Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Transatlantik: Trump’ın dönüşü, ABD ile Çin arasında soğuk savaş, Türkiye-ABD ilişkilerine Afganistan dopingi

Yayına hazırlayan: Zübeyde Beyaz

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler “Transatlantik”le karşınızdayız. Geçen hafta Ömer Taşpınar yoktu. Bu hafta tam tersi, Gönül Tol yok, Ömer Taşpınar var. Ömer, merhaba.

Ömer Taşpınar: Selamlar Ruşen, merhaba.

Ruşen Çakır: Evet, yayının adı “Transatlantik”, ama transatlantik yapmıyoruz; sen de Türkiye’desin, tatildesiniz. Fakat pek tatil yapamıyorsun anladığım kadarıyla; hem bir taraftan okulun da sürüyor online olarak, bir de apar topar seni yayına aldık. Türkiye nasıl? Bıraktığın gibi duruyor mu?

Ömer Taşpınar: Valla, iki yıl oldu gelmeyeli. Ekonomik durum bıraktığımdan daha kötü. Yani iki yıl içine bayağı bir hissedilir oranda hayat pahalılığı, işsizlik, COVID sonrası sorunlar… Bir de etrafa bakınca, turizmden beklenti var biraz. İki yıl öncesine oranla daha olumsuz, daha mutsuz bir Türkiye gördüm.

Ruşen Çakır: Eyvallah, Allah sonumuzu hayır etsin diyelim; biraz dünyayı konuşalım da Türkiye’den uzak duralım. Ömer, şimdi geçen hafta sen yokken Gönül’le Biden-Erdoğan görüşmesini konuştuk; ona da değineceğiz, ama şimdi en çok gündemde olan madde: Trump’ın tekrar sahalara ya da podyumlara dönmesi. Şimdi oradaki mitingler tam bizdeki mitingler gibi olmuyor; ama sonuç olarak Oklahoma’da çıkmış ortaya, değil mi? “Ben buradayım, bir yere gitmedim” demiş. Bunu daha önce konuşup duruyorduk; Trump bir sonraki seçime ciddi ciddi girecek galiba, değil mi? Girmek istediği kesin de…

