Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Transatlantik: Montrö tartışması, emekli amiraller darbe çağrısı mı yaptı? Ürdün’de darbe girişimi iddiaları & Biden’ın salgınla mücadele başarısı

Yayına hazırlayan: Zübeyde Beyaz

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler “Transatlantik”te karşınızdayız. Bu hafta Gönül Tol yok, Ömer Taşpınar ile Washington’dan ağırlıkla Türkiye konuşacağız, bu emekli amirallerin açıklamasını konuşacağız ve buradan hareketle bir anlamda Türk-Amerikan ilişkilerine de bir göz atacağız. Ömer, merhaba.

Ömer Taşpınar: Merhaba Ruşen.

Ruşen Çakır: Hatırlarsan, 2007’de ben de o sırada Washington’daydım, bir e-muhtıra vardı, Yaşar Büyükanıt’ın Genelkurmay’da olduğu dönemde ve ülke hızla bir erken seçime gitmişti, hatta ben de Türkiye’ye dönmüştüm. Şimdi yıllar sonra…, kaç yıl oluyor?

Ömer Taşpınar: 13.

Ruşen Çakır: 13-14 yıl oluyor. Bu sefer emekli amirallerin internete konulan bir açıklaması üzerinden Türkiye’de iktidar çevreleri, koalisyonun tüm ortakları ve destekçileri çok büyük bir “darbe muhabbeti” başlattılar diyelim, kampanyası. Sen metni okumuşsundur, öncelikle onu sorayım: Burada bir darbe îmâsı ya da göndermesi, teşviki gördün mü?

