Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Gomaşinen (27): 28 Şubat sürecinden kesitler

Gazetecilik anılarımın 27. bölümünde, adını 28 Şubat 1997’deki Milli Güvenlik Kurulu (MGK) toplantısından alan ve Necmettin Erbakan liderliğindeki Refahyol hükümetinin devrilmesi, İslami kesim üzerine baskılar ve Refah Partisi’nin kapatılmasıyla devam eden siyasi süreç boyunca yaşadıklarım, gördüklerim ve haberleştirdiklerimden kesitler anlattım.

Yayına hazırlayan: Zübeyde Beyaz 

35 yıllık gazeteciyim. Türkçe’nin dışında Fransızca ve İngilizce’yi anlayabiliyorum, konuşabiliyorum, yazabiliyorum da. Ama kendi anadilim olan Lazca’yı bilmiyorum. Birkaç kelimeden ibâret bir Lazca bilgim var. Bu da benim hayattaki en büyük ukdelerimden birisi. Bu nedenle 35 yıllık gazetecilik hayatımdan kesitleri aktarmayı hedeflediğim bu podcast dizisinin başlığını “Gomaşinen” olarak seçtim; yani: “Hatırlıyorum…“

Merhaba, iyi günler. “Gomaşinen”in 27. bölümünde, 28 Şubat dönemini biraz anlatmak istiyorum. Yoğun olarak yaşanan, birkaç yıllık bir süreçti ve ben de o tarihlerde Milliyet gazetesindeydim. Fakat çok yoğun bir gazetecilik yapma imkânım pek olmadı. Zira Milliyet’in de içinde bulunduğu gazeteler ve televizyon kanalları, ana akımdakiler, bu süreçte çok net bir şekilde Refah Partisi aleyhtarı bir pozisyon alıyorlardı ve Refah Partisi’nin işine yarayacağını düşündükleri türden haber ve yorumlara çok da fazla îtibar etmiyorlardı. O tarihlerde ben düz muhabirdim. Köşe yazısı falan yazmıyordum. Milliyet gazetesinde de bir şekilde kenarda kalan bir muhabir olarak, çok da fazla istenmeyen bir muhabir olarak işimi sürdürmeye çalışıyordum. 

Ve bir seçim yaşadık: 1995 seçimleri. Mart 1994 seçimlerinde Refah Partisi’nin bir zaferi yaşanmıştı. 1995 Aralık seçimlerinde de ikinci bir zafer oldu. Bu sefer Türkiye genelinde Refah Partisi, Aralık ayında yapılan seçimlerde %21 oy alarak birinci parti oldu. 158 milletvekili kazandı. %21 oy aslında çok olağanüstü bir oy değil; fakat Refah Partisi için çok önemli bir oydu, çünkü bir önceki seçimde, 91 seçimlerinde MÇP ve IDP ile girdikleri seçimde yanılmıyorsam %12 civarında bir oy almışlardı. Burada tek başlarına %21 aldılar. Burada tabii ki yerel seçimlerdeki başarının rolü çok fazlaydı. Bir diğer olay da tabii merkez sağ ve merkez soldaki partilerin bölünmüş olmasıydı. Nitekim baktığımızda, ikinci en çok oyu alan parti ANAP %19’la 132 milletvekili çıkarttı. Ondan sayıca daha az oy alan, ama yine %19 olan Doğru Yol Partisi, yani merkez sağın ikinci partisi de 135 milletvekili çıkardı. ANAP’tan üç milletvekili fazla. Ecevit’in partisi Demokratik Sol Parti, %14 oy ile 76 milletvekili çıkarttı. CHP de %10 oyla 49 milletvekili. Beş partili bir parlamento ve burada tabii ki sistemin sahipleri diyelim, sistemin ana güçleri –Cumhurbaşkanı da Süleyman Demirel’di o tarihte– bir merkez koalisyonunu istediler. Refah Partisi’nin olmayacağı bir koalisyon istediler. Ve burada ilk akla gelen tabii ki merkez sağ partilerinin, ANAP ve Doğru Yol Partisi’nin koalisyonuydu — ki bunun adı da Ana-Yol olarak telaffuz edildi. Ana-Yol kuruldu. Mesut Yılmaz liderliğinde kuruldu, ama üç ay içerisinde dağıldı. Demirel önce Erbakan’a vermişti tabii ki en çok oyu alan parti lideri olarak. Erbakan koalisyon hükümeti kuramayınca, İkinci parti olan ANAP’a verdi. Ve baskının da etkisiyle Ana-Yol kuruldu. Fakat üç ayda darmadağın oldu. 