Ömer Taşpınar: Öyle gözüküyor ve daha önemlisi, Trump’ın Amerikan toplumunda, Cumhuriyetçi Parti içinde, Amerikan sağında bir karşılığı var artık. Yani bu tür, siyasetin popülist, milliyetçi, globalizasyona karşı çıkan; Amerika’nın daha milliyetçi olmasını, dünyadan daha kopuk olmasını, Batı ile ve Çin’le ilişkilerinde –ki Çin’i de konuşacağız– daha öfkeli ve Amerika’nın bir bakıma daha milliyetçi olmasını isteyen popülist söylemi destekleyen bir toplumsal kesim var. Unutmayalım ki, Trump seçimleri kaybetti, ama %50’ye yakın oy alarak kaybetti. Yani bayağı ciddi bir oy topladı. Rekor düzeyde, zannediyorum 72 milyon seçmen rekor bir katılımla Trump’a oy verdi. Dolayısıyla Amerika’da yapılan analizler genelde şu yönde; Trump veya Trump’ın temsil ettiği popülist, milliyetçi, göçmenlere karşı olan, genelde kutuplaştırma üzerinden kazanan zihniyeti ve siyaseti temsil eden birkaç siyasetçi var; bunların başında eski Dışişleri Bakanı Pompeo geliyor. Bu tür isimler veya ABD’nin Birleşmiş Milletler’deki eski büyükelçisi Nikki Haley var. Bu isimler Cumhuriyetçi Parti içinde prim yapan isimler. Ama Trump çok rahat çıkıp, eğer başı hukukla belâda değilse, eğer önümüzdeki dört yıl içinde hapse girmemişse –ki öyle bir ihtimal de var finansal bazı meseleler nedeniyle; hem başkanlık döneminde hem başkanlık öncesinden kalan bazı nedenlerle hukukla başı belâda–, eğer bir şekilde Trump hâlâ seçimlere girebilecek durumdaysa, bana göre üç yıl sonra –hemen hazırlanması gerek, biliyorsun ön seçimler oluyor– sahalara inip şunu söyleyecek: “Orijinali varken niye taklitlerine oy vereceksiniz? Yani ben orijinaliyim bu işin, Trump markası benim, Amerika’yı daha büyük yapacağım, Amerika’yı daha güçlendireceğim. Bu milliyetçi söylem, Amerika’nın dünyada bir numara olması gerektiği söylemi bana ait, taklitlerimden sakınınız” diyerek, bir şekilde Cumhuriyetçi Parti içindeki kendisine yakın isimleri yanına alabilir –ki Senato’da olsun, Kongre’de olsun hâlâ çok yakın isimler var Trump’a–, bu isimlerin çoğu Trump’la aralarına mesafe koymak istemiyorlar. Bunun en büyük testini bir ay önce, biliyorsun 6 Ocak’ta Kongre’ye büyük bir saldırı olmuştu Amerika’da, Trump destekçileri Kongre’ye girmişti; orada ne olup bittiğini araştırmak için onunla ilgili bir bağımsız komisyon kurmak istediler, Trump’ı destekleyen temsilciler buna “Hayır” dedi; “Burada bağımsız komisyon kuracak bir şey yok, burada halk tepkisini gösterdi bir bakıma” diyerek Trump’tan yana pozisyon aldılar. Bu da gösteriyor ki Trump’ın sadece toplumsal kesimde değil, hâlâ Parlamento içinde, Kongre içinde, Senato içinde ciddi bir destekçisi var. Kısacası 2024’te mutlaka –eğer hapiste değilse– bence aday olacak; Trump’a yakın birkaç kişi de aday olabilir. Asıl mesele, Cumhuriyetçi Parti’nin geleneksel pozisyonunu temsil eden, serbest ticarete yatkın, Amerika’nın globalizasyonla barışık olmasını isteyen, daha geleneksel muhafazakâr dediğimiz Cumhuriyetçi Parti’nin içindeki, mesela bir Jeb Bush –George Bush’un ağabeyi– o tür isimlerin şansı olacak mı? O tür isimler partinin geleneksel tabanı bir bakıma; Amerika’da merkezde olan, müesses nizamın tanıdığı isimler bunlar. Trump’a karşı şansları olacak mı? Bu tartışmaların hepsini biz 2016’da, Trump’ın kazandığı seçimlerde de yapmıştık ve gördük ki Trump kazandı. Bana göre 2016’ya benzer bir döneme doğru gidiyoruz. 

Ruşen Çakır: Tam da soracaktım, sen girdin konuya: Geleneksel Cumhuriyetçi Parti meselesi. Şimdi dışarıdan bakıldığı zaman, ABD’de iki partili bir sistem var; ama iki partinin aslında birleştiği çok ortak nokta var — İngilizce tâbiriyle establishment, müesses nizam denen olay. Ve orada partiler değişiyor, adaylar değişiyor, başkanlar değişiyor, dışişleri bakanları değişiyor; ama üç aşağı beş yukarı aynı üslûplarla yol alıyorlar. Şimdi, Trump bâriz bir şekilde bunun dışına çıkmıştı; Demokrat Parti’den bunun bâriz bir şekilde dışına çıkan bir başkan görmedik son dönemde, öyle değil mi? Ne Clinton ne Obama bunu yapmadı. Biden da yapacak gibi gözükmüyor. 

Ömer Taşpınar: Bernie Sanders kazansaydı yapardı.

Ruşen Çakır: Evet, ama kazanamıyor işte; bir türlü aday olamıyor. Şimdi, Cumhuriyetçi Parti’nin o müesses nizam yanlısı geleneksel –tabanı demeyeceğim de– organları, alışkanlıkları, birikimi, Trump döneminde gerçekten çok savrulup dağıldı mı? Yoksa –herhalde ABD’de en çok konuşulan meselelerden birisi budur–, yoksa tekrar, “Trump bir parantezdi, o parantezi kapatıyoruz ve bildiğiniz Cumhuriyetçi Parti’yle yola devam edeceğiz” anlayışının kazanma imkânı hiç mi yok?