Ömer Taşpınar: Şimdi, hemen soruna cevap vermek gerekirse, yani bu metne bir muhtıra muamelesi yapmak çok sun’î bir şekilde, böyle yapay bir mağduriyet çıkarma çabası. Dolayısıyla burada bir muhtıra yok; fakat çok ilginç bir şey var ve ben üç seviyede buna bakmak istiyorum, üç açıdan bakmak gerekiyor: 2007 ile başladığın iyi oldu, 2007 muhtırası ile; bu bir bakıma AK Parti’nin geçirdiği serüveni gösteriyor. Yani ben ilk duyduğumda, bunu okuduğumda, eski Türkiye’den bir nağme gibi geldi bana neredeyse. Senin yayınını da dinledim, hani “nostalji” kelimesini de kullandın, eskiden böyle şeyler oluyordu, yani yapabiliyorlardı. Biraz eski Türkiye ile yeni Türkiye’nin buluştuğu bir yer hâline geldi bu. Yani bu yeni bir yer, eski Türkiye ile yeni Türkiye’nin buluştuğu bir yer ve bu buluşulan yer çok seviyesiz, sahte, bozuk, yani yozlaşmış bir yer. Yani baktığımızda, 2007’de Genelkurmay kendi sitesinden resmî bir muhtıra verdiğinde bile, AK Parti o zaman çok daha seviyeli, çok daha kendine güvenen, çok daha az mağduriyet söylemine sahip bir parti olarak çok güçlü bir tepki vermişti. Ve bugün geldiğimiz noktada, emekli amirallerin biraz Montrö biraz da irticadan bahsederek geldiğimiz yer güzel bir yer demeleri –ki emekli amirallerin bunlar, öyle bir infial yaratıyor ki–, buna bir muhtıra muamelesi yapmak her şeyiyle şunu gösteriyor: Yani eski Türkiye hiçbir zaman demokratik bir yer değildi; böyle açıklamalar yapıldığında baktığımızda ideolojik boyutu olan, bir bakıma toplumu anlamayan, askerî vesâyetin olduğu bir eski Türkiye vardı. Fakat yeni Türkiye özellikle son on yılda eski Türkiye’den daha otoriter bir hâle geldi. Bu yeni Türkiye, hak ve özgürlüklerin iyice yok olduğu, medyanın kalmadığı, tartışmanın bittiği, iktidarın ideolojik olmaktan çıkıp bir kişinin elinde oportünist bir şekilde toplandığı bir yer hâline geldi ve bu metne gösterilen tepkinin seviyesizliği, boşluğu, sahteliği, buradan bir darbe çıkarma niyeti, bu hükümetin ne kadar zayıflamış olduğunu da gösteriyor aynı zamanda — birinci boyutu bu. İkinci boyutu şu: Yani 2007 muhtırasından bahsediyoruz ya? Hatırlayalım: Ne oldu 2007’den sonra? AK Parti “Hodri meydan!” dedi, seçimlere çıktı, seçimleri kazandı. Arkasından ne oldu? Anayasa Mahkemesi AK Parti’yi kapatmaya çalıştı. Ne oldu ondan sonra? AK Parti’yi kapatamadılar, ama orada bir şekilde Fethullahçılar’la AK Parti’nin başlattığı bir kampanya, Ergenekon sonrasında Balyoz’a dönüştü ve bugün bu metni yazan amirallerin önemli bir kısmı Ergenekon ve Balyoz’un mağdurları hâline geldi. Yani Ergenekon ve Balyoz bir sürü kesimi mağdur etti; fakat özellikle denizciler, özellikle TSK içinde mağdur olmuş bir kesim var. Bunlar hiçbir zaman AK Parti’nin, Erdoğan’ın kendilerine kumpas kurulmuş olmasına filan inanmadı. Yani hatırlayalım: Ergenekon, Balyoz neydi? Bu insanların, bu amirallerin darbeden içeri girdikleri, bir bakıma Erdoğan’ın “Ben bu işin savcısıyım” dediği, Ergenekon’a, Balyoz’a sonuna kadar destek verdiği bir yerdi: Dolayısıyla Erdoğan 2014’te askerlere, Harp Okulu’nun mezuniyetine gidip, “Sizlere kumpas kuruldu, bize yapılanlar zamanında size yapıldı” dediğinde, hiçbir zaman bu askerler, sonrasında hapisten çıkan askerler Erdoğan’a güvenmedi. Yani Erdoğan’la 2014’ten sonra, 2015, hele 2016 yani darbe sonrasında bir nevi aralarında hiçbir zaman bir aşk evliliği olmadı. Belki Mavi Vatan üzerinden destek verildi, belki milliyetçi unsurlar nedeniyle aralarında bir mantık izdivacı oluştu bu tür ulusalcı kesimlerle, Avrasyacı kesimlerle Erdoğan arasında. Ve tekrar edeyim: Bu bir aşk evliliği değildi; bu bir mantık izdivâcıydı ve temelinde anti-FETÖ, yani FETÖ’ye karşı Erdoğan’ın sağlam duruşu, daha da önemli bazı boyutları da var, anti-FETÖ çok önemli, ama anti-PKK, Kürt meselesinde Erdoğan’ın bütünüyle devlete dönüşü, yani emniyetçi yaklaşıma dönüşü ve Barış Süreci’nin bitmesi; anti-FETÖ, anti-PKK, anti-ABD… Çok anti-Amerikan bir kesim bu; amirallere baktığımızda, Cem Gürdeniz gibi isimler Türkiye’nin NATO’dan çıkması gerektiğini savunan isimler. O yüzden bunları Amerika yaptırıyor filan dediğinde gülüyorum ben. Yani Amerika bu adamlara bu metinleri yazdıracak bir yermiş. Ya, bunlar sonuçta ulusalcı, Avrasyacı bakış açısı içinde Türkiye’nin tam bağımsız, NATO’da çıkmasını savunabilecek yapıda, ideolojide amiraller. Anti-Amerika, Anti-Amerikancılık, anti-AB, Avrupa Birliği’ne karşı çıkma, bunlar üzerinden bir mantık izdivâcı oluştu bu tür ulusalcı kesimlerle AK Parti’nin Mavi Vatan, Doğu Akdeniz politikaları üzerinde. Ama bunun yumuşak karnı, bu izdivâcın yumuşak karnı laiklik meselesi. Zaten metindeki laiklik vurgusu da çok önemli. Bir süredir yani irtica lafını duymaz olmuştuk; ama geçmişten gelen bir nağme dediğimiz bu. “Bu kabul edilemez!” diyor; yani “Cübbeli bir amiral olamaz!” diyor. “Atatürk Türkiye’sinde böyle bir şey olamaz!” deyişi bir bakıma bu mantık izdivâcının sınırlarını test ediyor.

