Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Transatlantik: İsrail, Mısır, Suudi Arabistan ve BAE ile ilişkilerde normalleşme mümkün mü?

Yayına hazırlayan: Zübeyde Beyaz

Ruşen Çakır:  Merhaba, iyi günler. Bugün biraz kısa bir “Transatlantik” olacak. Sadece Gönül Tol’la yayın yapıyoruz. Gönül Washington’da, Ömer Taşpınar yok ve kısaca Türkiye’nin dış politikadaki değişiklik arayışlarını konuşacağız. Gönül, merhaba.

Gönül Tol: Merhaba Ruşen. 

Ruşen Çakır:  Geçen haftadan kalma bir Mısır muhabbetimiz vardı. Biz konuştuktan sonra iş biraz ciddîye bindi; ancak Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun söylediği kadar bir yoğunluk yok anlaşılan ve daha çok Mısır biraz beklentilerini Türkiye’ye dile getiriyor, adım adım bir şeyler olacakmış gibi; ama özellikle şu vurgu çok dikkatimi çekti: Doğu Akdeniz’de Mısır’ın Yunanistan ve Güney Kıbrıs’ı yok sayarak Türkiye ile bir anlaşmaya gitmeyeceği, hattâ Avrupa güçlerini de yok sayarak gitmeyeceği gibi birtakım şeyler var. Ve tabii ki Müslüman Kardeşler meselesi var. Buradan Türkiye’nin ilerlemesi mümkün mü? Ne dersin? Bir de bir not düşeyim: Bugün AKP’nin Gençlik Kolları Kongresi oldu ve Cumhurbaşkanı Erdoğan yine oradan meşhur Râbia işâretini de yapmayı ihmal etmedi her zaman olduğu gibi.

Gönül Tol: Evet Ruşen, daha önce bu Mısır meselesini geçen hafta da konuştuğumuzda, yani “Bir normalleşme oluyor mu?” tartışması yapıldığında, ben şunu söylemiştim temel olarak: Büyükelçilerin gönderilmesi sorun değil, bu yapılabilir; fakat asıl mesele, “Türkiye ne yapmak istiyor? Mısır’dan ne almak istiyor ve bunları alabilir mi?” meselesi. Şimdi, Türkiye’nin Mısır’la normalleşmek istemesinin en temel sebebi, senin de söylediğin gibi Doğu Akdeniz. Yani Doğu Akdeniz’de sıkışmış durumda ve kıyı ülkelerle Yunanistan’ın yaptığı o anlaşmaları boşa düşürecek bir aranjman içerisine girmek istiyor. “Bunu yapabilir mi?” sorusuna benim yanıtım hayır; çünkü dediğin gibi, yani Mısır ve Yunanistan arasında, Mısır ve İsrail arasında, Mısır ve Kıbrıs arasında bir süredir ilerleyen, yoğunlaşan bir işbirliği var ve bu sadece Doğu Akdeniz ile sınırlı değil; yani bu sâdece hani enerji de değil, savunma alanında da bu ülkeleri bir araya getiren bir ortaklaşma söz konusu; yani sâdece Yunanistan ve Mısır’ı değil, Birleşik Arap Emirlikleri’ni de bu cepheye dâhil eden şey sâdece Türkiye’ye karşı Türkiye’yle sorunlu ilişkiler değil; bunları bir araya getiren çok daha büyük bir resim var ve bu resimde Mısır, Yunanistan’la ilişkilerini çok önemsiyor, savunma ilişkilerini önemsiyor, ticârî ilişkileri, diplomatik ilişkileri önemsiyor; dolayısıyla burada, Türkiye normalleşmeye gitse bile, yani Mısır’a büyükelçisini gönderse bile, Mısır da benzer şekilde büyükelçi gönderse dahi, Türkiye’nin Mısır’dan beklentisini alması bana çok zor geliyor. Ve Yunanistan için de baktığımızda, sâdece Mısır’la ilişkisi değil, yani genel olarak Kuzey Afrika ülkeleriyle, Ortadoğu’yla ilişkisi çok daha büyük bir stratejinin parçası. Nedir o strateji? Avrupa’nın Afrika ve Ortadoğu’ya açılan kapısı olmaya çalışıyor Yunanistan. Ortadoğu ülkeleriyle geliştirdiği bu ilişkiler de biraz bunun bir parçası; yani kendisini Doğu Akdeniz’de yükselen bir güç olarak görüyor ve gerek enerji koridorlarıyla gerek ticârî altyapı ve ulaşım koridorlarıyla kendisine bütün Avrupa’yı, Afrika’yı ve Ortadoğu’yu birbirine bağlayan, böyle bir jeostratejik alan açmaya çalışıyor. Bu alanda bu ülkelerin oynadığı rol o yüzden çok önemli; yani mesele sâdece, “Aman Türkiye’ye karşı ortak bir cephe olarak görünelim” meselesi değil. 

