Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Adını Koyalım (9): HDP’den hareketle Türkiye’yi konuşmak

Ayşe Çavdar, Burak Bilgehan Özpek, Kemal Can ve Ruşen Çakır, bu hafta HDP İzmir İl Başkanlığı’na yönelik saldırı ve HDP’ye yönelik kapatma davası iddianamesinin Anayasa Mahkemesi tarafından kabul edilmesinden hareketle bu partiye karşı iktidar ve muhalefet partilerinin tutumunu konuştu.

Yayına hazırlayan: Zübeyde Beyaz

Ruşen Çakır: Merhaba iyi günler, iyi akşamlar. Artık adı “Adını Koyalım” olan programımızla karşınızdayız yine. Ayşe Çavdar, Burak Bilgehan Özpek ve Kemal Can’la gündemdeki konuları diyeceğim, ama özel olarak bir konuyu ele alıp konuşmak istiyoruz. Konumuz bu hafta HDP, olayın iki boyutu var: İlkin, HDP İzmir İl Binası’na yönelik saldırı ve orada Deniz Poyraz’ın katledilmesi; ardından, yine eşzamanlı gibi olan, HDP’yi kapatma davasının iddianamesinin Anayasa Mahkemesi tarafından kabul edilmesi. Arkadaşlar, hoş geldiniz yayına. “HDP üzerinden Türkiye’ye bakmak” diye bir başlık koydum. Kemal, seninle bakmaya başlayalım. Öncelikle şu saldırıyı bir konuşalım. Saldırıyı daha önce de konuştuk, zaten ne olduğu ortada; ama o zamandan bu zamana yaşananlara baktığımız zaman, saldırı tabii ki öncelikle HDP’ye saldırıydı, ama saldırganın genel olarak Türkiye’ye yönelik nasıl bir amacı olsa gerekti ve o zamandan bu zamana, Türkiye bu saldırı ile nasıl bir yüzleşme içerisine girdi? “Buradan nasıl bir ders çıkarttı?” diye konuşmuştuk. “Fırsat” demek doğru değil; ama bir şeylere de olanak sağlayabilir demiştik hatırlarsan. Olabildi mi? Ne dersin?

Kemal Can: Olamadığını görüyoruz bence. Yani o çok açık. Şimdi, sorduğun soruların pek çoğunun, aslında sadece bu olaya ilişkin değil, daha önceki örneklere ilişkin de aynı cevaplarla tekrarlanma ritüelinin çok bozulmadığını gördük. Bir kere gördüğümüz en önemli şey bu. Bu bir imkân olabilirdi; daha önceki her benzer olayda olduğu gibi, bu da bir imkân olabilirdi. Bu sürekli kendini tekrar eden basit döngünün kırılması için bir imkâna dönüştürülebilirdi. Bunu yapmanın yolu da aslında açıktı ve pek çok kişi de bunu aslında dile getirdi; hem yorumcular hem bazı siyasîler, sanki bunu yapacakmış gibi bir hava da verdiler. Hatta saldırıyı bütün herkese karşı yapılmış ve demokrasiye karşı yapılmış olarak tarif ettiler. Bu saldırıyı düzenleyenlerin niyetinin gerçekleşmeyeceği, bunun boşa çıkartılacağı söylendi; ama sonuçta yapılıp edinenlerle böyle bir tablo ortaya çıkmadı. Hatta aslında biraz daha ileriye giderek, dün işte, Devlet Bahçeli’nin Grup Toplantısı’nda yaptığı konuşma ve daha sonra da oluşan hava itibariyle, tıpkı daha önceki Akşener linci yani saldırı girişimi, Kılıçdaroğlu linç girişimi, daha önce HDP’ye yapılmış bütün saldırılar, kayyum politikası, kapatma davası filan hepsi bir paket olarak aslında, bu hep boşa çıkartılacağı iddia edilen durumun tekrar tekrar aynı biçimde bir döngüye imkân verdiğini gösterdi. Senin demin işaret ettiğin, farklı bir şey imkânının kendisini ortaya çıkartamamasına karşılık, aynı şeyin devamının mümkün olduğunu, buna imkân verdiğini gördük. Şimdi tartışılabilir. Her sefer bu tekrar eden şey aynı sonucu verir mi? Şimdi çok referans veriliyor ya? 2015 Haziran ve Kasım arasına iktidar da referans veriyor, muhalefet de referans veriyor. İktidar o günleri hatırlayın diye referans veriyor, bir Haziran tehdidi olarak; muhalefet yine bir tehdit olarak o tarihi işaret ediyor, Kasım tehdidi olarak. Ama ilginç biçimde, iktidar Haziran’daki gibi davranışını devam ettiriyor; muhalefet de Kasım’a neden olan şeyleri yapmaya devam ediyor. Ve bu tablo değişmiyor. Bu aynı sonucu verir mi? Bu tartışmalı bir şey. Çünkü bir sürü başka değişken var. Ama şunu görüyoruz bu saldırı karşısında seninle konuştuğumuz o imkân, herkesin dile getirdiği imkân kendine bir alan yaratamadı. Oradan kendisini ifade edecek güçlü bir farklı duruş çıkartamadı. Muhalefet aktörleri, evet, kınadılar; ama sonuçta Erdoğan da kınadı — hani kınamaksa söz konusu olan. “Bu sonuç almayacak, bu saldırı amacına ulaşmayacak!” dendi; ama bir biçimde amacına ulaştığını görüyoruz. Çünkü neydi amaç.? İşte, tekrar HDP’nin, yıllardır süren bu şeytanlaştırma projesinin içerisinde onu bir tehlike odağı olarak ve hatta ona yönelecek ve ona yakınlaşacak her şeyi de içine alan bir tehlike olarak işaret edilmesi. Ve muhalefetin de bunu kırabilecek bir dayanışma ve birlikte duruş sergileyemediğini gördük. Bundan sonra olur mu? Dava süreci işliyor; onun çok işaretlerini de görmüyoruz. Ve burada önümüze, sürekli olarak aslında toplumda da benzer bir havanın olduğu fikri ve gerekçesi konuyor. Dün Levent Gültekin ile böyle Whatsapp üzerinden bir mesajlaşmamız oldu, biraz konuştuk. O mesela, kendisine özellikle Deniz Poyraz’ın ailesinin ifadeleri dolayısıyla muhalefet çevrelerinden çok sayıda mesaj geldiğini, bunlardan, muhalefetin birlikteliğini zorlaştırdığını söyleyen değerlendirmeler duyduğunu söyledi. Ama şu açık: O ailenin acılı ailenin verdiği reaksiyonlar iktidarın kullanabileceği bir malzeme olarak değerlendirilebilir; ama onlar ortaya çıkmadan önce de muhalefetin başka türlü davrandığını görmedik. Dolayısıyla hep sonradan, yapmadıklarına gerekçe bulmakta kolaycılığa kaçıyorlar. Muhalefet aktörlerinin hep tekrar eden bu döngüyü kırma imkânını kullanabildiğini düşünmüyorum açıkçası.