Ömer Taşpınar: Bana göre sarsıldı. Cumhuriyetçi Parti’nin merkezdeki mesajı, piyasa ekonomisinden yana, bir bakıma serbest ticaretten yana, Amerika’nın küreselleşme içinde dünyadaki liderlik rolünden yana rolü ve bir bakıma devletin küçülmesi, vergilerin indirilmesi gibi konularda hâlâ örtüşmeler var Trump’la; fakat temelde şöyle bir sarsılma oldu Amerikan siyasetinde — ki bu özellikle Cumhuriyetçi Parti’yi, ama Demokratları da çok etkiledi: Bu sarsılma 2008’deki finansal krizle oldu. 2008 küresel krizi Amerika’da biliyorsun bu mortgage sistemi nedeniyle emlak sistemindeki bir bakıma aşırı borçlanma nedeniyle başladı o 2008 finansal krizi; sonra bütün bankacılık sistemine yayıldı ve Amerika’nın bankacılık sisteminin çökmemesini ancak Merkez Bankası ve devletin bazı bankaları kamulaştırması sağladı. Yani Amerika’da kapitalizm, özellikle finansal kapitalizm, 2008 Krizi nedeniyle çok ciddi bir yara aldı. Bu ne yarattı? Bu tür durumlarda bir ekonomik durgunluk oluşuyor ve popülizm ortaya çıkıyor. Yani kapitalizme karşı, küreselleşmeye karşı, sisteme karşı, anti-sistemik güçler oluştu. Trump bunu çok güzel yakaladı. Yani o öfkeyi, popülist tepkiyi çok güzel yakaladı. Özellikle Amerika’da küreselleşmenin kaybedenleri olan mavi yakalı işçi sınıfını arkasına aldı. Bu mavi yakalı işçi sınıfı, yani normal fabrika çalışanı veya dar gelirli kesimden insanları arkasına alarak, Amerika’nın bir bakıma Çin’e karşı kaybediyor olduğunu, daha milliyetçi olması gerektiği, daha korumacı olması gerektiğini öne çıkaran, daha milliyetçilik pompalayan bir söylemle, normalde Demokratlara gidecek tabanı, bu mavi yakalı işçileri arkasına alarak, yani bir bakıma Demokratların önemli bir kesiminin kültürel kodlarıyla da uyuşarak, onların hoşuna gidecek ve bir bakıma onların istediği şeyleri söyleyip nabza göre şerbet vererek –mesela siyaseten doğruluk, political correctness gibi konularda onların istediği gibi, ırk meselesinde, mesela Siyahlar konusunda, mesela göçmenler konusunda söylenmeyenleri çok rahat bir şekilde söyleyerek–, bir bakıma dünyadaki popülist akımı temsil eden diğer liderlerin karşılığı oldu — İtalya’daki Berlusconi gibi; ben Berlusconi’ye çok benzetiyorum Trump’ı. Bu şekilde, Cumhuriyetçi Parti bu finansal kriz nedeniyle bir deprem yaşadı ve o finansal krizin arkasından COVID geldi, COVID’le de daha ciddi bir kriz yaşadı Amerika. Ve gelir dağılımı Amerika’da gitgide bozuldu. Baktığında, Amerika’nın en büyük sorunu zenginle fakir arasındaki gelir dağılımı. İnsanların bir bakıma sisteme karşı öfke içinde oluşu, yani “Devletten bir şey gelmiyor” diyerek devlete tepki göstermesi, siyasete tepki göstermesi, siyasetten çok hoşlanmamasını Trump çok iyi yakaladı. Biden bunun çok farkında ve devlete güveni ve sosyal devleti tekrar oturtmayı deniyor. Yani o mavi yakalı işçileri, çalışan kesimi, alt-orta sınıfı, orta direği arkasına almaya çalışıyor. “Devletten, Demokrat Parti’den, sosyal demokrasiden, sosyal devletten ümidinizi kesmeyin” mesajını vermeye çalışıyor. Ne yapıyor? Milyarlarca dolar, trilyonlarca dolarlık altyapı projeleri çıkarmaya çalışıyor, istihdamı güçlendirmeye çalışıyor. Bir şekilde Amerika’nın dış politikasındaki iklim gibi konularda –mesela Paris İklim Anlaşması normalde orta sınıfın hiç umurunda değil, küresel ısınma Amerika’da orta sınıfın hiç umurunda değil– bunu anlatmaya çalışıyor. Neden küresel ısınmanın önemli olduğunu anlatmaya çalışıyor; daha önemlisi, küresel ısınma ve çevrecilik meselesinin Amerika’da çevreci bir ekonomi yaratma, ne bileyim alternatif enerji yaratma konusunda istihdam, “bu Amerikan ekonomisini güçlendirir” mesajı ile hep o orta direği, orta sınıfı güçlendirmeye çalışıyor Biden. Bu niye önemli? Çünkü Biden farkında ki Trump hâlâ güçlü. Yani bu tür bir mesaj seçimlerde iş yapar, tekrar popülizm gelebilir. O popülist dalgayı kırmak için –Cumhuriyetçi Parti’nin kırıldığını görüyor, Cumhuriyetçi Parti’nin bütünüyle Trump’a gittiğini görüyor ve Trump’tan korkuyor–, Trump’tan korktuğu için aslında bu kadar sosyal harcamayı yapıp, bana göre orta sınıfı ve Demokrat Parti’nin eski mavi yakalı işçilerini arkasına almaya çalışıyor. Yani kısacası Amerika’da siyaset, 2008’deki finansal kriz sonrasında koronavirüs, gelir dağılımı bozukluğu, küreselleşmenin kaybedenlerinin artması ve belki de Demokrat Parti’nin biraz fazla kültürel konulara girmesi, yani azınlık meselesini çok ön plana atması, göçmenler meselesini çok ön plana atması Demokrat Parti’yi merkezden sola kaydırdı biraz kültürel konularda. Merkezdeki Cumhuriyetçi Parti de bir bakıma eski mesajını kaybetti; kazanan popülizm oldu. 