Ruşen Çakır:  Burada şimdi Mısır’a ek olarak Suudi Arabistan ve Türkiye’de pek bilinmeyen bir Birleşik Arap Emirlikleri olgusu var. Sen buraları çok yakından biliyorsun. Meselâ Birleşik Arap Emirlikleri meselesi Türk kamuoyunda çok bilinmiyor; ama 15 Temmuz’un arkasında bile Birleşik Arap Emirlikleri’nin olduğuna inanan bir AKP yönetimi var. Ama görüyoruz ki orayla da bir şeylerin artık düzelmesi isteniyor. Orada ne bozuldu? Ne düzelebilir?

Gönül Tol: Birleşik Arap Emirlikleri, Suudi Arabistan da dâhil bütün bu ülkelerle –Mısır da dâhil tabii– temel problem neydi? Yani Arap ayaklanmalarından evvel bu ülkelerle gayet iyi giden ilişkiler vardı, değil mi? Temel problem: Türkiye’nin Arap ayaklanmalarında takındığı tutum bu rejimleri son derece rahatsız etti. Çünkü daha evvel Türkiye ile yakın ilişkiler geliştirildiği dönemde, ayaklanmalar öncesinde neden bu rejimler kapısını Türkiye’ye açmıştı? Yani Türkiye hem Arap halklarının nezdinde yükselen bir güçtü; ama rejimler de Türkiye’nin bölgedeki aktivizmini desteklemişti. Birkaç sebebi vardı. Neydi o sebeplerden bir tânesi? İşte, Filistin meselesinde Erdoğan’ın bu kadar ateşli bir tavır sergilemesi, İsrail’e kafa tutan bir lider görünümü çizmesiyle yükselen bir güçtü Türkiye — ekonomisiyle vs., içeride reformlar yapılıyordu. Fakat bundan daha önemlisi, Türkiye bölgede son derece pragmatik bir dış politika izliyordu. Yani bölgesel politikasının ana ayağı ticâretti, yatırımdı. İdeoloji –yani Osmanlıcılık, İslâmcılık, İhvan/Müslüman Kardeşler– bunlar Türkiye’nin bölgesel politikasının önemli ayakları değildi. Ve bölge ülkelerinin içişlerine karışmıyordu; statükocu bir ülkeydi Türkiye. Bu nedenle de Türkiye’nin bu tavrı ona bölgede alan açtı. Rejimler de Türkiye’nin bu hâliyle Türkiye’yi kabul ettiler. Fakat Arap Ayaklanmaları ile birlikte Türkiye’nin bölgesel politikasında da bir devrim oldu. Türkiye birden statükocu bir ülke iken, devrimci bir ülkeye dönüştü. Ülkelerin içişlerine karışan, rejimlere karşı ayaklanmış grupları silâhlandıran bir İslâmcılık vizyonu olan bir ülke olarak ortaya çıkınca, bu rejimleri çok rahatsız etti.  En çok da Körfez ülkelerini, yani özellikle Suudi Arabistan bundan çok rahatsız oldu. Hani Suriye’de Suudi Arabistan rejim karşıtı hareketi desteklemiş olabilir; ama diğer yerlerde gayet tabii ki kendi iç stabilitesini korumak için rejimleri koruyan bir tavır takındı ve Türkiye’nin tavrı direkt bu rejimlerin varlığını tehdit eden bir tavır olarak algılandı. Dolayısıyla böyle bir bagaj var bu ülkelerle ilişkilerde; bunun üzerine Suudi Arabistan’la ilişkilerde bir de Kaşıkçı olayını ekleyin. Şimdi, Birleşik Arap Emirlikleri biraz daha farklı, nüanslı bir politika izliyor; meselâ Amerikan’ın İran’la nükleer müzâkerelere yeniden başlaması konusunda, “Biz bütünüyle diplomasinin yanındayız” diyor. Ya da meselâ İran Suudi Arabistan’a roketlerle saldırdığında diyor ki: “Biz henüz tam bilmiyoruz. İran mı yapmıştır bunu, emin değiliz”. Yani böyle, diplomasinin önünü açan, Muhammed Bin Selman’ın tam tersine agresif bir politika izlememeye çalışan, daha inceden bir diplomasi izleyen bir ülke görünümü veriyor Birleşik Arap Emirlikleri. Şimdi Türkiye’yle ilgili de, sâdece Türkiye’de değil, yani Birleşip Arap Emirlikleri’nin içerisinde de şunu diyen insanlar vardı: “Yani bu kadar kafa kafaya geldik Türkiye’yle. Acaba başka bir yöntem mi denense?” Bunu seslendirenler vardı. Şimdi bu tür şeyler olabilir; dediğim gibi diplomatik ilişkiler yenilenebilir, fakat özünde gerek Birleşik Arap Emirlikleri gerek Suudi Arabistan rejimi Arap ayaklanmalarının ardından kendilerini güvende hissetmiyorlar. Kendilerini güvende hissetmedikleri bir ortamda, onların gözünde böyle militarist, agresif, genişlemeci bir siyâset izlemeye çalışan bir Türkiye’yi kolaylıkla kabul etmeleri mümkün değil. Ayrıca ayaklanmalardan bu yana pek çok yerde siyâsetlerini buna göre belirlediler. Meselâ Libya’da şimdi normalleşmeden bahsediyoruz; yani meselâ Türkiye Libya’daki siyâsetini geri çevirmeden, Mısır bütünüyle kucaklayabilir mi Türkiye’yi? Mümkün değil. Ya da Müslüman Kardeşler en temel mesele. Birleşik Arap Emirlikleri için de böyle; yani bu ülkeler Afrika’dan tutun bölgenin her yerinde Türkiye’yle çatışma hâlindeler; o kadar ki, yani Birleşik Arap Emirlikleri Doğu Akdeniz’e müdâhil oldu. Daha Şubat ayında meselâ Yunanistan’da bir zirve yapıldı. Birleşik Arap Emirlikleri vardı, Suudiler vardı, Bahreyn vardı Mısır ve Kıbrıs katıldı. Ortak tatbikat yaptı bu ülkeler; dolayısıyla artık hani almış başını yürümüş de bir işbirliği var.  O Arap ayaklanmalarının ardından gelen gerginlikten sonra, bu ülkelerin her biri kendi ilişkilerini kurdular. Ve bu ilişkiler artık hani dallanıp budaklandı; bir anda kesmek, hiçbir şey olmamış gibi ayaklanmalar öncesi döneme dönmek çok zor bence