Ruşen Çakır: Şimdi, yayını aslında Ayşe ile başlatmayı düşünüyordum; ama kendini sona saklattı, onu söyleyelim. Çünkü bazı izleyiciler hep diyor, “Niye Ayşe Hanım’la başlatmıyorsunuz?” falan diyorlar. Pozitif ayrımcılık yapacaktım, ama izin vermedi; onun için Burak’la devam ediyorum. Burak, iki şeyi özel olarak sormak istiyorum, ama tabii genel bir değerlendirme yapmana engel değil. Şimdi iki tane soru var: Bu olayın münferit olabileceği ihtimali, böyle bir şey sence olabilir mi? Bir de özel olarak da, iktidarın buradaki tavrını, yani Süleyman Soylu’nun bildiğim kadarıyla hâlâ bu konuda tek kelime etmemiş olması, Cumhurbaşkanı’nın çok sonra etmiş olması ve Bahçeli’nin de dünkü yaptığı konuşmayı da göz önüne alırsak… Tabii muhalefet hakkında söyleyeceklerin varsa söyle de, özel olarak bunları sormuş olayım.

Burak Bilgehan Özpek: Evet, Cumhuriyet’in kuruluşundan beri Kürt meselesi sürekli olarak bir enstrüman olarak kullanıldı, özellikle Ankara’daki elitlerin birbirleriyle olan ilişkilerini düzenlemek açısından. O yüzden, hani Kürt meselesiyle alâkasız herhangi bir gelişmeyi sadece bu konu üzerinde değerlenmenin çok doğru olduğu kanaatinde değilim. Bunun mutlaka ve mutlaka Ankara’da bazı beklentiler yarattığı ya da güç ilişkilerini değiştirme potansiyeli taşıdığını da hesaba katmamız lâzım. Bu perspektiften baktığımız zaman, saldırı tabii tesadüfî bir eylem olmaktan çıkıyor, yani tek başına kriminalize edilmiş bir partiyi bir şekilde cezalandırmak isteyen, kararı kendisi almış bir aktörün eylemi olmaktan çıkıyor, daha farklı bir noktaya evriliyor. Son dönemde yaşadığımız gelişmelerden bağımsız düşünmemek lâzım. Yani Ankara’daki sistem içerisinde kaybedenler var, kazananlar var ve yeni oluşacak dönemden beklentileri olanlar var. Dolayısıyla bu saldırı, akıllara, bu güç ilişkilerini tekrar yerine oturtmak amacı mı taşıyor gibi şeyler getiriyor. Yani gündemdeki bu yolsuzluk iddiaları ya da araştırma sonuçlarında Cumhur İttifakı’nın düşen oy oranları gibi konular bu tip eylemle unutulabilir. Tekrar bir milli güvenlik söylemi, tekrar bir düzen ihtiyacı, nizam ihtiyacı toplumda yükselebilir. Dolayısıyla bizler böyle düşünmeye daha meyilliyiz; çünkü 7 Haziran – 1 Kasım arası benzer bir senaryoyu yaşadığımız için, hani bu tip şiddet eylemleri, bu tip siyaset dışı eylemler, siyaset alanını daraltan eylemler birçok insanda böyle bir düşüncenin uyanmasına sebep oluyor. O yüzden aradaki neden-sonuç ilişkisine bakmamız gerekiyor. Yani ne oldu da yıllardır kriminalize edilen muhalefet aktörleri, bir noktada saldırıya uğradı? Mesela Kemal Kılıçdaroğlu’nun saldırıya uğraması yerel seçimden önce olmuştu. Meral Akşener’in saldırıya uğraması Netanyahu açıklamasından ve partinin oylarının nispeten biraz yükselmesinden sonra oldu. Bu HDP saldırısı da birtakım şeylerin arifesinde veya sonrasında oldu. Dolayısıyla münferit bir saldırı olduğu kanaatinde değilim ben açıkçası. Hükümet içi birçok klik var; burada zaten tartışıyoruz, haftalardır tartışıyoruz. Bu milli güvenlik söyleminin yeniden popüler olması ve bu söylem üzerinden iktidarı kurma eğilimi, bu saldırıdan sonra tekrar ortaya çıkmayı umdu bana sorarsanız. Saldırı daha büyük bir sonuç verebilirdi. Yani daha fazla insanın can kaybıyla sonuçlanabilirdi. Dolaysıyla bu şimdi düşünüldüğü zaman, Türkiye’deki genel siyasî tartışmaları önemli ölçüde etkileyecektir. Çünkü Türkiye normalleştiği zaman Ruşen Abi, yani kötü yönetildiği, ama istikrarlı bir şekilde kötü yönetildiği zaman hükümet kaybediyor. Yani pratik hayat sorunları konuşuluyor. Hatırlayalım: 7 Haziran 2015 seçiminden önce araştırma sonuçlarına göre halkın öncelikli sorunu ekonomiyle alâkalı sorunlardı — işsizlik, enflasyon, hayat pahalılığı gibi sorunlar halkın öncelikli sorunları arasında yer alıyordu. 1 Kasım’dan önce yapılan araştırmalarda, halkın öncelikli sorunu terör ve güvenlik hâline geldi. O yüzden bir teyakkuz hâli yaratmadan, bir önlem alma hâli yaratmadan, dolayısıyla kişilere aşırı güç vermeden yaşayamayan bir iktidar mekanizmasından bahsediyoruz. Hayat normal akışı içerisinde devam ettiği zaman hayata içkin gündemler kendisini dayatıyor. İşte, insanların yaşadığı pratik sorunlar kendini dayatıyor. Ancak o normal bozulduğu andan itibaren, işte, kişilerin inisiyatifiyle işleyen bizim sistem; onların vatanseverliklerini vurgulayarak, onların kimin vatansever olduğuna, kimin meşru, kimin makbul olduğuna karar vererek ilerledikleri sistem, bir şekilde gündeme geliyor. Bu sistemden beslenen insanlar da belli aslında. Son altı senedir kimlerin bu sistemin üzerinden bu anlayış üzerinden fayda devşirdikleri belli. O yüzden, kırk kişinin hayatını kaybettiği bir saldırının olduğunu düşünün; ertesi hafta Türkiye çok farklı bir gündeme uyanacaktı, çok farklı şeyler tartışılacaktı, kamusal tartışma çok farklı eksenlere savrulacaktı. Dolayısıyla HDP’nin kriminalize edilmesi bir hükümet stratejisidir. Buna ilâveten bir de gündemin bir şekilde HDP ile ve güvenlik konularıyla meşgul edilmesi de aslında bir hükümet stratejisi. Böyle bir murat olabilir. Böyle düşünüyorum.

Ruşen Çakır: Peki, özel olarak Süleyman Soylu…, çünkü seninle bizim Süleyman Soylu muhabbetimizin ilginç bir grafiği var belli ki. Niye hiç mesela ağzını açmadı yani? Söyleyecek bir şey olmadığı için mi yoksa?

