Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Prof. Gökhan Bacık: “Fethullah Gülen liderlik sınavını veremedi, 15 Temmuz sonrası sorumluluk almadı, tabanını bile net bir şekilde ikna edemedi”

Yurtiçi ve dışında Fethullahçılıktan kopanların sayısı artıyor fakat bunların ezici bir çoğunluğu sessizliği tercih ediyor. Bu konularda dikkat çeken istisnalardan birisi Prof. Gökhan Bacık. Prof. Bacık Fethullahçılığın güçlü olduğu dönemlerde kamusal alanda öne çıkan entelektüel isimlerden birisiydi, 15 Temmuz darbe girişiminin ardından içinde bulunduğu yapıya yönelik eleştirilerini açıktan dile getirmeye başladı. Prof. Bacık’ın Ahmet Kuru ve Özgür Koca ile birlikte Eylül 2017’de kurdukları www.kitalararasi.com adlı site Fethullahçılığa yönelik içerden eleştirilerin yer aldığı bir platform haline gelmişti, fakat Şubat 2022’den beri burada herhangi bir yazı yayınlanmadı. Prof. Bacık sorularımı şöyle cevapladı:

1 Mart 2018’te kaleme aldığın “Kültleşme Konusu: Gülen Cemaati Örneği” başlıklı yazıyı şöyle bitirmiştin: “Gülen Cemaati üzerine yakın zamanda yapılan tartışmalar gözden geçirildiğinde bazı aktörlerin söylemlerinin bir kültleşme sorununun oluşmasına katkıda bulunduğu tespitini yapmak yerinde olacaktır.” O günden bugüne yaşananlara baktığında neler söylemek istersin?

Gökhan Bacık: Doğrusu üzerinden neredeyse altı yıl geçmiş. O zamanlar tabii cemaat üzerine önemli entelektüellerin katıldığı bir tartışma vardı. Şu an o isimlere cemaat ile ilgili bir tartışma yaptırmak bile mümkün değil. O zamandan bugüne gelişmelere bakınca ise kültleşme dinamiklerinin Gülen cemaatinde güçlendiğini söyleyebilirim.

Gökhan Bacık

Burada elbette nesnel dinamik cemaatin karşı karşıya olduğu sorunlar. Dış dünya zorlaştıkça ve ümitsizleştikçe daha mistik ve olağanüstü -bazen olağandışı- motiflerle örülü bir algıya insanların gitmesi normal. Ancak öte yandan cemaatin çekirdek elitlerinin kültleşme dinamiklerini kullandığını yani açıkça bunların arkasına saklandığını düşünüyorum. En azından büyük bir kısmı. Elbette cemaat içinde hâlâ kalan ve kültleşmeyi eleştiren kişiler var; ama onların hiçbir şansı yok. Burada cemaat dramatik bir ikilem ile karşılaştı: Olup bitenlerle yüzleşip bir düşünce ve kadro değişimi yapmak gerekiyordu. Bu ise çekirdek elitlerin ve eski yöntemlerin tasfiyesi anlamına geliyordu. Buna elbette razı olmadılar. O nedenle kitleyi bu tip söylemlerle daha da marjinalleştirdiler ve tabii kült motiflerini güçlendirdiler. Örneğin altı-yedi yıl önce senin bahsettiğin kült yazım dahil bu tip yazılar bazı akademisyenler tarafından bir itiraz olarak öne sürülünce “çok yakında…” diye başlayan sloganvari sözlerle her şeyin yoluna gireceği söylendi. Sonuçta bu kadar zaman geçti. Bu sloganları – ki bunların açıkça hayal satmak olduğu o günden belliydi – söyleyenler bugün hâlâ bir özeleştiri yapmamakta ve bu doğal olarak kült dinamiklerini daha da güçlendirmekte. Kararları ile başkalarının hayatlarını heba eden insanlar, sorumluluk alıp mertçe bir tavır göstermek yerine hâlâ mistik hikayelerle kendi yaptıkları çocukça, ama sonuçları can acıtıcı hataların arkasında tanrısal bir hikmet olduğunu anlatabiliyorlar. Elbette, kültleşmeyi destekleyen söylemleri kullanan bu elitler, kriz dönemlerinden “kişisel başarı” hikayeleri ile çıktılar, kendi düzenlerini kurdular. Kanaatim o yüzden Gülen cemaatinde kültleşme bir açıdan da hareketi kararları ile bugüne getirenlerin bundan sonra cemaat tabanı üzerinden hayatlarını sürdürme stratejilerinin bir bedeli.