Ruşen Çakır: Şimdi, şunu hatırlıyorum: Trump’ın dış politikada en çok diline doladığı ülke Çin’di — bunu “Transatlantik”te de çok konuştuk. Bâriz bir Çin düşmanlığı yaptı hatta. Ama şimdi Biden dönemine bakıyoruz: Dış politikası büyük ölçüde Çin’i çevrelemeye ya da siz o tâbirleri daha iyi biliyorsunuz ama, yani sanki karşısına Çin’i almış — bir ölçüde Rusya, ama bir ölçüde de Çin’i almış. Sanki yeni bir Soğuk Savaş başlıyor şeklinde yorumlar yapılıyor. Burada Trump’tan fark ne? Burada da yine Trump’ı bir dengeleme çabası mı var, yoksa bu bambaşka bir olay mı?

Ömer Taşpınar: Çok güzel bir soru bu Ruşen ve gerçekten de Amerikan dış politikasındaki devamlılığı gösteriyor. Bu devamlılık yapısal bir devamlılık artık. Gerek Demokratlar için olsun gerek Cumhuriyetçiler için olsun, Çin meselesi artık ciddi bir tehdit hâline geldi Amerikan açısından. Ve bunun temel nedeni, Amerika 11 Eylül saldırıları sonrasında 2001’de Ortadoğu’da bir bataklığa saplandı ve Ortadoğu’dan çıkamadı. 20 yıl boyunca aslında Amerika Ortadoğu’dan çıkamamasının bedelini Çin’in güçlenmesiyle ödedi. Bu 20 yıl içinde Amerika Irak’ta, bir de Afganistan’da çok gereksiz bir şekilde savaşlara girmişken, orada inanılmaz zâyiatlar verip inanılmaz hatalar yaptıktan sonra, Ortadoğu’da bir fiyasko yaşadı. Ve Ortadoğu fiyaskosundan, önce Obama sonra Trump şimdi de Biden’ın mesajıyla Ortadoğu’dan çıkıp Asya-Pasifik’e kaymaya çalışıyorlar. Obama’dan beri devam eden bir süreç bu. Obama Irak’tan çıktı, ama Afganistan’dan çıkamadı. Trump çıkmak istedi Afganistan’dan; ama çıkamadı. Biden, “Bu yıl 11 Eylül 2021’de bütün askerleri çıkarıyoruz” dedi. 11 Eylül 2021’de, yani 11 Eylül saldırılarından 20 yıl sonra günü gününe o sembolizmi de kullanarak, “Artık bizim için Ortadoğu’daki bataklık dosyası, o bölüm kapanmıştır; yeni bir dış politikaya başlıyoruz” mesajını vermek istiyor. O dış politikada “Amerika’ya asıl ekonomik, askerî, kültürel tehdit Asya-Pasifik’ten, Çin’den geliyor” mesajı. Bu zaten Amerika’da toplumsal karşılığı olan bir mesajdı. Çünkü Çin küreselleşmenin en çok kazanan ülkesi olarak görülüyor. Çin malları bütün her yerde satılıyor, Çin ekonomisi son 20 yıldır %10 ilâ 15 büyüdü. Çin, dünya tarihindeki belki en başarılı ekonomik kalkınma örneğini verdi. Amerika’nın ulaştığı askerî güce doğru da yavaş yavaş yaklaşıyor. Bir de en önemlisi, kendi Güney Çin bölgesinde bir etki alanı yaratmak istiyor. Yani Çin artık Amerika’ya diyor ki: “Benim bir etki alanım var: Güney Pasifik, Güney Çin Denizi, Pasifik bölgesi, Tayvan, tabii ki Hong Kong”  –Hong Kong benim içimde diyor– “ve Filipinler, Avustralya, bütün o Pasifik bölgesi benim etki alanım” diyor. Amerika da buna karşı hâlâ kendisinin süper güç olduğunu savunarak, “O etki