Ruşen Çakır: Ömer, burada bir araya gireyim; şu Avrasyacılık dediğin hususta belki sonra söylemeyi düşünüyordun ama, mesela bir bakıyoruz: Vatan Partisi amirallere karşı çok sert açıklamalar yaptı, yanlarında yer almadı ve iktidarın yanında, Erdoğan’ın yanında yer aldı. Bu Avrasyacılığın ana merkez üssünün Vatan Partisi olduğunu da biliyoruz. Bu nasıl oluyor peki?

Ömer Taşpınar: Şimdi, Vatan Partisi ve Doğu Perinçek karanlık bir adam. Yani o Avrasyacılığın ana üssü o mu, ulusalcıların tam emin değilim. O görünürdeki kozmetik üssü olabilir ve o da Erdoğan’la mantık izdivâcı içinde; ama o daha bir aşk evliliğine çevirmeye çalışıyor, çünkü iktidardan pay almaya çalışıyor ve bütün varlığıyla bir bakıma o konuya muhtaç. Halbuki bu geldiğimiz noktada bahsetmeye çalıştığım ikinci kırılma, bu amirallerle, Avrasyacılık ve Doğu Perinçek ekibi arasındaki kırılma. Zaten Cem Gürdeniz gibi isimler daha önce Aydınlık gazetesinde yazıyorlardı; bunlar bir süre sonra ayrıldılar Aydınlık gazetesinden. Yani bir kavga vardı Avrasyacılar içinde; bu kavga ile bir bakıma, “Biz AK Parti’ye destek vermiyoruz. Yani Mavi Vatan konusunda kuruduğumuz mantık izdivâcının bile sınırları var” diyorlar. Zaten bir süredir bu isimler, mesela Türker Ertürk gibi isimler, “Türkiye Doğu Akdeniz’de politikasında değiştirmeli, Mısır’la oturmalı, Suriye ile oturmalı, Müslüman Kardeşler’e destek vermemeli, bunlar çok İslâmcı” diyerek zaten Doğu Perinçek’in söylemediği –yani Doğu Perinçek İslâmcı diyemiyor bunlara, çünkü aynı yatakta onlarla–, ama onlar irtica meselesinden bu sefer bu metinle girerek, “Biz zaten Doğu Perinçek’le beraber değiliz” diyerek, resmî bir şekilde Avrasyacılığın ve ulusalcılığın da kırıldığı bir noktaya işaret ediyor bu metin, yani o açıdan da önemli. Üçüncü boyutunu da söyleyeyim bu metnin— biliyorum uzattım ama: Bana göre bu metin Hulusi Akar’a ve Cihat Yaycı’ya da bir mesaj. Yani Hulusi Akar’a ve Cihat Yaycı’ya da, “Bizler sizin geldiğiniz noktada, TSK’ya getirdiğiniz noktada ve AK Parti’ye verdiğiniz bu noktada, sizinle beraber değiliz, kabul etmiyoruz bu gelinen noktayı” mesajını da veriyor. Yani bugün Hulusi Akar üzerinden AK Parti’nin TSK’yı kontrol projesi var. Ve bir bakıma bir İslâmcılaşma var TSK içinde, buna da karşı bir tepki. Bu amirallerin içinde Cihat Yaycı’nın olmaması çok önemli; çünkü bir bakıma Cihat Yaycı da aslında iktidardan pay almaya çalışan, belki de Hulusi Akar’ın yerine geçmeye çalışabilecek bir isim gibi; yani o girmiyor bu toplara, çünkü o hâlâ iktidarla bir aşk evliliği peşinde; ama geldiğimiz noktada bu ulusalcı, Avrasyacı isimler, bu metnin arkasındaki isimler bana göre hem Avrasyacılığın içindeki bir kırılmanın, hem de Ak Parti’ye Hulusi Akar ve Cihat Yaycı gibi isimler üzerinden, “Ya, biz bu işin içinde yokuz, sizler de Atatürkçüyseniz bu işin içinde olmamalısınız” mesajını veriyor.