Burak Bilgehan Özpek: Şöyle bir şey, bu insanlarda şöyle bir düşünce var: Hesap vermek zorunda olduğu bir hayâlî seçmen ve bir toplum kesimi yaratıyor ve o piyasaya oynuyor. Süleyman Soylu başından bu yana böyle bir seçmen kitlesine oynadı. İnsanî duyarlılıklardan ziyade, daha hamasî milliyetçi söylemlere yatkın olan, hızlı radikalleşebilecek, devlet kurumsallığını çok fazla önemsemeyen, kanun yerine kişilerin kararlarını önemseyen bir seçmen kitlesi kuruyor kafasında ve bu seçmen kitlesine göre siyaset yapıyor. Bu, Süleyman Soylu’nun siyaset yapma anlayışı. Hani böyle bir insan muhtemelen var; somut olarak böyle bir insan topluluğu da var. Ama onun kafasında siyaset yapma alanı, “audience” dediğimiz, hani izleyicileri bunlar. Şimdi dolayısıyla bu tip durumlarda inisiyatif almak onun, kararlı, önlemi zamanında alan, kişisel inisiyatifle müdahale eden kişiliğinin dışına çıkması anlamına geliyor. Aslında İçişleri Bakanı’nın, bir devlet adamı olarak kendi zâfiyetini kabul edip, bu konunun peşine kararlılıkla düşüleceğini söylemesi gerekiyor. Normal şartlarda modern bir devlette, İçişleri Bakanı’nın bu konuda aşırı hassasiyet göstermesi gerekiyor; çünkü bu bir terör saldırısı. Yani uluslararası literatüre baktığınız zaman, bir sivilin silahlı başka bir sivil tarafından öldürülmesi ve bunun siyasî amaçlarla yapılması bir terör saldırısı. Dolayısıyla burada ülkenin nizamına yönelik bir problem doğuyor. İçişleri Bakanı’ndan beklenense, bu nizamı tesis etmesi. Ancak Süleyman Soylu’nun İçişleri Bakanı kimliğiyle siyasetçi kimliği arasında, aslında bu tip kriz anlarında ne kadar büyük boşluk olduğunu biz görebiliyoruz Süleyman Soylu bu tip durumlarda siyasî kimliğini tercih ediyor. Bu son durumda da bunu tercih etti. Çünkü bana sorarsanız bunun sebebi, kendisinin AK Parti içerisinde yaşadığı streslerden kaynaklıyor. AK Parti içerisindeki geleceğinden emin olabilseydi, belki bir devlet adamı ciddiyetiyle yaklaşabilirdi. Ancak o da kendisine müstakil bir kariyer çizme niyetinde olduğu için, bence bu tip durumlarda çok fazla o kafasındaki seçmenin hilâfına bir şeyler söylemek istemiyor.

Ruşen Çakır: Evet Ayşe, seni sona bıraktık. Sen muhalefetle ilgili bir şeyler söyleyeceksindir, biliyorum; ama sana da tekrar, Burak’a söylediğim olayı biraz da siyasî yaklaşımın dışında, psikolojik –nasıl diyeceğimi tam bilmiyorum–… bu “yalnız kurt” denen olay burada geçerli olabilir mi? Senin o konuda bir bilgin var mı? Çünkü o konularda dünyada çok söz konusu olan bir hikâye bu; biliyorsun, Batı’da falan. Kendi başına iş yapan insanlar, kendi başına silah kullanan, teröre başvuran insanlar. Burada söz konusu olan neydi? Adamın adı Onur Gencer; kendi tarifine göre: Hem psikolojik sorunları olan, hem de bu şeyi içini rahatlatmak için yaptığını söyleyen biri. Böyle bir ihtimal herhangi bir şekilde söz konusu olabilir mi, onu da sorayım?

Ayşe Çavdar: Önce neden ilk sözü almak istemediğimi söyleyeyim. Bugün böyle üç yayın var; bir bu var, öğlen bir seminer var ve akşam da başka bir yayın daha var. Dolayısıyla biraz kafam dağınık, kafamı toplayabilmek için zaman istedim. Şimdi söylediğin meselede şunu söyleyeyim, “Yalnız kurt mu bu adam?” diye. Öyleyse bile… ben öyle olduğunu düşünmüyorum açıkçası; çünkü zaten galiba etrafta iki kişi daha olduğu, onların o esnada kaçtıklarıyla ilgili birtakım tanıklar var; bir gün içerisinde hemen tutuklanıp mahkemeye sevk edildi vs. falan filan… Böyle de bir vaziyet var. Sonrasında işte, polislerin davranışlarıydı şuydu buydu falan… Şöyle söyleyeyim: Yalnız planlanmış olsa bile –yine “güvenli taraf”ta kalmak için söyleyeceğim–, yalnız başına planlamış olsa bile –ki buna inanmıyorum– pek de kendini yalnız hisseden biri olmadığı anlaşılıyor. Zaten sonraki görüntüler de, onun kendini neden yalnız hissetmediğinin bence kanıtı, delili. Dolayısıyla ben bu kadar da “yalnız kurt” mevzuu olduğunu zannetmiyorum bu işin. İkinci bir şey daha var: Yani Türkiye’nin bir de Suriye bağlantısı var biliyorsunuz. Türkiye’nin Suriye affair’inin, Suriye politikasının pratikte aldığı şeklin Türkiye’ye aslında neye mal olduğunu biz galiba bu tür olaylarda daha çok göreceğiz. Yani oraya Türkiye’den gitmiş pek çok “savaşçı”nın olduğunu, tırnak içine alıyorum çünkü gayri nizamî bir çatışma alanından bahsediyoruz orada. Hangi kapasiteyle gittiler, ne yaptılar orada, kiminle yaptılar, ne gördüler? O gördükleriyle –şey demeyeceğim tabii ki, hani Onur Gencer işte belki de “travma sonrası stres bozukluğu” olan birisi falan demeyeceğim–, ama orada kullandıkları kimi “özgürlükler”in burada Türkiye’de ne anlama geldiğine dâir bir hayli vaka daha görebiliriz ve bu çok korkutucu bir şey. Yani Türkiye’nin oradaki çatışmaya hem söylem hem insan kaynağı anlamında dahil olmasının Türkiye’ye neye mal olacağı daha ortada değil bence ve Onur Gencer bunun örneklerinden biri — yalnızca milliyetçilerden bahsetmiyoruz hani. Bir de cihadcı kapasite ile orada, cihadcı ideoloji ile orada olanlar vardı. IŞİD’e giden aileler vardı, onlar geri döneceklerdi, bilmem neler vs.. Bütün bunların yaratacağı huzursuzluğun; hem mahallelerde, onların yaşam alanlarında, hem de genel olarak elbette bütün Türkiye’de yaşatabileceği huzursuzluğun küçük bir işaretiydi bu — hiç de küçük değildi farkındaysanız.

Ruşen Çakır: Burada bir not düşeyim: Şimdiye kadar genellikle Suriye’ye gidip gelmiş insanlar, genellikle cihadcılar üzerinden, IŞİD ve El-Kaide’vâri yapılar üzerinden görülüyordu. Burada belki de ilk defa net bir şekilde onun dışındaki birtakım insanların gittiği gerçeğini de, orada bir şekilde paramiliter eğitim aldıkları ya da varlık gösterdikleri gerçeği de karşımıza çıktı — ki bunu bilen biliyordu belki; ama ilk defa böyle somut olarak kendisini gösterdi yani: Bozkurt işareti yapan, ama Suriye’de elinde silah olan birisi. Suriye’ye Türkiye’den gidenler daha çok IŞİDçi falan olarak biliniyordu. Olayın başka bir boyutu olduğunu bize acı bir şekilde göstermiş oldu bu. 