alanında seni istemeyen ülkeler var” diyor. “Sordun mu?” diyor, “Kore’nin seninle olup olmak istemediğini, Avustralya’ya sordun mu? Seni istiyorlar istemiyorlar mı bölgede? Filipinler’e, Malezya’ya sordun mu? Bütün bu ülkeler aslında daha çok Amerika ile hareket etmek istiyorlar” diyor. Gerçekten de bölgede Çin’in güçlenmesinden rahatsız bir ortam var. Ama Amerika’ya geri dönelim: Amerikan halkı Çin’in kazandığını kendisinin kaybettiğini hissediyor. Bir milliyetçilik var, bir öfke var. COVID bunun üstüne tuz biber oldu. COVID nereden geldi? Çin’den geldi. Biden bile, “Çin’de bir laboratuvardan mı çıktı?” araştırmasını yaptırıyor şimdi. Orada bile bir şekilde COVID’i, bunu belki de Çin bilerek bir laboratuvardan çıkardı, bir bakıma belki, işte bir komplo teorisi kurmuştu Trump, Biden bile buna hayır diyemiyor. Ve Biden Çin’i –containment diyoruz biz buna– çevreleme politikasını, son yaptığı Avrupa gezisinde hem G7 dokümanlarına, hem NATO bildirisine sokmak için çok uğraştı. Çünkü NATO ile ne alâkası var Çin’in? Yani NATO’nun etki alanında Çin yok, ama NATO’nun bildirisine bile soktu. Ne yapmaya çalışıyor Biden? Trump’ın izlediği politikayı devam ettiriyor; çünkü bunun toplumsal karşılığı var. Yani Amerika’da kamuoyu yoklamalarına baktığında, Çin’e sempati oranı bundan 20 yıl önce, hatta 10 yıl önce %50’lerdeyken, bugün Çin sadece %30 oranında sempatiyle karşılanan bir ülke. Çin’e öfke, %60, 70, 80’lere çıkmış bir Çin tehdidi algılaması var Amerikan halkında. Ve ekonomik olarak Çin’in kazanıyor olması, ticarî olarak kazanıyor olması, siber savaşlar konusunda Amerika’daki bu patentleri, entelektüel markaları, mesela yüksek teknoloji şirketlerinden siber yoluyla patent çalıyor olması, milyarlarca dolarlık zarara uğratıyor Amerika’yı. Bu siber konusunda çok ciddi adımlar atmaya çalışıyor. Yani kısacası Biden Trump’ın politikasını devam ettiriyor. Sırf Trump’tan korktuğu için değil; bunun toplumda bir karşılığı olduğu için ve sloganı şu — Trump’ın sloganı neydi? “America first”, önce Amerika. Biden’ın sloganı da git gide, “Önce Amerika, ama beyinle yaparak, zekice yaparak; yani “Bunu Avrupa ile beraber yapacağız, yanımıza Hindistan’ı alacağız, yanımıza Japonya’yı alacağız, yanımıza Kore’yi alacağız, yanımıza NATO’yu alacağız, G7 bizimle olacak”. Yani bir şekilde “Önce Amerika” diyor Biden; milliyetçilik yapıyor, ama bunu daha akıllıca, daha stratejik, daha multilateralist bir şekilde, yani çok ülkeyi yanına alarak, yani tek başına değil, kendi müttefikleriyle kavga eder bir şekilde değil, müttefikleri arkasına alarak ve sürekli demokrasiden bahsederek yapmaya çalışıyor. Demokrasi ile otoriterlik arasında bir yeni Soğuk Savaş dönemi kurmaya çalışıyor. Demokratik ülkeler birleşmiyor.