Başka bir şeye dikkat çekmek isterim: Gülen cemaati devlette ve toplumda bir zamanlar sahip olduğu imkanlarla büyük bir algı üretmişti. Ancak 17 Aralık daha sonra 15 Temmuz krizleri ile şu belli oldu ki bu devasa yapının esasen entelektüel, sosyolojik ve elbette politik kapasitesi son derece sınırlı. Hareket zaman zaman anti-entelektüel ama genel olarak entelektüellik-dışı, yani entelektüel uzmanlık bilgisine ilgisiz. Gülen hareketinin özünde dini bir yapı olduğunu hatırlayarak şunu da eklemek lazım ve dahası bu krizler gösterdi ki, hareket buz gibi selefi sayılacak bir teolojik paradigmaya sahip. İnternette on dakika hareketin içinden çıkan ilahiyatçıları dinlerseniz Gülen cemaatinin düşünsel bir dönüşüm yapamayacağını hemen anlarsınız. Gülenizmin mutfağından görünen o ki sadece “safları sıklaştıralım” türü bir reçete çıkar.

Ancak burada şunu da unutmayalım: Kamuoyu pek bilmiyor ama Türkiye’de neredeyse bütün İslami hareketler ve tarikatlar bir tür ahir zamancı, hatta Batı’dan bir kavram ödünç alırsak “messianic” özelliktedir. Yani aşağı yukarı Türkiye’de her İslami hareket liderini bir tür seçkin ve seçilmiş olarak görür. Gülen cemaati de bu Sünni -ama aslında Şii geleneği hatırlatan- seçilmiş lider mitosları ile örülü Türkiye İslami mahallesinden çıkmıştır. Bu kadar “seçilmiş” insanın Türkiye’den çıkması da elbette modern devlet açısından sürekli bir baş ağrısı anlamına geliyor. Şaka ile karışık söylersem sanırım Türkiye’de manevi olarak seçilmemiş tek dini lider Diyanet İşleri Başkanı oluyor.

Yıllar önce Erdoğan iktidarıyla arası daha açık değilken yazdığım yazılarda Gülen cemaatinin “sivil kanat” ve “sivil olmayan kanat” diye kabaca ikiye ayrıldığını sivil kanadın diğerinin tahakkümü altında olduğunu ileri sürmüş ve çok tepki almıştım. Yaşananların beni haklı çıkardığı kanısındayım. Katılır mısın?

Bacık: Hatırlıyorum. Bu doğru bir tespitti. Nitekim, bu konu daha sonra ayrıntılı olarak başkaları tarafından ele alındı. Ahmet Dönmez, cemaati birbirine karışmayan su ve yağ tabakası olarak bir metaforla izah etti. Ben de bir yazımda Gülen için cemaatin sivil kanadının salt lojistik bir konu olduğunu ve esas olanın “sivil olmayan kanat” olduğunu yazmıştım. Cemaat içinde sivil olmayan kanata “hususi hizmetler” deniyordu. Bu ayrımı az çok cemaati bilen herkes bilir. Burada asıl önemli olan kavram senin yerinde tespit ettiğin tahakküm. Gülen hareketinde kritik hiçbir karar “hadi oturalım tabana soralım, esnafa soralım, iş adamlarına soralım, akademisyenlere soralım…birlikte karar verelim” diye alınmadı. Bu kararları sivil olmayan kanat verdi. Bu kararları cemaatin sivil tabanı televizyondan yani haberlerden öğrendi. Sivil olmayandan maksat, asker ve polis demek değil. Yani cemaatin mahrem ilişkilerindeki herkes -kendisi sivil olsa bile- sivil olmayan tarafı temsil ediyordu.