Tekrar Erbakan görevlendirilince, Tansu Çiller liderliğindeki Doğru Yol Partisi bu koalisyonu kabul etti ve Refah-Yol koalisyonu kuruldu. O tarihlerde seçimin hemen ardından Birikim’e yazdığım seçim değerlendirmesinde, en gerçekçi senaryonun Refah-Yol olduğunu yazmıştım. Şimdi yazı önümde yok. Neden böyle ileri sürdüğümü hatırlamıyorum, ama nedense, hani sanki içime doğmuş gibi diyeyim. Ve birçok kişi bunu ciddiye almadı, çünkü öncelikle akla gelen Ana-Yoldu. Sonra akla gelen Ana-Refah’tı. Çünkü Refah Partililer de aslında Doğru Yol Partisi yerine ANAP’ı tercih ediyorlardı. Onların da ilk tercihi ANAP’tı. Buradaki akıl yürütme şuydu: Özal’sız ANAP çözülüyor, biz ANAP’la iktidarı kurarsak o çözülmeden istifade ederek ANAP’ı yutarız şeklinde bir beklenti vardı. Öte yandan Tansu Çiller liderliğindeki Doğru Yol Partisi’nin daha bir istikbali var gibiydi ve Doğru Yol Partisi ile tercih etmediler. Ben bir şekilde, hani bir ilham geldi diyeyim, en azından Refah-Yol’u telaffuz ettim; hatta o tarihte yabancı bir diplomat birçok gazeteci gezip, bana da sormuştu ne beklediğimi. Ben Refah-Yol deyince çok da fazla itibar etmemişti. Sonra Refah-Yol kurulduktan sonra bana şunu dedi: “O kadar kişiyle konuştum, iki kişi Refah-Yol dedi, birisi sizsiniz” dedi. Ben de “Peki ötekisi kim?” dedim. “Bizim büyükelçilikteki askerî ataşe” dedi. Hâlâ hatırlarım, çok da gülerim. Evet, Refah-Yol oldu ve Refah- Yol bayağı bir yol aldı. Erbakan başbakanlığında bir yol aldı. Ama yol alır almaz, hemen Refah-Yol koalisyonunun ipi çekilmeye başlandı. 

Erbakan’ın başbakan olarak ilk gezisini İran’a yapmış olması, daha sonra burada “Gomaşinen”in ilk bölümünde olsa gerek evet, Kaddafi, Libya ve Mısır gezileri, orada yaşanan özellikle Libya’da yaşanan skandal ve bu arada toplumsal hayatta birtakım –o dönemin tabiriyle, ne zamandır kullanılmıyor– irticâî faaliyetler derken, ilk akla gelen Aczimendiler zaten. Aczimendiler garip kıyafetleriyle Elâzığ merkezli Nurculuktan kopma bir değişik bir hareketti. Müslüm Gündüz adında emekli bir işçinin başkanlığını yaptığı şeyhlik diyeceğim, ama tam şeyhlik de değil. Bunlar Ankara’da, İstanbul’da kıyafetleriyle zaten çok dikkat çektiler. Ve ana akım medyada da geniş bir şekilde yer buldular. Çok doğrudan şerîat istediklerini söyleyen, Atatürk’e, İnönü‘ye alenen hakaret eden bir yapıydı. Kıyafetleri de zaten ilginçti — saçları, sakalları ve cübbeleriyle. Ve bunlar bayağı ciddi bir şekilde gündeme getirildi medya tarafından ve daha sonra da 29 Aralık 1996’da, Müslüm Gündüz, Fadime Şahin adında bir kadınla basıldı. Sonra o kadın kayboldu. Bunun bir şekilde, derin devlet operasyonu olduğu söylendi vs.. 