Ruşen Çakır: Burada yine şöyle bir husus çıkacak karşımıza: Hani Trump’ın NATO ve diğer her türlü uluslararası kurumla ilgili hep söylediği söz var ya? “Paraları biz veriyoruz; biraz da siz verin”. Şimdi bu söylediğin olayda, müttefiklerini tekrar yanına, arkasına alma faaliyetlerinin hepsinin aslında Trump’ın eline yeni propaganda malzemeleri veriyor olması lâzım. Ne diyecek? “Yine Avrupa’nın ayağına gitti, onlara gereksiz şeyler verdi” diyecek; yani “Önce Amerika ve tek başına Amerika” çizgisinin uygulanabilirliğini savunan bir Trump olduğu için, bunların hepsine dönülmesi, yani NATO’nun tekrar önem kazanması, transatlantik ilişkilerin önem kazanması meselesi de, sahalara dönen Trump için yeni yeni çok güzel popülist malzeme verecek.

Ömer Taşpınar: Trump’ın bir dahaki seçimlerde üç tane popülist malzemesi olacak bence. Bir tanesi, Amerika’nın iklim anlaşmasına geri dönmesi. “Bunlar gene kafayı iklimle yediler, gördünüz, gene gittiler orada bir sürü anlaşma yapıyorlar; bu anlaşma nedeniyle biz burada kömür, petrol her şeyi kaybedeceğiz ve Amerikan ekonomisini çökertmeye çalışıyorlar” diyecek. İkincisi, tam senin dediğin, “Bunlar NATO’ya gidiyorlar, yine NATO ile beraber hareket edeceklerı. NATO halbuki bütün paralar Amerika’dan alıyor; orada Amerika bunların bedava askerliğini yapıyor. Gene aynı düzene döndüler, eski tas eski hamam” diyecek. Üçüncüsü de İran: “İran’da bakın, anlaşmaya varıyorlar gene, İran gene güçleniyor, gene nükleere gidiyor; bunlar geldi, gene benim durdurduğum İran’ı güçlendirirdiler. İran bakın gene zenginleşiyor, gizlice nükleere doğru gidiyor” deyip bir bakıma dış politikada iklim, NATO ve İran üzerinden vurmaya çalışacak Biden’ı. Ve başarılı olma ihtimali çok yüksek.

