi görsen durumdan şikâyet ediyor. Kapalı kapılar ardında yapılan bu şikâyetlerinin bir anlamı yok tabii. Ortada kaynayan bir kazan var, ama bu kazanın kaynamasının tek başına bir anlamı olmuyor. Belki dışarıdaki partiler buraya bir şekilde müdahale edebilirlerse, o zaman işin rengi değişebilir. Aksi takdirde, AK Parti kendisini tüketerek etkisini kaybedecek gibi geliyor bana.

Can: Bu zayıf kanadın, hem kendini partisi içerisinde göstermemesinin hem diğer alternatiflere yönelmemesinin arkasında, hep, sonunda Erdoğan’ın bir şey yapacağı, o rahatsızlığa dikkat kesilip onun gereğine göre bir şey yapacağı varsayımı ya da beklentisine göre bir pozisyon almış durumdalar. Çünkü kendileri Erdoğan’ı oraya itme gayretini gösterebilecek cesareti, iddiayı ortaya koyamıyorlar. Sadece varsayıyorlar ve dedikodu yayıyorlar. Erdoğan da bunun farkında. Şimdilik böyle yapıyor, ama aslında arayışları var. Ama Erdoğan ne davranışlarına ne onların en küçük çıkışlarına verdiği destekle, bunu gösteren bir şey yapmıyor. Senin söylediğin gibi, İslâmcılık ve milliyetçilik arasındaki temel, rekabet ve gerilim; onları ortaklaştıran şey, sağcılık. Bu, Kılıçdaroğlu’nun açtığı tartışmaya da giriyor. Hatırlarsan, eskiden bu iki hareket de kendisini “sağ dışında” tarif eder, “sağ” denmesinden de rahatsız olurlardı. İslâmcıların, hatta milliyetçilerin içerisinde de kuvvetli bir kanat, “Biz sağcı değiliz. Sağcılık başka bir şey” diye tarif ederdi. Ama bugün ittifakı kuran şey, ötekileştirme, kutuplaştırma ve kimlik siyaseti etrafındaki temel referans, ikisinin en kuvvetli yapıştırıcı olarak sağcılıkta mutabakatı. En kaba anlamındaki sağcılıkta mutabakat.

Çakır: “Erdoğan’dan bir şey yapmasını bekliyorlar” dedin ya, eminim Selçuk Özdağ konusunda da beklediler, ama avuçlarını yaladılar. Erdoğan en son yaptığı konuşmada “İbo Show”a bile sahip çıktı. CHP’nin sokakta bulduğu görüntülerle insanların moralini bozduğunu söyledi. Ama Selçuk Özdağ ve diğer saldırıya uğrayanların sokaktaki görüntüleri konusunda kamuoyuna hiçbir şey söylemedi; ne kınama ne meydan okuma, hiçbir şey. Bu da bence o beklentilerin hiç sahici olmadığını o beklenti sahiplerine göstermiş oldu. Normalde, herhangi bir ülke yöneticisinin böyle aleni bir şeye tepki göstermemesi… Aslında daha önce Kılıçdaroğlu’na yapılan saldırı için de bir şey yapmamıştı; ama buradaki olay sağın içerisindeki bir hikâye. Selçuk Özdağ, düne kadar kendi partisinin genel başkan yardımcılığını yapmış bir isim. Ona bile ağzını açıp tek kelime etmedi.

Can: Şöyle bir durum da var tabii: Bundan sadece rahatsızlık duyduğu için değil, usûlen bile yapmıyor. Çünkü usûlen yaptığı zaman, o rahatsızlık kendine bir cesaret bulabilir. Bunun bile önünü kesecek bir şey yapıyor. Hani bu rahatsızlığın sözcüsü çıkmıyor da, Erdoğan bunun sözcülüğünü yapıyor ve Bahçeli’ye ya da bu eğilime karşı lâf söylüyor meselesini geçtim, usûlen bile bunun önünü açabilecek bir kapı aralamıyor; kapıyı sıkı sıkı kapalı tutuyor. O konuda çok net bir suskunluk.

Çakır: Peki, şöyle bir soru sorayım sana Kemal: Bir günde 3 saldırı oldu. Biz de geçen hafta tam cuma yayınımızı yapıyorduk. Üçüncü saldırı bizim yayından sonra oldu sanırım.