Ruşen Çakır: Peki, Montrö bu olayın neresinde? Çünkü ana ekseninde Montrö var. Montrö konusunda daha önce biliyorsun geçen yıl Ocak ayında emekli büyükelçiler de bir açıklama yapmıştı, uyarı yapmıştı — bir Montrö’dür gidiyor ve geçtiğimiz günlerde İstanbul Sözleşmesi’nin ardından Meclis Başkanı da, “Cumhurbaşkanı isterse Montrö’den çıkabilir” dedi; sonra, “Yanlış anlaşıldım” falan dedi, ama nasıl denir? Cin şişeden çıktı. Ya da o meşhur “silah gözüktü” vardır ya, Çehov’un, değil mi? O duvarda asılı bir silah. Bu Montrö meselesinin senin oralarla ilgili bir kısmı da var, deniyor ki: “Montrö’nün muhafazası Rusya’nın talebi, ama Montrö’nün iptali ABD’nin talebi”. Bunlar birer şehir efsanesi mi?

Ömer Taşpınar: Şimdi, Montrö’ye baktığımızda, Montrö temelde Türkiye’nin Boğazlar üzerinde, hem Çanakkale hem İstanbul Boğazı üzerinde, Marmara Denizi ve Karadeniz’de de egemenlik hakkını ve bazı kısıtlamalara gitmeyi güçlendiren bir anlaşma. Dolayısıyla milliyetçilerin, egemenlik, ulusal egemenlik kavramının Lozan kadar kutsadığı, önemsediği bir anlaşma zaten. Lozan ve Montrö diyorlar hep yani; bu ikisi Türkiye’nin kuruluşundaki egemenliğidir, diplomatik başarılarıdır. Bunlardan vazgeçmek, her zaman için ulusal egemenlikten vazgeçme anlamına da gelebilir, çünkü kısıtlıyor. Ne yapıyor? “Burada ancak kıyıdaş ülkelerin savaş gemileri olabilir” diyor. Dışarıdan, mesela NATO’dan gelebilecek gemileri, Amerika’dan gelebilecek gemileri kısıtlayabiliyor. Dolayısıyla Amerika açısından baktığımızda, Amerika her zaman için Montrö’ye saygı duydu, fakat Türkiye’nin gerektiğinde Rusya’ya karşı daha sert durması için de Gürcistan gibi meselelerde, Kırım gibi meselelerde, hele şimdi Kırım’ı işgal etmiş bir Rusya varken, orada Amerika Türkiye’den aslında Montrö’de esneklik kazanabilir, bir yer isteyebilir. Daha büyük savaş gemilerinin geçirilmesi gibi konularda Montrö’de esneklik arayabilecek bir Amerika var; çünkü bu Montrö sonuçta bir bakıma Türkiye’nin egemenlik hakları, ama NATO’dan oraya daha fazla savaş gemisi geçemeyeceği için Rusya’nın da korumak istediği bir şey. Çünkü Rusya, Türkiye üzerine bir yetki kurup “Buraya daha fazla NATO gemisi sokmaya gerek yok” diyebilir. Şimdi bundan vazgeçebilme olayı var. Erdoğan ne diyor? Erdoğan’a yakın Meclis Başkanı Şentop ne dedi? “Gerekirse Montrö iptal edilebilir teknik olarak.” Şimdi, bu Türkiye’nin ulusal egemenlik haklarından Amerika lehine verilmiş bir taviz olarak da duyulabilir. O nedenle bu ulusalcı askerler, ulusalcı amiraller Montrö konusunda atılabilecek herhangi bir adımın, tavizin Türkiye’nin egemenlik haklarından feragat olacağını düşünüyorlar, bunun tekrar kazanılmayacak kadar zor bir mesele olduğunu, o şartlarda zor edinilmiş bir hak olduğunu, bunun pazarlığa açılmamasını istiyorlar Montrö’nün. Montrö o açıdan hem Türkiye’de Hariciye için, hem de Askeriye için çok önemli bir anlaşma. Bundan geri adım atmak, Amerika’ya yaranma olarak gözükür. O yüzden bu amirallere hani “Amerika’nın çerçevesinde Amerika’nın adımını atıyorlar” deniyor