Başka olaylar da vardı; ama en çarpıcısı Müslüm Gündüz ve Aczimendiler’di. Müslüm Gündüz’le ilgili bir anımı anlatmak isterim. Uzun bir süre Aczimendiler konusuyla hiç ilgilenmedim. Bu konularla, İslâmî hareket üzerine çalışan bir gazeteci olmama rağmen, bu hareket beni rahatsız etti ve çok fazla ilgilenmedim. Bir de beni İslâmî hareketlerle çok ilgilendiğim için eleştiren birçok meslektaşımın Aczimendi haberi yapıyor olması da çok garibime gidiyordu. Sonunda bir gün, İstanbul’da yine Aczimendi bir çıkartması oldu. Benim de çalıştığım Milliyet gazetesinde de röportajları falan çıktı. Artık dayanamadım, bir şekilde telefonunu buldum ve Müslüm Gündüz ile görüşmek istedim. Telefonda bana şunu dediğini hatırlıyorum: “Ben de diyordum ki bu Âyet ve Slogan’ın yazarı Ruşen Çakır beni niye hiç aramaz”. Belli ki en son arayanlardan birisi olmuşum. İstanbul’da Üsküdar’da, medrese değil de bir dergâhları vardı. Orada randevulaştık. Hatta bu konulara kişisel olarak merakı olan ağabeyim Hüsnü tutturdu, “Ben de geleceğim” diye. Ağabeyimle beraber gittik ve Müslüm Gündüz’le baş başa bir sohbet etmiştik. Ondan yıllar sonra, kendisi hapiste yatıp çıktı. Mirgün Cabas’la beraber yıllar sonra NTV’de bir konuk etmişliğimiz var canlı yayına. O da ayrı bir hikâye, onu da belki başka bir gün anlatırım. 

28 Şubat döneminde Kemal Can ve Tanıl Bora’yla Milliyet’te 12 Ağustos‘ta başlayan, 1996’da, “Merkez Nasıl Çöktü?” diye çok iyi bir yazı dizisi yapmıştık gerçekten. Kemal’le ben, Türkiye’nin değişik yerlerinde ayrı ayrı dolaşmıştık, orada röportajlar yapmıştık. Gerek Refah Partililerle, gerek MHP’lilerle, ANAP’lılarla, Doğru Yol Partililerle. Ve Tanıl da Türk sağı hakkındaki engin birikimini kullanarak, buraya yazılarıyla katkıda bulunmuştu. Çok dinamik, yedi günlük bir yazı dizisi yapmıştık. Orada aslında Refah Partisi’nin yeni merkez olmakta olduğunu o tarihte gözlemiştik. Fakat 28 Şubat bunu geciktirdi. Bayağı bir geciktirdi. Çok ciddi bir şekilde engelledi. 28 Şubat denmesinin nedeni nedir? Kurulan hükümet 28 Haziran‘da kuruluyor 96’da. 28 Şubat 1997’de askerler Milli Güvenlik Kurulu toplantısında çok sert şeyler dayattılar Erbakan’a ve Tansu Çiller’e. Orada, ya kavga edecekti Erbakan ve Tansu Çiller, ya da uzlaşma yolunu arayacaklardı. Ama askerler uzlaşmaya çok fazla teşne değillerdi. Ve o tarihte peş peşe birtakım faaliyetler yapıyorlardı. Medya çok önemli bir rol oynuyordu. Yargı mensuplarını, gazetecileri Ankara’da toplu halde çağırıp onlara brifingler verdiler, irtica brifingleri verdiler. Tam bir teyakkuz hâli vardı ve birden, bu arada Anayasa Mahkemesi devreye girdi ve 21 Mayıs 1997’de, yani 28 Şubat MGK toplantısından yaklaşık iki ay sonra Refah Partisi için kapatma davası açıldı. Ve nitekim daha sonra kapanacak.