Burada dram şu noktada başlıyor: Sivil olmayan kanat içinde olanların diğer tarafı ayrıntılı bilmesine, takip etmesine imkân yok. Kendinizi bir esnaf olarak düşünün. Berbersiniz haftada bir sohbete gidiyorsunuz ve cemaatin Gana’daki okuluna kurban yolluyorsunuz. Bu adama oturup sivil olmayan kanat içindekilerin girdiği politik, ekonomik ve diğer ilişkileri anlatsak, bunu anlamasına ve kabul etmesine imkân yok. Şunu çok net söyleyebilirim, kamuoyu bilmiyor ama, özellikle 17 Aralık’tan sonra birçok sivil aktör cemaat içinde itirazlar ve tartışmalar yaptı. Bazı iş adamları, akademisyenler ve gazeteciler alınan pek çok yanlış kararı eleştirdi. Ayrıntısına girmek istemiyorum ama bazı akademisyenler inisiyatif alarak Gülen’in yanına gitti hareketin bazı yargı süreçleri mesela Ahmet Şık ve Nedim Şener gibi gazetecilerin tutuklanması ile ilgili pozisyonunu sert biçimde eleştirdi. Bunlardan bir tanesine bizzat şahidim. Ne var ki, bu itirazların hepsi savuşturuldu. Yine Türkiye’de yaşayan akademisyenler örneğin “itirazları iletir” beklentisi ile o zamanlar aktif olan Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’na yöneldi. Mesela 17 Aralık sürecine katılmış polislerin bağımsız adaylığını eleştiren ve hareketin bundan kesinlikle kaçınması gerektiği yönünde raporlar yazıldı. Bunun gibi pek çok örnek verilebilir. Ne var ki, bu tip itirazlar “süreci bizzat kendisi yönetiyor” gibi laflarla bastırıldı. Bu ayrıntılar şunun için de önemli: Hareket yekpare olarak 15 Temmuz sürecine gitmedi. Hatta 17 Aralık’tan önce başlayan bir iç tartışma vardı.

Bu yüzden sana hak vererek şunu söylemek isterim: Cemaati bugüne sözgelimi kapatılan Fatih Üniversitesi’nde bir akademisyenin yahut kapatılan filan gazetede bir muhabirin aldığı karar getirmedi. Kendi tabanlarının fikirlerini almadan karar veren bu sivil olmayan kanat getirdi. Dolayısı ile bu grup, pratik olarak hırsları, yanlış kararları ve belki de en önemlisi egoları ile bir hareketi uçuruma yuvarladı.

Biliyorsunuz Türkiye’nin yakın tarihi ülkenin Türkleşmesi -veya Kürt sorunu- ile uğraşmakla geçti. Sonra Suriye’de bir iç savaş çıktı ve nereden baksan 6 milyon Arap geldi. Türkiye bugün demografik olarak fiilen bir Türk-Kürt-Arap devleti. Yani diyeceğim o ki bazen Ezop masalındaki bir gözü kör geyiğin başına gelen gibi güçlü olduğunuz yerden oku yersiniz. Cemaatin de hikayesi buna benziyor. Kırk yıl yatırım yapılan yerden oyun kaybedildi. Demek ki bir şeyi abartırsan seni zayıflatıyor.

Cemaatin yurtiçi ve yurtdışı kolları arasında ne tür temel farklılıkların altını çizmek istersin?