ama, bunlar tam tersine Montrö’yü korumaya çalışıyorlar ve Montrö’yü bir bakıma Türkiye’nin gerekirse NATO’ya da hayır diyebileceği bir anlaşma olarak görüyorlar. Rusya ile bir şekilde dengeli gidilmesini savunuyorlar. Dediğin gibi, aslında kendi açılarından son derece tutarlı, tam bağımsız güçlü egemen Türkiye sembolü Montrö onların gözünde; o nedenle Montrö’yü de gündeme getiriyorlar Atatürkçülük çerçevesinde, tam bağımsızlık çerçevesinde; irticayı da gündeme getiriyorlar. O açıdan baktığımızda Amerika açısından böyle bir tartışma da yok pek. Yani Amerika’da Karadeniz, veya Türkiye’nin Rusya’ya karşı yapabileceği şeyler tartışıldığında Montrö çok ciddi bir şekilde gündeme gelmiyor; çünkü ondan Türkiye’nin bir taviz verebileceğini düşünmüyorlar. Ama Kanal İstanbul nedeniyle bir tartışma var; o Kanal İstanbul çerçevesinde konuşuluyor zaten Montrö de. Kanal İstanbul açılırsa bizim oradan istediğimiz kadar daha büyük savaş gemisi geçebilir mantığı da var galiba, o Montrö’ye aykırı olur. Yani Montrö’ye aykırı bir şekilde daha büyük tonajlı gemileri, yapılırsa Kanal İstanbul’dan büyük Amerikan savaş gemilerini geçirmek Montrö’ye karşı olur. Dolayısıyla “Amerika Kanal İstanbul’u istemiyor” veya işte, “Amerika açısından Kanal İstanbul Türkiye’nin güçlenmesi demek” gibi bir boyutla da AK Parti milliyetçi kesimi bunu malzeme haline getiriyor. Şunu söyleyerek bitireyim, Türkiye’de bir koalisyon var, bu koalisyon dindar milliyetçilerle milliyetçi dindarların kurduğu bir koalisyon. Yeni Türkiye diyelim buna, buna Türk-İslam sentezi diyelim; sonuçta dindar milliyetçiler de, milliyetçi dindarlar da –İslâmcı demiyorum, İslâmcılar da bunun içinde tabii ki, ama temelde toplumsal boyutuna baktığımda bu var– buraya seküler milliyetçiler, Atatürkçü milliyetçiler, anti-FETÖ, anti-PKK, anti-Amerikanlık üzerinden eklemlendiler. Bir şekilde, özellikle ulusalcı kesim, baktılar ki Türkiye’de şu andaki ortamda güçlü bir lider Avrupa Birliği ve Amerika’ya hayır diyebilen bir lider, Kürt meselesinde, Fethullah Gülen meselesinden kendi istedikleri gibi duran güçlü bir Tayyip Erdoğan var; yani Doğu Perinçekçiler buna eyvallah dediler ve yani “İrtica var ama bu o kadar önemli değil, geçti o” diyorlar. Burada geldiğimiz noktada bu bir kesim Avrasyacılar için de, seküler, Atatürkçü, milliyetçiler için de o sekülerlik boyutunu ön plana getiriyorlar. Ve Doğu Akdeniz’de Mavi Vatan konusunda gelmek istedikleri yere Türkiye’yi getiremeyeceklerini düşünüyorlar, çünkü Mavi Vatan’ın uygulanması için Türkiye’nin Mısır ve İsrail konularında adım atması gerekiyor. Hani Erdoğan bunlarla koalisyon içinde olduğu için son zamanlarda Mısır ve İsrail konusunda o cepheyi güçlü tutmak için bazı kozmetik lâflar ediyor. Ama temelinde Müslüman Kardeşler gibi bir konuda fazla adım atmasına imkân yok Erdoğan’ın; çünkü kurduğu koalisyonun dindar boyutu Müslüman Kardeşler üzerinden gidiyor. Yani ben bu metni sonuçta Türkiye’de hem ulusalcıların kendi içinde bölünmesi, hem de Erdoğan’la bir uzaklaşmaları olarak görüyorum.