Ruşen Çakır: Gelmişken İran’ı biraz konuşalım — o da gündemimizde vardı. İran’da seçim oldu, muhafazakâr aday kazandı. Geçen hafta Gönül’le uzun uzun konuştuk; seçime katılım oranı çok düşük vs.; ama buradaki temel sorulardan birisi, tam da senin dediğin nokta: Nükleer anlaşma bu yeni siyasî şekillenmeyle birlikte daha mı mümkün, daha mı zorlaşıyor?

Ömer Taşpınar: Daha mümkün. Yani daha şahin bir İran cumhurbaşkanı daha rahat hareket edebilir, Ruhani korkuyordu. Şimdi bana göre önümüzdeki dört hafta içinde, yani İbrahim Reisi göreve başlamadan, eski cumhurbaşkanı Ruhani’nin başkanlığı altında imza atacaklar gibi geliyor bana. Böylece imzayı Ruhani atmış olacak, tavizleri Ruhani vermiş olacak; ama ekonomik yaptırımların kalkmasından gelen meyvelerin semeresini bir bakıma yeni hükümet, yeni şahin hükümet alacak. Bana göre ülkeyi asıl yöneten dinî liderin, Hamaney’in hesabı bu. Yani şahinlerin kazanması bir bakıma elini güçlendiriyor İran’ın; çünkü, İngilizcede bir lâf vardır: “Nixon Çin’e gidebilir, çünkü Nixon’ın antikomünist contention’ları çok güçlüdür”; yani Nixon’ın hiçbir zaman kendini “Ya, bu adam gizli komünist” dedirtecek bir hali yoktur. Bu yüzden Nixon veya Kissinger Çin’e gider konuşur. Yani “ne kadar sertsen, barışı o kadar rahat getirirsin” mantığı. Aynı şekilde bunlar şimdi sertleştiler ve ekonomik olarak zor durumdalar İran’da ve muhtemelen Amerika ile anlaşacaklar. Fakat hâlâ ciddi pürüzler var; anlaşmaya imzayı atacaklar mı? İmzayı atacaklar, fakat arkasından sorunlar çıkacak. Yani bu anlaşma sonrasında Amerika’da Biden ciddi biçimde protesto edilecek; çünkü İran’ın balistik füze programı ve İran’ın bölgedeki vekâlet savaşları –Hamas olsun, Hizbullah olsun, Yemen olsun–, bunlara karşı hiçbir şey söylemiyor bu anlaşma. Amerika istiyor ki bunları da ele alacak şekilde devam edelim konuşmaya, ama şahinlerin öyle bir özelliği var: Nükleerde imzayı atar, diğer konularda konuşmaz. Ondan sonra tabii bu sefer Amerika, “Ama o zaman yaptırımların hepsini kaldırmıyoruz” diyerek yan çizmeye çalışacak ve bana göre şu anda imzalanan anlaşmanın ömrü belki de bir dahaki seçimlere kadar yetmeyebilir. Yani tekrar bir bölünme olabilir. Bu arada İsrail, Birleşik Arap Emirlikleri, Suudi Arabistan ellerinden geldiğince bu anlaşmanın kısa ömürlü olması ve tekrar İran’a ciddi bir baskı olması için ve İran’ın nükleer projelerinin bertaraf edilmesi için bölgede de ciddi bir ivme olacaktır. Özellikle İsrail’de Netanyahu gitti; ama Netanyahu’nun şahin politikalarını temsil eden görüşlerin hâlâ toplumda karşılığı var, İsrail müesses nizamında da karşılığı var; artık askerî adımlar yerine, bir şekilde, ya siber yollarla ya da nokta vuruşlarıyla İran’ın nükleer projelerini yok etmeye çalışacaklar.

Ruşen Çakır: Sen geçen hafta yokken Gönül’le Biden-Erdoğan görüşmesini değerlendirdik, orada da vurgulamıştım. Bizim tam görüşme günü yaptığımız üçlü yayında söylediklerinizin hepsi aynen çıktı. Çok fazla bir şey çıkmadı, çünkü yani öyle demiştik. Ve Afganistan meselesi çıktı bir tek. O da biliniyordu zaten. Seninle de yine, geçen hafta olmadığın için, o konunun bir üzerinden geçelim istiyorum. Afganistan meselesi kimler için ne derece önemli? Bir o var; ikincisi de: Gerçekten Erdoğan-Biden görüşmesinin bir anlamı oldu mu taraflar için?