Ayşe Çavdar: Ruşen, aslında videolar vs. vardı, ama Türkiye kamuoyunda konuşulmuyordu, böyle kenarda idi. Twitter’a düşen bir hayli video hatırlıyorum böyle. Özellikle oraya uygulanmış operasyonlar esnasında… ama üzerine pek konuşulmadı, belki de oradan gelelim, hani 7 Haziran-1 Kasım arasında yaşananlar dolayısıyla bir türlü göz alışkanlığı edinildiğini hatırlarsınız; orada da o işaretleri, duvarlara yazılmış birtakım yazıları, tehditleri vs. falan görmüştük. Dolayısıyla oradan, hani böyle küçük küçük de değil, çığ gibi gelen bir “şoven terörizmi” diyelim bunun adına, “faşist terörizm” diyelim; böyle bir şey zaten geliyordu. Burada da bir örneğini gördük. O yüzden ben çok kaygı verici olduğunu düşünüyorum herkesin huzuru açısından. Hal böyleyken, hem muhalefetin hem iktidarın…, muhalefetin ilk anda saldırıyı kınadıktan sonra, acı içindeki anne ve babanın söylediklerine bakıp… ki herkesin gözünden kaçtı, videolardan bir tanesinde anne, “Şehitler ölmez vatan bölünmez” de dedi. Bütün manzaraya böyle baktığım zaman, ben o acı acının içinde kendini nasıl ifade edeceğini bilemeyen demeyeceğim, ama her türlü ifade etmeye çalışan, bütün ifadeleri kullanan, kendi acısına ortak bulup dayanışmak için bütün ifadeleri kullanan, aklına gelen bütün ifadeleri kullanan, aslında o yası tanıyabildiği, bilebildiği bütün mercilerle paylaşan birini gördüm. Ağlamaya da direnen aynı zamanda. Çünkü bir şekilde, ağlamanın “yanlış olduğu” bilgisine de sahip öyle bir kayıp karşısında. Şöyle bir tarafına da dikkat çekmek istiyorum: O aslında kendisi çalışıyor galiba HDP binasında; o gün hasta olduğu için kızı gidiyor, Deniz gidiyor ve ölüyor. Bir bakıma onun yerine ölüyor. Şimdi böyle bir annenin ve babanın söylediklerinden yola çıkarak, “Bizi zehirlediniz; bizim birlik beraberliğimizi zehirlediniz, bu zehirli dille yapabileceğimiz hiçbir şey yok” vs. falan demek, gene suçu kurbana atmaktan farksız. O yüzden de anlaşılır tarafı yok. Hemen ilk akla gelen soru sorulmalı burada: “Bu kadının böyle hissetmemesi için ne yaptın? Ne yaptın da bunun zehirli bir dil olduğunu düşünüyorsun, söylüyorsun? Bu cesareti kendinde buluyorsun, bu hakkı kendinde buluyorsun” diye, bunu söyleyen herkese söylemek lâzım. Ne yaptın? Gerçekten bunun böyle olmaması için ne yaptın? Şimdi bu saldırının sebepleriyle ilgili azıcık düşünmek lâzım. Bu sefer yani az önceki o hikâyenin duygusal tarafına bakmak lâzım — ki hiç önemsiz bir tarafı değil; o duygusal taraf üzerine kuruluyor bütün bir siyaset. Oraya bakmak mutlaka gerekiyor ve orayla birleşmek lâzım. Burada da gayet aklî bir hikâyeden bahsedeceğim. Bu da niye bu 7 Haziran-1 Kasım arasında olanların korkusunu yaymak istiyor iktidar tarafı? Bu arada ben ilk anda paniklediklerini de düşünüyorum açıkçası; saldırı karşısında Deniz Poyraz’ın toplum tarafından sahiplenilmesi, neredeyse her kesimden sahiplenilmesi bence iktidar ortaklarını hiç de memnun etmedi ve en az bir gün iki gün kadar ne yapacaklarını bilemediler. Bahçeli’nin konuyla ilgili iki açıklamasının içinde nasıl çelişkiler olduğuna bakın: Önce “Bizim üzerimize atmaya çalışıyorlar” falan filan gibi bir şeyler söyledi; sonra klâsik şeye dönüştü, “Deniz Poyraz bir teröristtir” deme hikâyesine dönüştü ve neredeyse bu saldırıyı onayladı. Ama ilk anda başka bir şeydi; bizim üzerimize atılıyordu da bu yanlıştır îmâsı da bulunabilirdi, olmadığını kendisi söylemiş oldu. Niye böyle bir ortam yaratmaya çalışıyor diye adlî tarafına bakalım bu sefer; sanki diğerinden bağımsızmış gibi davranalım — ama değil. Kapatma davası ile birlikte düşünmemiz lâzım bunu; ama yanına bu saldırıyı, yanına bir de seçim sisteminde iktidar koalisyonunun yapmak istediği değişiklikleri de eklememiz lâzım. Çünkü seçim sisteminde değişiklik yapılacak. İşte, ittifak içi ve ittifak dışı şeyler, iki baraj belirlenecek. İttifak içi baraj galiba %3 civarında olsun gibi söylentiler var, %10 barajı da %7 mi olsun 6 mı olsun diye –aslında galiba MHP hangi seviyedeyse oraya çekilecek türde– bir tasarı olduğu anlaşılıyor. Bunun bir amacı var, çok belli. Hani karşı tarafı, Millet İttifakı tarafını zayıflatmak, eğer mümkünse orada ittifakı gereksiz kılmak. Bir böyle bir tarafı var; ama asıl bence, ittifaklar ne olursa olsun, ne şekilde olursa olsun, HDP’nin içinde olmadığı her iki ittifak, birazdan konuşacağımız, HDP ve muhalefet hikâyesinde birbirine çok benzer iki profil oluşturacak. Yani HDP’yi sistemden çıkardığınızda ve HDP ile muhalefetin arasına bu sahip çıkma-çıkmama, yan yana olma-olmama barajını koyduğunuz zaman, esasında birbirine neredeyse denk iki şey oluşacak, kutup oluşacak orada — HDP sistemden HDP seçmeninin çoğunluğuyla beraber çıkarıldığında. Şimdi öyle bir zamanda, iki mevzu var, hangi konularda fark yaratacaklar bu iki blok? Hangi konularda? Yani sadece AKP’nin yıpranmışlığı, aslında muhalefetin de muhalefette yıpranmışlığı kalacak elimizde. İkincisi bence daha önemli: Güvenli bir ortamda seçim. Seçim güvenliğinin iki belirleyeni var; bence bir tanesi, güvenli bir ortamda seçime gitmek. Yani 1 Kasım’a gider gibi gitmemek seçime; çünkü onun neye mal olduğunu ve nasıl sonuçlandığını hepimiz biliyoruz. İkincisi, seçim güvenliğinin sağlanması konusunda, eğer Kürt oyları belirleyici olacaksa, Kürt illerinde seçim güvenliği nasıl sağlanacak? Kim sağlayabilecek onu? Çünkü kim sağlarsa, kim sandık güvenliğini sağlarsa, belli ki ondan yana bir şey olacak. Şimdi hal böyleyken, muhalefetin HDP ile arasında koyduğu hem söylemsel hem bu yan yana durmama, görünmeme, kamu önüne yan yana çıkmama hikâyesi bence… hani diyorlar ya?” Muhalefete yapıldı bu saldırı” falan diye. Muhalefete yapılan her saldırının, “eğer öyleyse”, bunu da tırnak içinde kullanıyorum, öyle değil çünkü: HDP’ye yapıldı saldırı, Deniz Poyraz’a yapıldı ve o öldü. Eğer öyleyse bile, madem muhalefete yapıldı bu saldırı, muhalefetin neresinin yumuşak karın olduğu ve o yumuşak karınla bir türlü neden mücadele edemediği konusunu bir daha konuşmak ve başka bir yerden konuşmak lâzım bunu. Bir sonraki turda oradaki önermemi söyleyeceğim. Çok teşekkür ederim.

Ruşen Çakır: Şimdi, kapatma davası meselesine gelelim. Burak, seninle başlamak istiyorum. Şimdi Anayasa Mahkemesi iddianameyi kabul etti. Bunda şaşıracak bir şey yok; ama bundan sonra ne olacağını bekliyoruz. Klâsik, çok basit bir soru aslında, ama yine de sormakla mükellefiz. Olayın hukukî yönüne mi bakacağız, siyasî yönüne mi bakacağız? Ve sen bundan sonra nasıl bir şey öngörüyorsun? Yani bu HDP kapatma davasının nasıl bir serüveni olabilir?