Ruşen Çakır: Burada son bir şey sorayım: Herhalde Amerika Birleşik Devletleri’nin gündemine tam gelmemiştir, ama bu olay Türkiye’de bayağı bir birinci gündem maddesi haline geldi, bilinçli olarak t-da böyle yapılıyor ve bayağı da konuşulacak. ABD’den bu konuda herhangi bir açıklama gelir mi? Sanıyor musun böyle bir şey?

Ömer Taşpınar: Hayır, gelmez. Yani bu konuya girmeleri tehlikeli olur onlar için. Yani Ömer Faruk Gergerlioğlu gibi önemli birinin gözaltına alındığı, milletvekili dokunulmazlığının kaldırıldığı bir yerde, ilk onu konuşmaları gerekir Amerikalıların. Bu konu, yani amirallerin söylediği şey eğer bu amiraller içeri alınıp büyük davalar açılırsa, uzun mahkemeler olursa, orada belki “İfade özgürlüğü kapsamına girebilmeli” gibi bir şey söyleyebilirler. Ama Amerika açısından baktığımızda, şu aşamada büyük resimde önemli olan: İçerideki koalisyon ne durumda? Yani Amerikan Büyükelçiliği bir rapor yazacak olursa şu anda, “Acaba ulusalcılarla girilen ortaklık çatırdıyor mu?” diye sorabilir. CHP’nin tepkisine bakacaklardır, CHP bu olaylara nasıl tepki gösteriyor? Zaten zor birlikte duran bir muhalefet var; yani bir bakıma işte “HDP, İYİ Parti, CHP gibi partilerin bir arada durmalarını etkiler mi etkilemez mi?” diye bakılır ve Erdoğan’ın stratejileri açısından bir hesaplama yapılır. Bana göre şöyle düşünüyor Amerika: Erdoğan’ın bir daha seçimleri kazanma ümidi, karşısında sol olarak gösterebileceği bir adaya bağlı. Dolayısıyla Türkiye’de hâlâ CHP zihniyetli soldan, hâlâ eski Türkiye’den bir adam olmalı, o CHP’li olursa çok iyi olur. O nedenle Erdoğan’ın oyun planı muhalefeti bir şekilde bölmek; özellikle HDP üzerinden bölmek ve CHP’nin ön alanda olacağı, Meral Akşener’in mümkünse daha geri planda kalacağı bir durum. Çünkü Meral Akşener o oyunu bozabilecek bir lider — ki bana göre son zamanlarda Amerika’nın en çok dikkat ettiği lider de Meral Akşener haline gelmiş, çünkü koalisyon içinde anahtar yerde o var. Ve bir bakıma nasıl HDP muhalefeti bölebilecek bir unsursa, Meral Akşener de Türk-İslâm sentezini bölebilecek bir isim. Yani o da iktidarın içindeki bloklaşmayı kırabilecek bir isim. Çünkü iktidar çevresinden, hem milliyetçilerden hem muhafazakârlardan oy alabilecek sağ kökenli bir isim. Yani bu sağ sol şablonunu oluşturmak Erdoğan açısından çok önemli. Erdoğan’ın kafasında sağ her zaman kazanır, “Biz milliyetçi ve muhafazakâr cepheyi sağlam tutalım” diyerek Meral Akşener’e saldırmıyor. Ama Meral Akşener’in bir bakıma güçleniyor olması bana göre Amerika’da da dikkat çekiyor, bütün bunlar nasıl etkiler? Yani Meral Akşener nasıl tepki gösterir? CHP ne tepki gösterir? Türkiye’yi izleyen Amerikalı analistler bunlara dikkat ediyor bence.

Ruşen Çakır: Ömer, peki bu arada gerçekten bir darbe girişiminin de Ürdün’de olduğu söyleniyor. Orada kralın bir üvey kardeşinin darbe yapmak isteği ve bu yüzden ev hapsine alındığını biliyoruz. Daha doğrusu ev hapsine alındığını biliyoruz da, darbe yapıp yapmak istemediğine çok emin değilim. Bu önemli bir gelişme mi?