Bacık: 15 Temmuz öncesine kadar esasen cemaatin yurtdışında çok büyük sayıda bir kütlesi yoktu. Yani cemaatin toplumsal tabanı Türkiye’deki takipçileriydi. Büyük bir kütle derken mesela 50 bin kişi 100 bin kişi kastediyorum. Dolayısı ile Gülen cemaati, 15 Temmuz sonrası ana tabanından kopmuştur. Yurtdışına insanlar çıkmıştır elbette ama bu rakamların da çok büyük olduğunu sanmıyorum. Tahmini konuşursak sanırım en çok ABD ve Almanya’da cemaat mensubu insan vardır. Ancak her iki ülkede de bu rakam ayrı ayrı 50 bini geçerse şaşırtıcı olur. Bu tabii iki büyük sorun üretiyor yapı için: Türkiye’deki taban ile ilişkiler nasıl olacak? Ve yurtdışındaki kütle nasıl korunacak? Bu soruların cevabını da etkileyen iki dinamik var: Birincisi, ekonomik bağımsızlığını kazananların kopması yahut mesafeli bir yere kendini konumlaması. Dolayısı ile Gülen hareketinin uzun dönemde bir sayısal sorun yaşayacağını yani en azından rakamsal olarak büyümesinin zor olduğunu düşünüyorum. Bu konuda çok kritik bir nokta ise cemaat mensuplarının yeni nesil çocukları. Bunların büyük çoğunluğunun Gülenizm teorisi ve pratiği ile aralarının iyi olduğunu sanmıyorum. Bunlar açıkçası cemaati yani anne babalarını anakronik buluyor. Türkiye’de olduğu gibi cemaatin yeni kuşağı dünyevi. Yani kız arkadaşları var, başını açıyor… İkinci dinamik ise zıt bir işlev görüyor: o da devletin harekete yönelik baskıları, tazyiki ve toplu cezalandırması. Bu tazyik, harekete yönelik her türlü eleştirisi olanları bile cemaat etrafında kalmasına ve kopamamasına yol açıyor. Bu dinamiklerin hem yurt içi hem yurtdışındaki takipçileri etkilediğini düşünüyorum.

Dolayısı ile hareketin uzun vadeli politikası açısından, belirleyici olanın – eğer Türkiye’de bir değişim olmazsa – ABD ve Almanya toplumu olacağını düşünüyorum. ABD dağınık ve büyük bir ülke. Burada çok uzun vadede hareketin daha da dağılmış bir yapıya evirileceğini düşünüyorum. Almanya ise göreceli olarak daha homojen. Bu açıdan Gülen cemaatinin iç siyasetini uzun vadede ABD ve Almanya takipçilerinin arasındaki ilişki belirleyecek.

Diğer ilginç bir nokta ise şu: Kendi kişisel gözlemlerimden edindiğim, yazdığım cemaat konulu yazılara en sert tepkiler yurtdışında yaşayanlardan geldi. Aksine Türkiye’de yaşayan hatta bazıları ciddi mağduriyet yaşamış insanlar benimle diyaloğa girmek istedi. Eleştirseler bile beni mantıklı eleştirdiler. Türkiye dışında yaşayan ve cemaatin “vitrinini” oluşturanlar yahut Twitter/X gibi yerlerde cemaat adına kamusal tartışmaya katılanlar ise daha sert.

Fethullah Gülen bütün bu yaşananların neresinde? “Etrafı kuşatıldı” gibi söylemlerin bir karşılığı var mı?

Bacık: Bu tip söylemlerin krizde zaman kazanma bağlamında bir anlamı var. Bunu anlıyorum. Ama içerik olarak tamamen gayr-i ciddi. Türkiye’de enflasyonun sorumlusu nasıl Erdoğan ise, cemaat ile ilgili konuların siyasi sorumlusu da Gülen’dir. Etrafı kuşatılmış, yanıltılmış ise zaten Gülen açısından sorunlar daha büyük demektir. Etrafının kuşatılmasına izin vermeseydi. Bir milliyetçi Kürt için Öcalan lider, Türkeş nefret öğesidir. Tam tersi milliyetçi bir Türk için geçerlidir. Yani liderler hakkında konuşmak zordur. Birisinin lideri diğerinin düşmanıdır. Örneğin devlet benim mal varlığımı dondurmuş iken kendisi bizzat bir darbe bildirisi okumuş Türkeş’in mezarı Ankara’nın göbeğinde tören alanıdır. Yani burada hem duygusal hem de “bizim anlamadığımız” derecede dinamikler var. Ancak yine de kişisel kanaatim şudur ki, cemaati bugüne getiren süreçler birden olmadı. Uzun sürdü. Dolayısı ile Gülen’in bunlardan habersiz olması söz konusu olamaz. Bu açıdan bakınca cemaati bugüne getiren önemli hadiselerin Gülen’in bilgisi ve yönlendirmesi olmadan gerçekleştiğini düşünemeyiz. Cemaatin belirleyici olduğu süreçlerde alınan önemli kararların Gülen’den çıkmadığına yahut Gülen’in onayına sunulmadığına inanmak imkânsız.