Can: Ya da bilgisi bize gelmedi. 

Çakır: O çok da fazla gündeme gelmedi. Ama biz yayına girdiğimizde, Yeniçağ gazetesi Ankara temsilcisi Orhan Uğuroğlu saldırıya uğramıştı. Erdoğan açıp ya da haber yollayıp geçmiş olsun dedi. Davutoğlu’nun söylediğine göre Selçuk Özdağ’a geçmiş olsun dememiş. Her neyse. Bahçeli hiç üstüne alınmadı ve neredeyse kendilerine yönelik bir komplo olarak tarif etti. Neredeyse diyorum, çünkü onu da açık ve net söylemedi. Onun o tumturaklı cümleleri arasında bir “komplo”, “sokak” lâfları var, ama “Bize komplo kuruyorlar, yapmadığımız işi bize yıkıyorlar” gibi bir cümle de yok. 

Can: Zaten öyle bir komplo şüphesinin altını çizmek istiyorsa, önce saldırıyı yapanları hedefe koyması lâzım. Yapılmış bir saldırı var çünkü, komplo oradan başlıyor. O saldırıyı yapanlar, bu “leke”yi MHP’ye yapıştırmak için bu saldırıyı yapmışlar. Birilerinin de bunun üstüne atlamış olması lâzım. Dolayısıyla, yapanları birinci derecede komplonun sorumlusu ilan etmesi lâzım. Tam tersi, Bahçeli yapmadı, ama bazı Ülkü Ocakları ve MHP’li yöneticiler, sosyal medya üzerinden “Bu hareketin delisi çoktur, talimat dinlemezler’’ açıklamalarını yaptılar, hatta soruşturmayı yapan savcıyı eleştirip tehdit ettiler. Böyle olunca, saldırıyı yapanları komplonun tarafı olarak gösteren bir durum yok. Hatta tıpkı Kılıçdaroğlu olayında olduğu gibi, sanki hak edilmiş bir durum olarak tarif edildi neredeyse.

Çakır: Soruma geleyim: Bahçeli özellikle Karar gazetesinde Ahmet Davutoğlu ile söyleşi yapan Yıldıray Oğur, Elif Çakır ve Taha Akyol’un isimlerini verdi. Davutoğlu dahil birçok kişi bunu hedef gösterme olarak yorumladı. Tabii ki bu arzulanan bir şey değil; ama bütün bu yaşananların ardından, yine sokakta birilerine bir şey olabilir mi Kemal?

Can: Bu isim listeleri meselesi de yeni değil biliyorsun. Daha önce yazılı olarak daha uzun bir liste de açıklamıştı. Hep Bahçeli üzerinden konuşuluyor, ama gazetecileri ya da siyasetçileri açıkça hedef göstermek, onları kamuoyu önünde suçlamak konusunda Erdoğan’ın da hiç geriye kalır tarafı yok.

Çakır: Ama onun söyledikleri genellikle içeri alınıyor.

Can: Hatta o doğrudan talimat veriyor. Yargı ya da emniyet mensuplarını göreve davet ediyor. “Hesabı sorulacak” diyor. Verilecek cezayı bile tarif ediyor. Tamam, Bahçeli’nin tweet’leriyle bir yoğunlaşma oldu; ama kaç yılın kanıksanmış bir uygulaması bu ve her türlü eleştiri için geçerli. Bazen bir gazeteci oluyor, bazen siyasetçi, bazen bir meslek örgütü, doktor ya da bir diplomat olabiliyor. Bu, insanları hedef göstermek. “Lâf söyleyemezsiniz. Söylediğiniz anda karşılık görür” tavrı yerleşmiş durumda. Ben şöyle düşünüyorum: Özellikle son dönemde, Bahçeli’nin dikkat çektiği meseleler, daha çok, ittifak içi çatlak, MHP’nin etkinliği vs. gibi konulara daha yoğunlaşan bazı yorumlara verilmiş reaksiyonlar. Hatırladığım kadarıyla, Selçuk Özdağ ve Semih Yalçın’ın sosyal medya üzerinden girdikleri polemik, Bahçeli’nin daha önce Erdoğan’a söylediklerini hatırlatan birtakım şeyler üzerine gündeme gelmişti. Taha Akyol, Yıldıray Oğur ve Elif Şafak’ın Davutoğlu ile yaptıkları röportajda, Davutoğlu “Erdoğan vesâyet altında. Onu da tasfiye edecekler” lâfını ettiği oturum. Dolayısıyla, sadece MHP’ye dönük eleştiri değil, Cumhur İttifakı’nın bütününe ilişkin, yüksek perdeden reaksiyon veriyor ve Erdoğan’ın bu reaksiyonlara sessiz kalması sayesinde –ki kendi misyonu “Ne olursa olsun Cumhur İttifakı’nın devamı” sözünü açıkça ifade etti–, kendi sözünün gereğini yapıyor aslında. Yoğunlaşmasının nedeni de bu tartışmanın kontrolünü elde tutmak. Erdoğan’ın sessizliği itibarıyla baktığımızda, galiba o kontrolü sağlamış görünüyor.