Burak Bilgehan Özpek: Evet, bu HDP kapatma meselesi tabii ki siyasî; çünkü biz bu HDP’nin kapatılması gerektiğine dâir beyânatı, Devlet Bahçeli’nin ağzından, Beraat Bey’in görevden alınmasından sonra duyduk. Bu tesadüf değil; çünkü ittifakın çatırdamasına dâir söylentilerin çıktığı tarihtir aynı zamanda bu. Ve bir anlamda aslında HDP’nin Anayasa Mahkemesi’ndeki kapatılma davası sürecinin işletilmesi, Devlet Bahçeli’nin dayatmasıyla, yani onun bir şekilde baskısı ile mümkün olabiliyor. Çünkü Adalet ve Kalkınma Partisi elitinden biz HDP’nin kapatılmasına dâir hiçbir şey duymadık; hatta HDP’nin kapatılmasına karşı kelimeler duyduk. Numan Kurtulmuş buna karşı olduklarını söyledi — Adalet ve Kalkınma Partisi Başkanvekili idi o zaman. Hatırlarsanız Dr. Devlet Bahçeli de tweet’ler yazarak Adalet ve Kalkınma Partisi Başkanvekili’ni neredeyse azarladı bu tweet’lerle. Şimdi orada pozisyonu doğru görmek lâzım; yani AK Parti’nin asılında her şeye rağmen bence bir Kürt politikası var ve bu Kürt politikası HDP’yi kriminalize etmek, fakat açık tutmak üzerine bir noktada konumlanıyor. Ancak Milliyetçi Hareket Partisi için HDP’nin Anayasa Mahkemesi kapatma davası vesilesiyle gönderilmesi bambaşka bir şeyi sembolize ediyor yani Milliyetçi Hareket Partisi Adalet ve Kalkınma Partisi’ni de bir anlamda test ediyor bu noktada. Ben Cumhur İttifakı’nın parti kurumsallıklarını öldürdüğünü söylemiştim. Evet, ortada şu anda bir Adalet ve Kalkınma Partisi yok, Milliyetçi Hareket Partisi de yok. Daha bir çatı vesâyet mekanizması var ve aslında bu bir anlamda Devlet Bahçeli’nin getirdiği ve onun dayattığı bir gündem ve AK Parti’nin bir şekilde Cumhur İttifakı’na olan sadâkatini test etmeyi amaçlıyor olabilir. Bununla birlikte şunu da söylemek gerekiyor: Eğer bu mesele Milliyetçi Hareket Partisi’nin kendi tekil tasarrufu değilse, amaçlanan, Anayasa Mahkemesi’ni HDP’yi kapatması değil kapatmaması olabilir. Yani Anayasa Mahkemesi’yle ilgili MHP’nin anayasa önerisindeki isteği, mâlûm, biliyorsunuz Anayasa Mahkemesi’nin şu andaki konumunu kaldırmak istiyor. Ve HDP ‘yi olabildiğince bütün gücüyle kriminalize ederek Devlet Bahçeli bir şekilde HDP’nin lehine sonuç doğurabilecek herhangi bir kararı çok mâliyetli hâle getirmeye çalışıyor. Yani Devlet Bahçeli’nin sözlerini bir norm olarak kabul edersek — ki geçtiğimiz altı sene boyunca Türkiye’de kanunların yerini Bahçeli’nin güvenlik anlayışının aldığını biliyoruz; hâkimlerin ve Yüksek Mahkeme üyelerinin kanunlar yerine Bahçeli’nin sözlerini tatbik etmesi, hani daha olası bir durum, eğer bunu yapmama durumlarında, yani Türkiye Cumhuriyeti Kanunları’na yöneldikleri durumda çok büyük bir milliyetçi dalga ile yüz yüze gelebileceklerini düşünüyorlar. Ve Devlet Bahçeli’nin zannedersem, eğer önümüzdeki dönemde bir seçim olacaksa ya da eğer bir referandum olacaksa, en büyük tezi Anayasa Mahkemesi’nin terörle iltisaklı gördüğü HDP’yi kapatmayarak aslında suç işlediği şeklinde olacak. Yani bunun üzerine bir söylem kurmayı planlıyor olabilir. O yüzden HDP aslında fiilî olarak tamamıyla paralize edilmiş bir parti. Yani belediyelerine kayyumlar atanmış, siyâseten yok sayılan, herhangi bir ittifaka girmesi televizyonlarda büyük bir tepkiyle karşılaşan, dolayısıyla siyasî pragmatizm sergileyemeyen, belediyelerini yönetemeyen, yok sayılan bir parti. Yani Türkiye Cumhuriyeti’nin, şu anda HDP’nin açık olmasından kaynaklanan herhangi bir sorunu yok. Yani Türkiye Cumhuriyeti’nin HDP’nin kapatılmasıyla çözebileceği bir sorun yok. Bunu herkes biliyor. Zaten şu anda paralize olmuş bir parti. O halde HDP’nin Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılmaması, aslında Milliyetçi Hareket Partisi’ne çok önemli bir söylem verebilir. Bunu şunun için söylüyorum: Dikkat edin, Milliyetçi Hareket Partisi’nin bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşının pratik olarak yaşadığı herhangi bir soruna yönelik bir çözüm önerisi yok. Yani Milliyetçi Hareket Partisi’nin ekolojiye yönelik bir sözü yok, ekonomiye dâir bir sözü yok, Afganistan’a dâir bir sözü yok, eğitime dâir bir sözü yok, üniversitedeki verimsizliklere dâir bir sözü yok, hiçbir sözü yok. Milliyetçi Hareket Partisi’nin insanların yaşadığı hayat hakkında, onu daha iyiye götürmek için, toplumu geliştirmek için ya da devlet kapasitesini artırmak için verebileceği herhangi bir sözü yok. Fakat dikkat edin, terör olsun, güvenlik olsun, böyle karmaşık siyasî meseleler olsun, bunlar gündeme geldiği zaman Devlet Bahçeli’nin sevdiği sular başlıyor ve o orada sörf yapmaya başlıyor. Şimdi Türkiye’nin mevcut durumunda yaşadığı ekonomik problemlerin hepsi ortadayken, Devlet Bahçeli’nin sözleri çok karikatürize kalıyor dikkat ederseniz. Başka sorunlarla uğraşırken, Devlet Bahçeli çıkıp beka meselesinden bahsederse, bu çok karikatürize bir durum hâline geliyor. Ama mesela tekrar güvenlik atmosferi içinde yer alırsa, Türkiye’nin gündemi yeniden milli güvenlik gibi konularla meşgul edilirse, Devlet Bahçeli yeniden oynama şansı buluyor. O yüzden Bahçeli’nin arzusu bence Anayasa Mahkemesi’nin HDP’yi kapatması değil HDP’yi kapatmaması. Bu olmalı ki Devlet Bahçeli için bir yeni siyasî hat kurulabilsin.