Ömer Taşpınar: Bu Ürdün açısından önemli bir gelişme. Bölge açısından çok önemli değil; zira Prens Hamza’nın üvey kardeşi Kral Abdullah’ın, 2004’ten beri ev hapsinde olduğu biliniyor. Bu zaten marjinalize edilmiş bir isimdi. Fakat bütün dünyada bir mağduriyet yaratma olayı var, Ürdün Kralı da bir bakıma sanki bir darbe oluyormuş gibi yaparak burada o da çünkü Ürdün Kralı da baktığımızda ki bunu dün BBC’de birisi öyledi, “Erdoğan gibi, bir şekilde karşısında bir darbe varmış gibi yaparak muhalefeti toz duman etmek isteyen birisi” dedi. Erdoğan gibi, “karşısında çok büyük bir muhalefet varmış gibi davranarak toz duman etmek istiyor” yorumunu BBC’de bir Amerikalı gözlemci yaptı. Yani o açıdan baktığımızda, bu işin çok ciddi bir darbe olmadığı belli; yirmi otuz kişilik bir grup bir araya gelmişler. Fakat buradan Kraliyet rejimi, çok ciddi bir mağduriyet çıkararak, “Bakın darbeyi önledik ve büyük bir tehlikenin önüne geçtik” diyor. Niye bu kadar zayıf Ürdün şu anda? E çünkü Ürdün bir kere %60, %70’i Filistinli, üstüne bir de bunların Suriyeliler bindi, bir buçuk milyon Suriyeli geldi, ekonomisi COVID nedeniyle çöktü. Ve şu anda Suudi Arabistan’ın desteğiyle ayakta duran bir ekonomi. Suudi Arabistan’dan da desteğin azaldığı yönünde raporlar var. Dolayısıyla Ürdün çok zor bir dönemden geçiyor ve bu tür hamlelerle kral yerini güçlü tutmaya çalışıyor. Oradaki sistem bir bakıma şu: “Krala saldırma, başka ne yaparsan yap”. Ama “Bakın krala saldırıyorlar, kralın ailesinden birisi krala darbe yapmaya çalışacak” dendiğinde bütün sistem yerinden oynuyor ve üstüne yükleniyorlar muhalefetin. O açıdan baktığımızda orada da Türkiye’dekine benzer bir sahte sistem oluştu bence.

Ruşen Çakır: Yani bir pireyi deve yapma vakası daha diyorsun.

Ömer Taşpınar: Evet, aynen öyle.

Ruşen Çakır: Ömer kapatırken salgını bir sormak istiyorum, dünya bayağı bir diken üstünde tekrar, üçüncü dalgalar, dördüncü dalgalar, Brezilya perişan olmuş durumda, Türkiye’de vaka sayıları her gün rekor kırıyor; sizin orada durum nasıl? Yine bir alarm durumu var galiba; ama bir taraftan da daha önce konuştuğumuz gibi aşı konusunda bayağı bir başarı var diye görüyoruz. Bu arada Kanada’da durum kötüymüş diye duydum. Onlar nedense aşı konusunda bir ABD gibi olamamışlar. Şu anda nispeten daha rahat durumda mı Amerika Birleşik Devletleri?