Çakır: Bir süreliğine sağlamış durumda. Zaten Cumhur İttifakı gül gibi gidiyor. Cumhur İttifakı’nda hiçbir çatlak yok, olmayacak da. Ölene kadar bizi güzel güzel yönetecekler. Biz şimdi muhalefete bakalım.

Muhalefette ilginç bir şey var. Aslında yayından önce bu konuyu seninle biraz konuştuk, ama kamu önünde de biraz tartışalım. Seçimden seçime kurulan bir Millet İttifakı var. Aklıma hâlâ o geliyor. Normal şartlarda “Millet İttifakı” adını AKP ve MHP’nin, “Cumhur İttifakı” adını da CHP ve diğer muhalefet partilerinin alması beklenirdi. İktidar ortakları kendilerini “cumhur” diye tanımlayınca “millet” diğer tarafa kaldı. Muhalefet içinde sanki yeni bir ittifak arayışı var. Şöyle de söylenebilir: Zaten büyük ölçüde HDP’yi, hatta CHP’yi de dışarıda bırakan, “CHP yüzde 20-25 oy alıyor zaten” deyip, en azından milletvekili seçimlerine, içinde İYİ Parti, Gelecek Partisi, DEVA Partisi, Saadet Partisi, Demokrat Parti’nin olduğu bir tür “muhalefetteki sağ blok” olarak girme arayışı var. Cumhurbaşkanı adayı konusunda belki CHP ile ortak düşünebilirler. Tabii aritmetik olarak baktığımızda, lideri de doğal olarak İYİ Parti olacak gibi. Sence bir anlamı var mı? Çünkü ucundan ucundan gündeme geliyor gibi. Başka seçenekler de olabilir. Mesele yüzde 10 barajı ise, “Barajı aşmak için CHP’ye de ihtiyaç olmayabilir” gibi cümlelerin telaffuz edildiği bir durum var. Tabii burada yine bir “sağcılık” meselesi söz konusu. CHP ile yan yana gözükmemek, hele HDP ile zinhar gözükmemek gibi bir arayış sanki. Bu sana gerçekçi geliyor mu? Olabilir mi? Bana, sanki bunun lâfı edilse bile pek olabilecekmiş gibi gelmiyor.

Ama öte yandan, zaten var olan CHP, İYİ Parti, Saadet Partisi, Demokrat Parti’ye, Gelecek Partisi ile DEVA Partisi de eklenecek; HDP de bir şekilde örtülü ya da açık, dâhil olacak. Epey kalabalık bir topluluk oluşacak. Bir seçim ânında hepsini bir arada görmek çok mümkün olmayabilir. Seçim de olmadığı için belki erken bir tartışma, ama özellikle Gelecek Partisi sözcüleri bunu çok fazla telaffuz eder oldular.