Ruşen Çakır:  Son olarak şeyi sormak istiyorum. Şimdi bu konuştuğumuz ülkelerin, Mısır, Birleşik Arap Emirlikleri ve özellikle Suudi Arabistanın, son dönemde İsrail’le ilişkilerini normalleştirme yoluna giden ülkeler ve Türkiye’nin de İsrail’le bir normalleşme sorunu var. Hep birtakım dedikodular çıkıyor; ama en son büyükelçiler iptal edilip yollandı vs.. Ama şu anda hep de İsrail’le bir normalleşmeye Türkiye hazırmış gibi açıklamalar yapılıyor. Ne dersin? Bu olabilecek bir şey mi? Yoksa İsrail’de seçimler var, onu biliyoruz; ama diyelim ki Netanyahu tekrar kazanacak, Türkiye ile İsrail ilişkilerini ideolojiden arındırarak bir ekonomik işbirliği, enerji işbirliği, bölgesel işbirliği gibi temellerde kurma ihtimâli, şansı var mı?  

Gönül Tol: Onun için tabii herkesin Türkiye’den bir beklentisi var. Bütün bu ülkelerin beklentisi nedir? Türkiye’den en temel beklentileri: “Eğer ideolojiden arındırıp pragmatik bir ilişki düzleminde bizimle ilişki kurmak istiyorsan, önce kendi ideolojik bagajından kurtulman lâzım”. O da nedir? İşte, “Hamas’a desteğinden vazgeçeceksin” diyor İsrail. “Müslüman Kardeşler’e desteğinden vazgeçeceksin” diyor. Şimdi bu olur mu? Yani bence olabilir aslında; daha önce söylediğim gibi, Erdoğan’ın ideolojiyle son derece faydacı bir ilişkisi var. İhvan’dan da vazgeçebilir. Vazgeçebilir derken, yani söylemini değiştirebilir; zâten pratikte Libya’da birlikte çalıştığı bir İhvan var, Suriye’de belli gruplar var, bir de onun ötesinde tabii İstanbul özellikle Mısır darbesinden sonra Müslüman Kardeşler’in çok önemli bir üssü hâline geldi. Onlara dâir bir şeyler yapması gerekiyor. Bu üçüncüsü daha zor bence; ama tabii böyle bir beklenti var İsrail içinde. Yani hep konuştuğumuz gibi, İsrail siyâseti son derece sağa kaymış durumda ve Türkiye konusunda da, “Aman, Türkiye ile ilişkileri normalleştirelim, 90’lı yıllara dönelim” diyen çok az ses var. O nedenle de bana çok zor geliyor. Dediğim gibi, ülkenin bütün bu herkesle normalleşme çabasının altında en temelde Doğu Akdeniz yatıyor. Ama Doğu Akdeniz’de sorun o kadar büyük ki, Türkiye bütün ülkelerle normalleşse dahi resim çok karmaşık görünüyor.  En son, meselâ Amerikan Dışişleri Bakanı Antony Blinken bir açıklama yaptı geçen hafta, duymuşsundur, Doğu Akdeniz’le ilgili. Tabii birincisi, Kıbrıs’la ilgili dedi ki: “Kıbrıs’ta yeniden müzâkereler başlasın istiyoruz, Cenevre’de Nisan ayında tarafları bir araya getiren bir toplantı olacak. Biz kesinlikle meselenin tam ortasında olmak istiyoruz. Bu meselenin federasyon bazında çözülmesini istiyoruz” dedi.  