Buradan bakınca Gülen’in liderlik sınavını veremediğini düşünüyorum. Daha kötüsü 15 Temmuz sonrası sorumluluk almadı. Tabanını bile net bir şekilde ikna edecek bir açıklama bile yapmadı. Gülen’in yazdıklarına bakarsanız kendisinin sık tekrar ettiği bir tema da liderliktir. Ne var ki, Gülen’in kendi teorize ettiği liderlik paradigmasına göre konuşursak, O’nun kendi teorisinin hakkını veremediğini düşünüyorum. Bunu sadece 15 Temmuz bağlamında söylemiyorum. Gülen, İslami düşünceyi yenilemek, sivilleşmek gibi entelektüel vaatleri açısından da benim için hayal kırıklığı. Popüler laf ile formüle edersem cemaat yani Gülen, bence bin yıllık bir fırsatı kaçırdı. Türkiye şöyle yahut böyle post-Kemalist döneme geçecekti. Ama bu geçiş sağlıklı bir bebek doğuramadı. Burada elbette tek suçlu Gülen değil ama bu berbat doğum sürecinin en önemli sorumlularından birisi de kendisi. Sonuçta koca bir cemaatin kırk yıllık emekleri tam tersi sonuçlara hizmet edecek dinamikler üretti. Dolayısı ile bugüne nasıl gelindi konusunda cemaat kaynaklı sorunları tartışıyorsak bu açıdan birincil sorumlu Gülen’dir. Bu neden oldu? Siyaset bilimi açısından son derece normal bir şey örneğin gücün lideri dönüştürmesidir. Sanırım Gülen de bir şekilde hükmettiği gücün etkisinde kaldı. Mesela rakiplerini çok küçümsedi, uzmanlık bilgisini hiç kullanmadı. Kendi kurduğu dar bir karar verme alanında kendisine sunulan “sunumlar” – ki sunum her zaman sunumu yapanın skorlarını sunar– ile çözümlemeler yaptı. Güçsüz Gülen toplumun karşısına çıkarken bisiklet yaka renkli kazak giyerek modern görünmek isterdi… Güçlü Gülen tuhaf itici bir üniformayı andıran pardösü ile bir dini lider havasına bilerek yahut bilmeyerek girdi… Bu toplumu irrite etti. Mesela Gülen’in AKP ile karşılıklı lanetleme videosunun (“mülaane”) modern zamanların en berbat medya stratejilerinden biri olduğunu hatırlatmak isterim. O video cemaat içinde bile pek çok insanı rahatsız etmişti. Uzun lafın kısası cemaatinin çıkardığı derginin kapağının tasarımını bizzat belirleyen Gülen’in bütün bu olup bitenlerde sorumluluğu olduğunu kabul etmemek sadece iç burukluğu yapan bir savunma söylemi.

Gülen ile ilgili yorumlarımın tepki çekeceğini biliyorum. Bunu anlayışla karşılıyorum. Bu normal. Ancak burada bana tepki vereceklere şunu söylemek istiyorum: Ortada yıkılmış bir medeniyet var ve bunun düzelmesi için bir şeyler yapılacaksa bundan sonra bir Gülen eleştirisi olmaksızın bunu yapmak mümkün değil. Tabii İslamcılar için aynı şekilde bir Erdoğan eleştirisi. Yani bu kişilerin eleştirilmesi artık kişisel bir hesaplaşma değil bir yöntemsel zorunluluk. Benzer şeyleri Kemalistler için Atatürk, Kürtler için Öcalan olarak da söylemek mümkün… Ancak lidere saygının zaman zaman lider taparlık haline geldiği Türkiye’de bu nasıl olacak bilmiyorum.

Bundan sonrası için neler söyleyebilirsin?