Bunun ardından çok büyük bir baskı üzerine Erbakan daha fazla sürdüremedi ve Süleyman Demirel’e istifasını verdi. Oradaki amaç şuydu: Normalde Erbakan’la Tansu Çiller ikişer yıl başbakanlıkta anlaşmışlardı. Ama daha iki yıl dolmadan, Erbakan bir pilot değişimi yapmaya karar verdi. İstifa etti ve Cumhurbaşkanı’nın Tansu Çiller‘i görevlendirmesini istedi. Bu sefer Başbakan Tansu Çiller olacaktı ve Refah-Yol devam edecekti. Ama Süleyman Demirel de bu 28 Şubat sürecinin bir parçası olarak görevi Tansu Çiller’e vermedi. Tansu Çiller’i Doğru Yol Partisi’nin başına kendisi getirmişti halbuki — kendisi cumhurbaşkanı olunca boşalan yere. Onun yerine ANAP lideri Mesut Yılmaz’a verdi. Ve Mesut Yılmaz da Demokratik Sol Parti ile Doğru Yol Partisi’nden koparılan milletvekillerinin kurduğu DTP, Demokrat Türkiye Partisi ya da Demokratik Türkiye Partisi –unuttum, çünkü kayboldu, yok oldu bu parti– onların katılımıyla yeni bir hükümet kurdu ve Refah-Yol dönemi tam anlamıyla iflas etti, kapandı, bitti. Bütün bu süreç içerisinde bir dizi toplumsal olay da yaşandı. 

Bunların en çarpıcılarından birisi tabii ki başörtüsü yasağıdır. Başörtüsü yasağı konusunda çok ciddi bir hareket oldu. 28 Şubat sürecinde sivil güçler diye adlandırılan birtakım kuruluşlar, askerin paralelinde medya ile birlikte hareket ettiler. Ve üniversitelerde başörtüsü yasağı çok ağır bir şekilde gündeme geldi. Başörtüsü direnişi belli bir yere kadar götürüldü. Ama daha sonra çok erken pes etti, İslâmî kesim diyelim. Kadınlar, başörtülü kadınlar, öğrenciler yalnız bırakıldılar. Bunun ilk başında, daha ilk başörtü direnişi başladığında tabii ki Fethullah Gülen buna dâhil olmadı. Fethullah Gülen zaten Refah Partisi karşıtı bir pozisyonla, İslâmcılık karşıtı dindar pozisyonuyla ya da Batılılar’ın o çok sevdiği “ılımlı İslâm” görünümüyle kendini hep ayrıştırmaya çalıştı. Ve Refah Partisi’nden korkan çevrelerin de kendisine yönelmesini, kendisine destek vermesini bekledi. Bunda da kısmen başarılı oldu. Ama orduyu ikna edemedi. Hatırlayanlar vardır, unutmak isteyenler de vardır. Fethullah Gülen, 28 Şubat‘tan önce hastalık gerekçesiyle Amerika’ya gitti ve oradan bağlanarak, televizyona bağlanarak askere akıl verip, “Refah Partisi’ni kapatmayın, ama şunu yapın” vs. şeklinde işbirlikçilik yapmak istedi. Fakat asker, Türk Silahlı Kuvvetleri, Fethullah Gülen ile bir işbirliğine yanaşmadı. Onları da karşısına aldı. 

Fakat 28 Şubat sürecinin belli bir süre sonrasında anlaşıldı ki Fethullahçılar bu dönemde yedikleri darbelere rağmen, 28 Şubat‘tan bayağı güçlü bir şekilde çıkmışlar. Aynı şekilde Refah Partisi de ve daha sonra gelen Fazilet Partisi de çok ciddi darbeler yediler. Kapatıldılar. Ama bunların sonucunda bunların kökünden çıkan AKP, yıllardır Türkiye’yi yönetiyor. Dolayısıyla 28 Şubat‘ın tam bir yanlış strateji olduğu, gerek Fethullahçıların öyküsüyle gerek AKP’nin öyküsüyle ortaya çıktı. O dönemde başörtüsü meselesinin apayrı bir öyküsü var. Bunu maalesef başörtülü kadınlar tam anlamıyla, bütün detaylarıyla anlatmadılar. Şimdi parça parça birtakım şeyler ortaya çıkıyor. Örneğin Boğaziçi Üniversitesi direnişiyle beraber, Boğaziçi’nde o dönemde yaşananları anlatanlara baktığımız zaman, başörtülü öğrencilerin önlerine ilk çıkan engellerin Fethullahçı arkadaşları olduğunu görüyoruz. Kadınlar olduğunu görüyoruz mesela. Benim o dönemden hatırladığım iki çarpıcı olay var. Bunlardan birisi Marmara Üniversitesi Fikirtepe Kampüsü’nde yaşanan başörtüsü eylemi. Şöyle bir olay olmuştu: Marmara Üniversitesi Rektörü –adını şimdi hatırlayamıyorum– başörtüsü konusunda nispeten daha toleranslıydı. Başörtülü öğrencilere engel çıkartmıyordu. Onun için başörtülü öğrenciler üniversite sınavlarında Marmara Üniversitesi’ni bayağı bir tercih ediyorlardı. Ve çok sayıda başörtülü öğrenci vardı. Ama daha sonra 28 Şubat iyice balyozu indirince, Marmara Üniversitesi’nde de yasak oldu. Ve Marmara Üniversitesi’ndeki çok sayıda öğrenci kadın, kapının önünde, kampüsün önünde günlerce süren eylemler yaptılar. Gazeteci olarak oraya gittiğim zaman, ne kadar yalnız bırakılmış olduklarını çıplak gözle görmüştüm. İlk başta başörtüsü eylemlerine Refah Partililer ve diğer partililer çok aktif bir şekilde katılırken, buralarda fotoğraflar verirken, belli bir aşamadan sonra –askerin bu konuda geri adım atmayacağını gördükten sonra diyelim– görünmez oldular ve kadınları bir şekilde yalnız bıraktılar, öğrencileri yalnız bıraktılar. 