Ve Türkiye’yi de eleştirdi. Neden? Çünkü hem Türkiye, hem yeni seçilen Cumhurbaşkanı Ersin Tatar, “Artık bu federasyona hayır” diyor, “iki devletli çözüm” diyor. Antony Blinken çok netti. Dedi ki: “Burada kesinlikle bir federasyon olmalı; ayrıca da Doğu Akdeniz’de Türkiye’nin takındığı tutum hem NATO ruhuna aykırıdır hem de uluslararası hukuka aykırıdır” dedi. Şimdi şunu da görüyoruz: Yani İsrail’den bahsediyoruz, Mısır’dan, Birleşik Arap Emirlikleri’nden falan, ama burada Amerika’da da resmin ortasına düşmek üzere. Neden? Amerikan perspektifinden de hatırlayalım, meselâ Amerika ne zaman Kıbrıs konusunda çok aktifti? Obama yıllarında, değil mi? Özellikle 2014’te Ukrayna krizinden sonra Doğu Akdeniz, Obama yönetimi, Amerikan yönetimi için çok önemli bir hâle gelmişti. Kıbrıs’ın çözümü çok önemli hâle gelmişti. Hem gaz rezervleri yüzünden hem de Rusya’nın gücünü dengeleme ihtiyâcı yüzünden. Doğu Akdeniz’de bunu hayâta geçirmek istedi her şeyden önce; çünkü şöyle düşündü Amerikan yönetimi: “Biz Kıbrıs’taki meseleyi çözersek eğer, burası bir enerji hub’ı olur, böylece Avrupa’nın Rusya’ya enerji bağımlılığını azaltırız. Şimdi yeni bir Amerikan yönetimi var; Rusya’yı çevrelemeyi önemli bir öncelik olarak görüyor. Dolayısıyla Doğu Akdeniz ve Kıbrıs meselesi yeniden Amerikan yönetiminin gündemine oturmuş durumda ve Amerikan yönetimi Türkiye’yi burada haksız buluyor. O yüzden Türkiye’nin bu normalleşme çabaları… Tabii bu çabalar, yani normalleşme çabası her zaman pozitif bir çabadır; ama bunca şey olduktan sonra ve bütün kartlar Türkiye’nin aleyhine karılmış durumdayken, bir de Amerika resmin içine girmişken, bana Türkiye’nin işi çok zor gibi geliyor Doğu Akdeniz’de. 

Ruşen Çakır: Evet Gönül, çok sağol. Dönüp dolaşıp Doğu Akdeniz’de odaklanıyor iş; ama ayrıca bunun senin de bahsettiğin gibi çok ciddî ideolojik, politik bagajları da var. Yaşanmışlıklar var; zor bir süreç. Bir taraftan da iç siyâsette birtakım iddiaları sürdürmek istiyor Erdoğan; hem iç siyâsette iddialarını sürdürüp hem de dünyayla ilişkileri normalleştirmek de başlı başına zor olacağı benziyor. İşlerin var biliyorum, onun için istersen bugünlük burada noktalayalım “Transatlantik”i, ama haftaya Doğu Akdeniz meselesini çok daha yoğun bir şekilde konuşacağa benziyoruz. Çünkü anladığım kadarıyla Türkiye artık Doğu Akdeniz’deki iddialarını çok fazla sürdürebilir bir noktada değil gibi gözüküyor. Çok teşekkürler. Ömer’e de selamlar iletelim buradan; bu hafta olamadı aramızda. İzleyicilerimize de teşekkür edip “Transatlantik”i burada noktalayalım.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.