Ruşen Çakır: Şimdi seni dinlerken, aklıma bir seçim öncesi –hangisiydi unuttum, yakın bir zamanda, ama MHP muhalefet gibiydi– seçim beyannamesini sundukları bir toplantı geldi aklıma. O beyannamelerde ekonomi de vardır, siyaset de vardır. Devlet Bey o ekonomiyle ilgili bölümü okurken bayağı bir canı sıkkın gibiydi, izleyiciler de öyleydi; tam şeydi: Yani “Bir an önce o bölüm bitsin de ne konuşacaksa konuşsun” havası vardı. Kemal, sen bu olayın Cumhurbaşkanı Erdoğan’dan bağımsız seyretmediğini düşünüyorsun; en son konuştuğumuzda bunu söyledin. Şunu da eklemek istiyorum; yani Türkiye zamanında ya da erken bir seçime girecek ve HDP’nin kapatılması-kapatılmaması meselesi de yapılacak olan seçimle doğrudan alâkalı olacak. Yani diyelim ki, varsayalım ki HDP kapandı ve üç ay sonra seçime gidiliyor. Burada tabii ki kapanan partinin hızlı bir şekilde bu seçime intibak etmesi sorunlu olur, şu bu. Böyle birtakım spekülasyonlar da mümkün mü bu dava sürecinde? Ne ddersin?

Kemal Can: Mümkün tabii; ama şu sırayla gitmeyi isterim: Burak’ın söylediği noktadan. Şimdi Burak’ın söylediği gibi, AKP sözcülerinden kapatma davasına ilişkin şimdiye kadar sadece negatif şeyler duyduk; Erdoğan’dan hiçbir şey duymadık. Erdoğan’ın çok eski lâflarına referans var, “O devir bitti” filan diye epeyce sene öncesinde söylediği lâfa göndermeler var. Ama Burak’ın da işaret ettiği gibi, Devlet Bahçeli’nin çok açık ve neredeyse Cumhur İttifakı’nın bütünü için bir talimata dönüştürdüğü talebine ve gerekirse AKP’den sözcülerin aleyhte çıkışlarına ayar vermeye varan tavrına Erdoğan’ın bir cevap vermediğini, asla bu konuda tavır almadığını görüyoruz. Bu önemli bir mesele. Dolayısıyla ben bugün iktidar açısından oluşturulan politikalarda, siyasî gerekler, kafadaki niyetler, aslında hangisinin kendileri için daha hayırlı olduğu gibi meselelerin belirleyici olmadığını düşünüyorum. Hatta AKP’nin de çok önemli olmadığını, sahiden AKP diye bir parti sahiden bir belirleyicilik sağlayabilse orada Kürt meselesiyle ilgili de başka konularla ilgili de bir siyasî tazyik oluşturabilir; ama o devreden çıktığı için şu anda Erdoğan’ın bu denklemde nasıl tavır aldığı ve bu denklemin neresinde kendisine daha güvenli bir alan gördüğüyle ilgili bir şey düşünüyoruz. Erdoğan’ın kafasında olanların da önemi yok. Aslında neyi istediğinin de önemi yok. Çünkü, evet, baktığımızda kapatılma davası ve HDP’nin kapatılması galiba Özer Sencar’ın bir röportajında var, “AKP daha da ciddi oy kaybeder” diye bir tespitte bulunuyor — ki mümkün, çok mümkün. Ama denklemde bunun bir önemi yok. Yani asıl sorun şu: 2015’le bugünün benzetilmesinin temel noktalarından biri, ikisinin de siyasî aritmetiği değiştirme hamlesi olması. 2015’te ne olmuştu? 2015’te AKP azınlığa düştü. Yani tıpkı bugünkü gibi. İktidarın sayısal olarak azınlığa düştüğü bir tablo olmuştu. Ve bu siyasî aritmetiği değiştiren temel anahtar iki şeye dayanıyordu: birincisi, MHP ile ortaklı — MHP meşhur %40-%60 denklemi çerçevesinde taraf değiştirdi, ki aslında o anda olmadı, ama bu o anda gerçekleşti. İkincisi ise HDP anahtarını kullanarak muhalefet toplamının aritmetiğini bozma girişimiydi. Bunun için Ceylanpınar hâdisesi kullanıldı, Hendek vesile edildi. Sonuçta o denklem mevcut siyaset aritmetiği bozma üzerine kuruldu. Bugün de aynı şeyle karşı karşıyayız. Bugün de ortada olan ne? İktidar ve muhalefetin, ayrı bloklar olarak düşünüldüğünde sayısal olarak dengesi değişmiş durumda. İktidar azınlıkta; dolayısıyla yine aynı sorunla karşı karşıya iktidar. Ve bunu çözmek için elinde olan enstrüman yine aynı enstrüman. Erdoğan için söylüyorum bunu: MHP’ye yaslanmak, onunla birlikte ve onun çizgisinde hareket etmek; ikincisi ise HDP anahtarını kullanarak muhalefet blokunun aritmetiğini bozmak. Yani denklemdeki bu şeyi görmeden, aslında niyetleri ya da bunun yaratabileceği sonuçları öngörmek zor. Şu mümkün tabii: Hani aynı şey bir daha olur mu, bunu herkes bir daha yer mi? Ama açıkçası, biraz önce saldırı vesilesiyle konuştuğumuz çerçevede, iktidar aynı oyunu kurarken muhalefetin de başka bir oyun kurma ataklığını görmediğimizi de işaret etmememiz lâzım. Yani “Olur mu kardeşim? Bir daha bu numara yenir mi?” Galiba en azından açık aktörler bakımından; toplum yer mi bilmiyorum, ama birilerinin benzer davrandığını, Kasım gibi olur korkusuyla tam da Kasım gibi davranmaya niyetli olduklarını görüyoruz. Burada biraz önce yine Burak’ın söylediği gibi, “Bahçeli ekonomi için, dış politika için, bu memleketin daha iyi olması için bir şey demiyor” meselesi doğru. MHP’nin bu anlamda politikaya yatkın olmadığı, hatta anti-politik bir alanda bulunduğu bugünün sorunu değil, hep var olan bir şey. Ama problem şu: Bugün paylaşılan bir nokta, Erdoğan’ın da bu konuda söyleyeceği bir şey yok. Dolayısıyla aslında sahici bir çelişki de yok. Erdoğan’ın bu konularda söyleyebileceği bir şey olmadığı için Bahçeli’nin söylediklerinin iktidar politikası olmasından başka elinde bir malzemesi yok. Denklem böyle işliyor. Dolayısıyla ben bir de Ayşe’nin söylediğine referansla senin soruna da geleyim. Bu nasıl bir sonuç yaratabilir? Bu aritmetiği gerçekten bozabilir mi? Aritmetiği bozması açısından, muhalefeti çatlatma bir denklem, ama Ayşe’nin işaret ettiği seçim güvenliği meselesi ve seçim yasası ile ilgili değişikliklerin de hiç küçümsenmemesi gerektiğini düşünüyorum. Çünkü birincisi, baraj düşürerek HDP’nin Meclis’e sokulması motivasyonunu HDP seçmeninde kırmak, ikincisi HDP’yi yalnızlaştırarak HDP’nin bölgedeki sandık güvenliğinde yalnız bırakılması ve dolayısıyla burada tıpkı kayyum hamlelerinde filan olduğu gibi tamamen iktidarın kontrolündeki bir güvenlik alanında hiç de güvenilir olmayan seçim sonuçlarına gidilmesi, bir de muhalefet blokunu çatlatarak muhalefet motivasyonunu düşürmek. Çünkü şu kolay söylenir ya? HDP seçmeni nereye gidecek? Kapatılsa da nereye gidilecek? Yalnız başına seçime girse de ikinci turda ne yapacak? Tabii ki muhalefete verecek. Tamam, gidip iktidar blokuna geçmesi beklenmeyebilir; ama bu heyecanı ve motivasyonu taşıyacağını nereden biliyoruz? Çünkü temel motivasyon –bunu Amerikan seçimlerinde de gördük–, muhalefetin birlikte durması değil, muhalefetin birlikte durmasıyla birlikte iktidardan daha yüksek bir motivasyon üretebilmesi. Dolayısıyla bu aritmetiği bozan en önemli dinamiklerden biri de bu atlama. Bugün büyük ölçüde kurulan mesele, yine HDP anahtarını kullanarak aritmetiği bozmak, hem seçim güvenliği anlamında bozmak, hem seçmen motivasyonu anlamında bozmak, hem de muhalefetin birlikte durma yeteneği açısından bozmak. Ama bu kurguyu bozabilecek karşı hamleyi görmüyoruz. Asıl problem bu. Yani aynı şeyi yapıyorlar, aynı şeyi yapıyorlar deyip duralar da, aynı şeyi yapıyorlar. Problem burada kilitleniyor. Dediğin sorun çok daha büyük ölçüde var. Seçim güvenliğinden başlayarak o aritmetiği bozan fizikî birtakım sonuçları da olması muhtemel bu sürecin.