Bacık: Bundan sonrası için Türkiye’nin cemaat tabanını tekrar topluma entegre etmesinin belirleyici dinamik olduğunu düşünüyorum. Herkesin bildiği gibi sert bir devlet geleneği var. Osmanlı’dan beri kızınca çoluk çocuk demiyor… toplu cezalandırıyor. Bir bakıma vinç gibi. Evet güçlü. Ama bu güç yerdeki dosya kağıdını kaldıramıyor. Yani bundan sonra Türkiye güçlü ve adil bir devlet ise cemaatin arkasından kalan bu ‘sosyolojik enkazı’ entegre eder. İnsanlar en kolay çocuklarını ne bileyim annelerini savunur. Ancak önemli olan kızdığın bir kimsenin de hakkını savunmaktır. O nedenle cemaat tabanının yeniden entegre edilmesi -bazı başka konular ve sorunlarla birlikte düşünüldüğünde- Türkiye’nin adil bir ülke olup olmadığını test edecek. Hem toplum hem devlet şunu unutmamalı: Bir şeye kızarak çözüm üretilemez. Dolayısı ile Gülen cemaati ile Türkiye bağlamında söylenecek her şey söylendi. Kızanlar kızdı. Üzülenler üzüldü. Şimdi elde kalan tek önemli konu bu tabanın hakları ve mağduriyeti. Bu sorunun çözümü bence bundan sonrasını belirleyecek. Öte yandan AİHM’nin Yalçınkaya kararı gibi devletin bu konuda adım atmasını kolaylaştıracak bazı siyasi bağlamlar da oluşmuş vaziyette. Türkiye’nin bu konularda atacağı olumlu adımlar ülkeye uluslararası alanda da düşük maliyetle büyük bir imaj katkısı sağlayabilir. Ancak uzaktan bakınca devletin bu sorunu çözüp çözmememe konusunda ne düşündüğünü anlamak mümkün değil. “Bu sorunu çözmek AKP için ne fayda sağlar?” diye sorulabilir. Öte yandan Türk devlet geleneğinde, siyasi hesaplaşmalardan sonra bir yumuşama da tarihsel olarak gözlemlenmiştir. Ne olacağını birlikte göreceğiz.

Son olarak şunu söylemek isterim, çok iyi futbolculardan oluşan bir takım sahada yanlış dizilim ile maçı kaybedebilir. Bu örneği şunun için veriyorum: Tabanı iyi insanlardan oluşmakla birlikte Gülenizm bir yöntem ve örgütlenme biçimi olarak artık Soğuk Savaş sonrası modern devletlerin kabul edeceği bir şey değil. Dolayısı ile hangi ülke olursa olsan bir yerde güçlenirse Türkiye’de yaşadığı sorunları yaşayacak. Yani Gülenizmin Türkiye tecrübesi esasen yapısal dinamiklerin ürettiği kaçınılmaz bir sondu. Cemaatin Türkiye’de kalan tabanı bu ülkenin yurttaşları. Herkes gibi siyaset yapmak ve kendi görüşlerine göre kamusal tartışmalara katılma hakkına sahipler. Ancak geleceklerini hayal ederken bu noktayı akılda tutmalarını öneririm.

Gökhan Bacık kimdir?
Ortadoğu, İslami siyasi düşünce gibi konularda çalışan Prof. Gökhan Bacık, 1974 yılında Bursa’da doğdu. Kapatılan İpek Üniversitesi’nin Siyasal Bilgiler Fakültesi Dekanı’ydı. Türkiye’de cemaate yakınlığı ile bilinen Zaman, Today’s Zaman, Bugün gibi gazetelerde ve yine Türkiye’de yayınlanan Radikal, Yeni Şafak, Milliyet gibi gazetelerde yazıları/yorumları yayımlandı. Halihazırda yurtdışında akademik hayatına devam eden Prof. Bacık’ın en son çalışmalarından ikisi (Islam and Muslim Resistance to Modernity ve Contemporary Rationalist Islam in Turkey: The Religious Opposition to Sunni Revival) Türkiye’de İslami paradigmalar arasındaki farkları ve bunların Türkiye’de modernleşme gibi temel konulara etkisini analiz ediyor.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.