Can: Bunun gerçekçiliği konusunda ben de sana katılıyorum. Ama bir tür siyasî mühendislik bu ve mevcut siyasete aritmetik bir mesele olarak bakanların kafasında bunun olduğu anlaşılıyor. Bunu dile getirenler de var. Zaten Gelecek Partisi’nin birkaç sözcüsünden de duyduk bunu. Daha bu partiler kurulma aşamasındayken bile, İYİ Parti içerisinde böyle bir akıl yürütmenin olduğunu biliyoruz. Kabaca şöyle bir şey tahayyül ediyorlar: İYİ Parti, Saadet Partisi, Demokrat Parti, Gelecek Partisi ve DEVA Partisi yüzde 20’leri aşan bir blok oluşturuyor. Yüzde 25 kadar CHP’nin, HDP’nin de yüzde 10 oyu var. Bu hesapla, muhalefet aritmetiği yüzde 55’i bulabiliyor. Cumhur İttifakı’nın da, artı eksi yüzde 45 civarında bir oyu var. Ama muhalefet blokunun iki sorunu var. Birincisi, “birlikte durma” açısından kendi aralarında bir gerilim var. İkincisi de, iktidar, özellikle muhalefet blokundaki sağ partileri “Onunla yan yanasınız, bununla yan yanasınız” diyerek, sürekli tazyik altında tutuyor: “CeHaPe” zihniyeti ile, çok temeldeki kültürel hattın öbür tarafından bir partiyle birlikte olmak ya da kriminalize edilen HDP ile birlikte olmak suçlaması, çok güçlü bir biçimde kullanılıyor. Bu suçlamadan âzâde olmak, bir de kendi tabanları açısından da sorunlu olduğunu düşündükleri şeye bir çâre olarak düşünüyorlar. 

Şimdi İYİ Parti bir ivme artırdı, onu devam ettirmek istiyor. Yeni kurulan partiler henüz ivme alamadılar, biraz daha ellerini rahatlatarak genişleme imkânı yakalamak ve üstlerindeki baskıyı azaltmak istiyorlar. Yani kendilerine dönen, “Ama siz CHP ile birliktesiniz”, “Ama siz HDP ile birliktesiniz” baskısı olmaksızın, biraz daha rahat bir siyaset yapabileceklerine inanıyorlar. Böyle bir üçüncü blok teorik olarak olabilirse, iktidar, “Siz onunla birliktesiniz, bununla birliktesiniz” diye bir şey söyleyemeyecek. Artı, hem iktidardan hem kendi tabanlarından gelen bir baskı olmadan, biraz daha alan siyasetine yönelebilecekler. Böyle bir hesabın yapıldığını ve buna yaklaşımın biraz arttığını düşünüyorum. Çünkü sayısal olarak muhalefet bloku kendiliğinden üç parçalı bir görüntü halinde. “Evet, seçim gündeme geldiğinde, başkan adayı gibi bir tablo ortaya çıktığında, başka bir zemin oluşacak. Ama o zamana kadar, muhalefet yürütme açısından, yan yana olmanın risklerinden bir süreliğine kurtulabilir miyiz?” İYİ Parti’de bunu isteyenler ivmeyi devam ettirmek, yeni partiler de bu baskı olmaksızın, senin ilk turda söylediğin o “Biraz dikkatli davransalar, AK Parti içindeki o rahatsız olanları kendi taraflarına alabilirler” imkânını açmak. Çünkü o gelmeyenleri, muhalefet blokunda CHP ve HDP ile yan yana olma etiketi ile…

Çakır: Bu, bir ölçüde İYİ Parti için de geçerli olabilir. İYİ Parti’nin MHP’den, DEVA ve Gelecek partilerinin de AK Parti’den kopmasında, CHP ile yan yana durmamak fonksiyonel olabilir. Çok kelime oyunu gibi olacak ama, o zaman, AK Parti’yi “MHP ile ittifak yapıyorsun” diye eleştirip, öteki tarafta, AK Parti’den kopanlar, MHP’den kopanlarla birlikte hareket edip bir tür 2. Cumhur İttifakı gibi bir görüntü de olabilir. Sonuçta, birbirlerinden kopmuş partiler bir araya gelmiş oluyor.

Can: Zaten Gelecek Partisi biraz öyle bir tahayyül kuruyor.