Ruşen Çakır: O zaman Ayşe Çavdar’dan bütün bu meseleleri toparlamasını istiyoruz. Ne diyorsun Ayşe, sen ne diyorsun? Gerçekten bu süreçte HDP’nin kapatılması kararı siyaseten kesin gibi mi gözüküyor sana? Yoksa hâlâ, HDP’yi yargılamanın sonucunda kapatma kararının çıkmaması ihtimali var mı?

Ayşe Çavdar: Valla geçen programda da söylemiştim, HDP’nin kapatılıp kapatılmayacağı muhalefete bağlı, özellikle de Meral Akşener’e bağlı. Eğer Meral Akşener HDP ile arasına, HDP ile Millet İttifakı’nın, muhalefetin arasına mesafe koymaya devam ederse, şu olacak: AKP nihayet “anlayacak ki” nasılsa HDP seçmeni Millet İttifakı’na da kızgın, boykot edebilecek kadar kızgın, o zaman HDP’nin kapatılmasında bir mahzur görmeyecek. Aksi halde HDP’nin kapatılması herkesten çok AKP’ye zarar verebilecek bir durumda. Dolayısıyla buradaki, öyle tek taraflı kurulmuş bir aritmetik değil; neredeyse karşılıklı bir diyalog içinde, özellikle muhalefetin içerisinde de İYİ Parti ile AKP ve MHP arasında kurulmuş bir diyalog. Kavgacı bir diyalog, kavga edilen bir diyalog, ama her iki tarafın birbirine karşı pozisyonları: HDP’nin kapatılması, Kürtler’in siyasetin dışına çıkarılması. Sadece HDP’nin kapatılması değil, Kürtler’in siyasetin dışına çıkarılması konusunda da bir tür aynı noktada birleştiriliyor. Bunun bertaraf edilmesi lâzım bu; illâ aynı ittifakın içerisinde olsunlar falan denmek zorunda değil. Bu müzakerenin seviyelerini bulmak, bu müzakerede kendisine yeni pozisyonlar bulmak, yaratmak zaten siyasetin kendisi. Eğer bu yapılmayacaksa siyaset yapılmıyor demektir zaten. Orada, sabahleyin aldığım bazı notlara bir şeyler ekledim; onlardan bir şey söyleyeceğim. Biraz aklıselimle düşünmek ve “HDP ile yan yana durmak muhalefet için neden bu kadar önemli?” sorusuna, hani biraz sakin bir yerden –ben hep heyecanlı olmakla eleştiriliyorum–, sakin bir yerden cevap verelim; hakikaten neymiş hikâye diye. Ve soruyu şey diye soralım: “HDP ile yan yana gelmem” dediğinde, toplumun bütününe İYİ Parti –ya da hangi parti ise o– ne demiş oluyor? Şunu söylüyor diyor ki, “Ben iktidarda olduğum zaman devletin bazı politikalarını olduğu gibi devam ettireceğim”. Bu politikalar ne ile ilgili politikalar? Şimdi adını yanlış koyduğumuz bir sorun: Kürtler’le yan yana gelmeme, ya da “Gelmem” de demiyor, “Kürtler’in onlarca yıllık bir mücadele sonucunda ürettikleri bir siyasî parti ile bir siyasî müzakere ortamı ile, bir siyasî ortam ile diyalog kurmam” diyor. Bu tam devletin söyleyeceği lâf. Yani Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin her dönemde söyleyeceği türden bir lâf. Bunu söylediği zaman aslında ne söylüyor? Adını yanlış koyduğumuz bir sorun var bence. Kürt sorunu bence son derece yanlış, son derece haksız bir sorun. O sorunun gerçek adı: Eşit yurttaşlık sorunu. “Ben eşitlikler söz konusu olduğunda şu şu devletin bugüne kadar devam ettirdiği şu hassasiyetlerin yanında duracağım” demek. Yalnız, o talepler eskisi gibi değiller. Yani o talepler küresel siyasetle –küresel siyasetten kastım, komplo teorilerinden bahsetmiyorum; bütün dünyadaki aktarımda siyaseti değiştiren, dönüştüren akslarda– ciddi etkileşimlere girdiler, ciddi ittifaklar kurdular, birbirileriyle dayanıştılar ettiler ve sonunda, hani her konuda değilse bile bazı konularda, bazı eylemliliklerde, bazı akslarda yan yana söyleyebilecekleri sözler ürettiler. “O sözleri de dışlıyorum” demiş oluyor dolayısıyla. Yani “Ben eşitlik problemini dışlıyorum” diyor bir… bir gafından bahsedeceğim Akşener’in: Şimdi Akşener’e bu kadar yoğunlaşmak  istemiyorum, ama kaç haftadır hakikaten kafamın içerisinde durup dönüyor o gaf. Önce dedim ki hani belki sadece bir dil sürçmesidir. Kürsü konuşmasında, grup toplantısında, hatta Yüksekova’dan birisi vardı, bir çiftçi vardı galiba, pardon, mevsimlik tarım işçisi vardı, çıktı ve dedi ki: “Ya, düşünebiliyor musunuz? Yüksekova’daki yoksullukla Konya’daki yoksulluk aynı”. Yani aynı olmaması gerekiyor; hangisinin daha yoksul olması gerektiği konusunda da o kürsü bir îmâda bulunuyor. Kaldı kafamda bu hikâye; sonra, haftalar sonra, bu defa galiba Fox TV’ye verdiği bir röportajda aynı kalıbı devam ettirdi. Yani Türkiye’nin ne kadar kötü durumda olduğunu söylemenin cümlesi, “Yoksullukta eşitlendile”r demekti. Şimdi bu işte, bu hani “eşit yurttaş sorunu” dediğim şey bu cümlenin içerdiği örüntüde. O örüntü de çok eski bir örüntü; yani yüzlerce yıllık bir geçmişi var. Bu örüntü, sorgulanabilir kılmakla ilgili. Şimdi, “HDP ile yan yana gelmem, aynı cümle içinde bile bulunmak istemem; bırakın yan yana gelmeyi, zaten HDP de bayılmıyor yan yana gelmeye bu koşullar altında, ama aynı cümle içerisinde bile geçirilmek istemem.” Hassasiyet, eşitlik konusundaki bu örüntünün kalıbının nasıl direngen olduğunu ve aslında şu anda hayatı bize zehir eden aritmetiğin, matematiğin, geometrinin, her neyse onun devam etme eğiliminde olduğunu söylüyor. Bunu devam ettireceğini söylüyor. Neyi değiştirecek peki? Bu sefer Millet İttifakı’nın toplamına bakayım: Neyi değiştirecek? İşte, “Biz gelince liyâkat gelecek”. Şimdi eşitlik mevzuuyla, eşit yurttaşlık nosyonuyla, yurttaşlığın bizleri eşitleyen bir şey olduğuyla bunu işte çevrede de, LGBTİ’de de, kadınlar söz konusu olduğunda orada da hepsine yayabiliriz. Çünkü Kürt sorunu Kürtler’le ilgili, Kürtler’in yarattığı bir sorun değil; Cumhuriyet’in yurttaşlarını eşitleyememe beceriksizliğinin, bir türlü eşitleyememesinin yarattığı bir problem. Orada bunu dillendirmesinin bir sebebi var; o da en çok orada bu hikâyenin yaşanması ve en kalabalık segmentinde kendini Kürt kimliği üzerinden tarif etmiş ve onun üzerinden devletle cebelleşmiş olması, taleplerini onun üzerinden kurmuş olması. Biz aslında burada eşit yurttaşlık probleminden bahsediyoruz. Şimdi eşit yurttaşlık meselesine bu kadar mesafeli olduğunuzda, şey de kurtarmıyor yani, işte, parti şubelerinde cinsiyet eşitliği dersleri vermek vs. kurtarmıyor. Çünkü eşitlik her alanda eşitlik. Eşitlik, “Biz bu alanda eşit olalım, şu alanda olmasak da olur” denecek bir eşitlik değil. Çünkü eşitlik çok sert bir matematik, çok sert bir denklem. Dolayısıyla her alanda bunu öngörebilmeniz ve takip edebilmeniz gerekiyor. Şimdi eşitlik diyemiyorsunuz, çok geniş bir alanda çok geniş bir yurttaşlar kesimi arasında eşitlik diyemiyorsunuz; ama sürekli “liyâkat” diyorsunuz. Ne olarak duyuluyor biliyor musunuz böyle bir durumda liyâkat konusu? Tabii ki herkes, özellikle kamu kurumları alanında, kendi konusunda işinde en iyi en dürüst olanlarla çalışmalı, çünkü müşterek işlerimiz, en iyilerimiz orada olmalı, en iyilerimiz orada çalışmalı, eyvallah. Ama şimdi eşitlik sorununu çözmediğimiz zaman, liyâkat, mevcut ayrıcalıkların yeniden bu sefer başkaları arasında bölüştürüleceği yeni bir imtiyaz düzeni, kod adı gibi duruyor. Ve ikna edicilikten uzak oluyor o yüzden. Üstelik bu ikirciklik… yani bir nosyondan bahsettim, sadece bundan ibaret değil; hani dindarlık üzerinden gitseydim başka bir şey söylerdim. Dindarlık ile o dinî mesajlar vermekle laiklik konusu arasındaki o dengeyi gözetemem durumu. O da başka bir ikirciklik durumu. Bu ikirciklik sizin sunmaya çalıştığınız hikâyenin üzerindeki en büyük gölge. Bunu gidermenin yolu şeffaf bir şekilde kaygınızı derdinizi tartışmaya açmak. Bir şey daha söyleyeceğim: Bugün, muhalefetteki siyasî partilerin her birinin teşkilatları ile ilgili çeşitli sorunları var — çünkü CHP hariç hepsi yeni ve yeni yeni oluşturuyorlar. Teşkilatlarıyla aralarında bir tanışıklık sorunu bile var bence. İşte, DEVA’nın İstanbul İl Başkanlığı’nda başına gelip idare etmeye çalıştığı kriz mesela böyle bir şeyin göstergesi. Şimdi teşkilatlarınızla ilişkinizde sunabileceğiniz yeniliğe ne kadar ikna ettiğinizle ilgili. Yani bu konularda bu yeni dediklerim aslında eski sorunlara yeni çözümler üretemediğiniz için esasında teşkilatlarınızın lideri de olamıyorsunuz. Çünkü liderlik ne demek? İkna etmek demek; hem seçmeninizi, ama ondan önce teşkilatlarınızı ikna edeceksiniz. Eğer onları ikna edemiyorsanız yeni bir şey yapmaya, kimi neye ikna edeceksiniz ve insanlar sizden ne isteyecekler? Son bir şey söyleyeceğim –uzattım, çok özür dilerim– ama ancak bütün bu karamsar havayı bozmakla, bir 7 Haziran-1Kasım arasındaki mevzuyu yaşamaktan kurtulunabilir hep beraber. O da umutla olacak şey; yani oyunu umut bozacak. Umut da öyle hani “her şey güzel olacak, biz gelince her şey düzelecek, bunlar zaten gidiyorlar, sonra after party yapacağız” falanla olacak iş değil. Umut diyalogda, umut klişeleşmiş, kalıplaşmış, herkesin o kalıplarıyla herkesin canını yakmakta olan sorunlara yeni çözümü birlikte aramakta — sunmak da demiyorum, birlikte aramakta. “Ben HDP ile yan yana gelmem” dediği her ortamda, buna kısıtlar koyduğu her ortamda, her kim yapıyorsa bunu, umudun önüne kendisini engel olarak koyuyor. Belki bir kısım seçmen için güvenilir oluyor. Bu onu sağlamcı tutuyor falan, Türkiye gerçeklerini bilen ve ayakları yere basan birisi gibi gösteriyor, ama sonuçta geleceğe dâir hiçbir şey söylememiş oluyor. Aslında bizim geleceği artık görebilmeye başlamamız lâzım. Bunun için de umudun yarattığı açıklığa ihtiyacımız var. Kemal’in az önce söylediği, hani o oyunu bozacak bir şey koy yani. Tamam iktidar bunu yapmaya çalışıyor; ama iktidarın yapmaya çalıştığı şeyi bozacak bir şey yapmıyor muhalefet — dediği hikâye de bu. Yeni bir şey yapmıyor. Yani neredeyse şöyle söyleyeyim: Köşesinde bir şey gibi paralize olmuş vaziyette bekliyor; “Düşsün, düşmezse yandık!” bekleyişi bu. “Eyvah!” yani. Teşekkür ederim.