Bir başka olayı da Marmara Üniversitesi’nde yine İlâhiyat Fakültesi’nde hatırlıyorum; en son sıra gelen yerlerden birisiydi ve bir gün oradan öğrenciler beni davet etmişlerdi okullarına. Gazetecileri davet ettiklerini söylemişlerdi, çok sayıda gazeteciyi bu konuda davet ettiklerini söylediler. Ve ben gittiğimde benden başka kimse yoktu. Başından îtibaren başörtüsü yasağına karşı çıktığımı bilen biliyor; ama şimdi, şöyle şeyler oluyor, değişik vesilelerle: Diyelim ki AKP’nin bir uygulamasını eleştirdiniz ya da başka bir şey yaptığınızda –Gezi’de çok oldu bu–, “28 Şubat’ta ne yaptığınızı biliyoruz” diyorlar. O konuda ne yaptığımı ben de iyi bildiğim için çok rahatım. Örneğin geçen gün Fethullahçı NBA oyuncusu Enes Kanter’le ilgili bir yayın yaptım ve Fethullahçılar’ın saldırılarına mâruz kaldım. İşin komik tarafı, bazı Fethullahçılar beni “28 Şubat’ta ne yaptığını biliyoruz” diye suçladılar. Halbuki, deminden beri anlatıyorum, 28 Şubat’ta en büyük işbirlikçilerden birisi Fethullah Gülen’dir. Daha doğrusu işbirlikçi adayıydı. İşbirliği teklifi kabul edilmemiş bir isimdi. 

Evet, 28 Şubat çok sert bir dönemdi. Bin yıl süreceği söylendi. Ama hiç de bin yıl sürmedi. Acı bir dönemdi. Türkiye demokrasisinde çok kötü bir parantezdi. Ve o dönemin isimlerinin büyük bir kısmının adı bugüne kalmadı. O dönemde mağdur edilenlerin büyük bir kısmı bugüne kadar geldiler. Ama işin acı tarafı, 28 Şubat‘ın mağdurlarının önemli bir kısmı şimdi mağrur oldular. Onlar başkalarına zulmeder oldular. Türkiye’nin böyle de bir mâkûs kaderi var. Daha önce de söylediğim gibi, Türkiye’de mağdurlar, bir gün kendilerini mağdur edenleri mağdur edecekleri günlerin hayaliyle yaşıyorlar. İşte, şimdi bir kısmı bunu ciddi bir şekilde gerçekleştiriyor. Böyle de acı bir hatıra olarak bu kaldı diyelim. Söylenecek aslında daha çok şey var, ama çok da fazla uzatmanın gereği yok. 28 Şubat’ı ve umarım benzer süreçleri Türkiye bir daha yaşamaz. Ve şu anda yaşanan demokrasi dışı, hukuk devleti dışı ortamdan da Türkiye bir an önce kurtulur. Ve olabildiğince çoğulcu ve özgür bir Türkiye’yi, demokratik bir Türkiye’yi en kısa zamanda yaşarız. Evet, söyleyeceklerim bu kadar, iyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.