Ömer Taşpınar: Valla tâbir-i câizse Biden bu aşı konusundaki başarısı nedeniyle bir zafer sarhoşluğu içinde. Yani bütün dünya perişan durumda; Almaya tekrar kapandı, Fransa tekrar kapandı, Brezilya dediğin gibi yerlerde sürünüyor, Kanada’da bile durum kötü; ama Amerika’ya baktığımızda ilk yüz gün içinde inanılmaz derecede yüksek rakamlarda insanlar aşılandı. Ve diyor ki: “İşte, geldiğimiz ilk yüz gün aşılanacak”. Zaten başarı oldu; yüz gündeki hedef artırtıldı. Ve Amerika o kadar çok aşı satın aldı ki, şu anda lojistik olarak bunları bir şekilde dağıtıp aşılamayı yapmaya çalışıyor ve ilginç bir şey; Aşı yapılan büyük kamplara gittiğinde, asker her şeyin içinde; yani askerler bu aşılama kampanyasının içinde. Amerika’daki bu lojistik başarının arkasında, bir bakıma işleyen bir devlet, ama başarılı da bir sivil-asker ortaklığı da var. Biden bütün bunları başardıktan sonra, bir korku şu: İnsanlar rahatladı. Yani aşılandıkça insanlar maskesiz dolaşmaya başladılar, seyahat etmeye başladılar. Şu anda akademik olarak liselerin açılması söz konusu –ki aslında liseler tatile girecek–; ama ilkokullar açıldı, liseler açılabilir. Üniversitelerde bahar tatili oldu, bahar tatilinde bütün öğrenciler evlerine gittiler ve güneye indiler, tatiller yapıldı, uçaklara binildi, vakalarda biraz artış başladı. Ve yeni varyantı nedeniyle daha çabuk yayılabilen bir virüs söz konusu. Dolayısıyla yavaş yavaş, “Aman ha! Tedbiri elden bırakmayalım. Erken maskesiz dolaşmak, erken böyle bir şekilde rehavete kavuşmak bizi Avrupa’nın düştüğü duruma getirir” diyor. Avrupa’da bir felaket yaşanıyor, Avrupa başarılı gidiyordu; özellikle Almanya dibe vurmuş durumda. Bu bir bakıma Biden’a, “Başarılıyız” demek, demin bahsettiğim zafer sarhoşluğunu getiriyor ve Biden’ın gündemi yavaş yavaş aşı ve pandemi ile mücadeleden ekonomiye geldi. Ekonomide geçen hafta konuştuğumuz gibi, ilk ayında yaklaşık iki trilyon dolarlık bir kurtarma paketini geçirdi, şu anda yeni bir iki-üç trilyon dolarlık altyapı yatırım paketini getirmeye çalışıyor. Ve bir bakıma bu krizi bir fırsata çevirmeye çalışıyor Biden. Yani bu kriz sayesinde Amerika’da devleti tekrar güçlendirme, sosyal devleti kurma, 1950’lerden bu yana, son elli altmış yıldır ilk defa bu kadar ciddi devlete bir saygı, sempati, güven gelişti Amerika’da; çünkü o devlet sayesinde bu aşı ve bu başarı sağlanabiliyor. Sağlık sektörünü, eğitim sektörünü, altyapıyı, sosyal devleti, hastaneleri, yaşlılara bakımı, kreşleri, her şeyi bir şekilde tekrar oluşturacak büyük bir harcama paketi içinde ve bütün bunların fiyatı altı yedi trilyon dolara ulaşacağı için de insanlarda yavaş yavaş, “Acaba çok ciddi bir enflasyon mu gelecek, vergiler mi artırılacak?” korkusu başladı. Ama genelde baktığımızda, Biden açısından şöyle ilginç bir durum söz konusu: 78 yaşında, ihtiyar, fazla karizmatik olmayan bir adam müthiş bir başarı kazandı. Yani herkesin şu anda saygı duyduğu bir yere doğru götürüyor. Partinin solu Bernie Sanders’çılar da arkasında, çok memnunlar bu yeni ekonomik paketlerinden, partiyi konsolide etti ve Cumhuriyetçiler de bir bakıma “Acaba biz nasıl bununla mücadele ederiz?” korkusu içindeler. Çünkü bir yandan Trump hâlâ konuşuyor, parti bölünmüş durumda, Biden’a da iki hafta önce, “2024’te Trump’a karşı aday olacak mısın?” diye sorduklarında dalga geçti. Yani “Acaba bir Cumhuriyetçi Parti olacak mı karşımda? Trump’ı çok özlüyorum” filan dedi. Bir kendine güven ve zaferin getirdiği sarhoşluk içinde gibi geliyor bana Biden. 

Ruşen Çakır: Evet, Ömer, “Transatlantik”e burada noktayı koyalım. Geçen hafta olduğu gibi yine bağımsız ve özgür medyaya izleyicilerin desteğini talep edelim. Gönül’e de çok selam söyle. Haftaya birlikte yapacağımızı umuyorum hep birlikte. Bu hafta “Transatlantik”i böyle noktalayalım. İzleyicilerimize de çok teşekkürler, iyi günler. 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.