Ruşen Çakır: After party dediğin, o bu haftanın konusu da olabilirdi. Umarım çok büyümeden Cumhurbaşkanı Erdoğan yaptığı şeyin ne kadar vahim olduğunu fark eder ve toparlamaya çalışırlar. Çünkü arkasından biraz toparlamaya çalıştılar sanki; o klâsik şey var ya? “Aslında öyle demek istememişti” açıklamaları geldi, ama bu…

Ayşe Çavdar: Bu tür durumlarda hep, “Aslında öyle demek istediği”ni anlıyoruz. Yani bir gün sonra anlıyoruz.

Ruşen Çakır: Tabii canım. Yaşam tarzına devlet eliyle müdahale meselesinin “Adını Koyalım” programının bir başlığı olacağı kesin gözüküyor. Bu hafta da olabilirdi, ama HDP çok daha baskındı. Umarım olmaz diyorum ,ama galiba bundan kaçamayacağız. Evet, Ayşe Çavdar, Burak Bilgehan Özpek ve Kemal Can’la “Adını Koyalım”ı burada noktalıyoruz. Bunu gündüz saatlerinde çektik, ancak akşama izleyicilerimize sunacağız. Onun için iyi akşamlar dileyelim. Bütün herkese dört kişi olarak ben… siz de edebilirsiniz teşekkürlerinizi, iyi günler temennilerinizi…

Kemal Can: Bizimkileri kesiyorsun sonra (kahkaha).

Ruşen Çakır: Tamam, kesmeyeceğim tamam. Oldu. Evet, izlediğiniz için teşekkürler, görüşmek üzere.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.