Çakır: Ama orada şöyle bir husus var: Geçen hafta Bekir Ağırdır ile yaptığımız yayında konuştuğumuz gibi, iş dönüp dolaşıp, muhalefetin bir umut yaratma meselesine geliyor. Burada da esas olarak genç kuşaklara bir şey sunmak gerekiyor. Mesele aritmetik değil, bir şey sunmak. Dönüp dolaşıp, “Biz CHP ve HDP ile yan yana görülürsek, oradan yeteri kadar oy alamayız” deyip, burada yine eski kalıplarla sağ bir muhalefet ittifakı kurarak, sol gibi görünen partiyi ayrı tutup, ama onunla cumhurbaşkanlığı adaylığında birleşmek gibi, tamamen matematik hesabına dayanan bir hareketten bir Türkiye projesi çıkmaz. Yani “Güçlendirilmiş Parlamenter Rejim” demek tek başına yetmiyor. Bence, Millet İttifakı’nın en büyük artılarından birisi, birbirine benzemez sanılan ve öyle gösterilen, Erdoğan ve Bahçeli’nin ısrarla öyle göstermek istediği insanların yan yana durabilmeleriydi. O çok büyük bir artıydı. İstanbul seçimi de, diğer şehirler de öyle kazanıldı.

Can: Evet. Bunu niye düşündüklerini biliyorum, ama buna tam olarak katılmıyorum. Çünkü tam da söylediğin gibi, muhalefetin kendilerinde zaaf ve problemler olarak gördüğü şey, aslında avantajı. Muhalefetin korktuğu, kendileri için zararlı gördüğü o çeşitlilik, aslında iktidar karşısındaki en büyük avantajları. Hatta bunun için çok da güzel bir zemin var. Çünkü her türlü eğilimden insanın muhalefet blokunda temsil edilebildiği bir çeşitlilik var. Tam tersine, Türkiye için de, güçlü ve cevap üretebilir bir muhalefet zemini içerisinde kullanılması gereken şey, bu çeşitlilik ve bu çeşitliliğin birlikte davranabilir olması. İnsanları demokrasinin yeniden kurulabileceğine ikna etmek, kendi içinde bunu kurabilmekle mümkündür. Dediğin çok doğru. Ama hâlâ kutuplaştırmanın ve kimlik siyasetinin parametreleri ile formül üretmeye çalışıyorlar. Burada üretmeye çalıştıkları formül, iktidarın kurduğu temel oyun alanını değiştirmeden, onun kuralları, onun parametleri içerisinde aritmetik bir formül üretmek. O zaman da, CHP ile yan yana görünmeden bir şey yapmak, HDP’ye flu bakarak bir iş yapmak…

Çakır: Evet. Yarın başka bir aritmetik hesapla, başka birisi gelip, “Orada şu kadar milletvekili, burada şu kadar milletvekili var. Onu öyle yapacağına, böyle yap” diyebilir. Halbuki mesela Millet İttifakı döneminde, Kılıçdaroğlu, Akşener ve Karamollaoğlu’nun yan yana durması, aslında Türkiye’nin yan yana durmasını gösteriyordu. Keşke HDP de onun yanına açık bir şekilde girebilseydi. 31 Mart’ta bir şekilde HDP de vardı. Ama açık bir şekilde olması, Türkiye’nin bu kutuplaşmayı, kimlik üzerinden çatışmayı aşabilmesinin imkânını göstermesi anlamında başarılı olabilecekti. Ama hâlâ eskinin şablonlarına saplanıp, “Biz böyle ayrı olarak daha çok oy alırız” diyorlardır. CHP’ye, “2018’de şöyle şöyle oldu. Şu kadar kişi koptu. Ama biz bu stratejiyi yaparsak, şöyle şöyle olur. Zaten İYİ Parti’nin oyu yüzde 11-12. Gelecek ve DEVA partilerinin oyu yüzde 1-3 arasında. Orada bir sinerji yaratırız ve AK Partiden daha fazla kopartırız” diyorlardır.

Can: Hatta bence bunun içinde, CHP’den çıkan partilerle, bu muhalefet içi transferde kopan birtakım parçaların da yer değiştireceği, muhalefet içindeki ağırlıkların değişebileceği hesapları da var.

Çakır: Evet. Kemal, bu hafta da epeyce konuştuk. “Haftaya Bakış”ı burada noktalayalım. Haftaya tekrar buluşmak üzere diyelim. İzleyicilerimize de teşekkürler ve iyi günler. 

Can: Teşekkürler, iyi günler.

Çakır: Haftaya buluşmak üzere.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.