Ömer Taşpınar: Evet, Erdoğan-Biden görüşmesinden fazla bir şey çıkmayacağını tahmin etmek için aslında müneccim olmaya gerek yoktu; çünkü yapısal sorunların hepsi de devam ediyor. Yapısal sorunlar olduğunda, bir şekilde öne çıkan sorunları halletmeye çalışırsın, daha farklı yerlerden ivme kazanalım diye. Ana konularda bir şey yapamıyoruz, üç tane ana meselemiz var, üç tane büyük mesele var; bunların en büyüğü bana göre Hulusi Akar’ın hep söylediği, Türkiye’de anti-Amerikanizmi son derece güçlendiren, Amerika’nın Suriye’de PYD-YPG’ye destek vermesi ve ondan henüz tam geri adım atmamış olması. Dolayısıyla Amerika’nın PKK ile olan ilişkileri diyelim. Bu en büyük mesele; ciddi anti-Amerikanizm yaratıyor ve Türkiye’nin Amerika ile askerî ilişkilerinde ciddi bir kırılma yarattı. İkinci mesele: S440’ler. Biliyoruz, yıllardır söyleniyor; orada yeni bir şey söyleyemiyoruz bir türlü. Üçüncü mesele de Fethullah Gülen. Yani bunlara dördüncü beşinci filan eklenebilir —Halk Bank meselesi gibi konular da var. Fakat bu konularda yeni bir şey söylenemediği için, Türkiye, “Acaba ben yeni bir dosya açarak bu diğer mevcut alanlarda manevra alanı kazanabilir miyim?” diyor. Yani Biden’a önemli bulduğu konularda, “Ya, biz sana şu konuda yardım edelim, sen de karşılığında bize şu konuda yardım edebilir misin?” diye. Bana göre mutlaka Tayyip Erdoğan’ın kafasından bu geçiyor. Çünkü o al-ver ilişkisi haline geldi artık. Bu ilişkinin çok stratejik bir yönü kalmadı; bu bir al-ver ilişkisi. “Ben sana Afganistan’da bir güzellik yaparsam, sen bana karşılığında ne yaparsın?” Ve burada önemli bir yerden yakaladı Türkiye Amerika’yı. Çünkü Afganistan, Amerika açısından aslında çıkmak istediği için önemli. Oradan çıkıp arkasından orada bir Taliban’ı görmek istemiyor. Yani orada tekrar IŞİD’vâri, Irak’ta yaşadığı gibi bir fiyasko yaşamak istemiyor. Düşün, bundan bir yıl sonra Kâbil Taliban’ın elinde olsa ve orada bu tür bir köktendinci, sert İslâmcı bir rejim, El Kaide ile ilişkileri iyi olan bir rejim kurulmuş olsa, herkes Biden’a diyecek ki: “Ya, işte sen yarattın bu sorunu; senin yüzünden, o ülkeyi doğru dürüst koruyamadan çıktık ve şu anda tekrar başımıza belâ oldu; hem Taliban geldi hem El Kaide geldi”. Türkiye bunu gördü, Amerika da bir bakıma çıkarken hâlâ “Ben tedbirli çıkıyorum” demek için, NATO ülkesi, Müslüman, NATO’nun ikinci büyük ordusu var, bir şekilde orada iş yapabilir, sembolik olarak bunu istiyor. Yani “Sembolik olarak ben çıkıyorum, ama Türkiye gibi müttefiklerimiz hâlâ orada ve onlara biz yardımcı olabiliriz” mesajı önemli Amerika açısından. Tabii Türkiye de “Elimi taşın altına koyayım, ama ben orada savaşmam” diyor; “Taliban’a karşı benden savaşmamı bekleme” demek istiyor. Orada bütün mesele havaalanının korunması; havaalanının korunmasından bahsediyoruz, yani Türkiye’nin orada binlerce asker bulundurmasından değil. Ama sembolik anlamı var, havaalanı kapanırsa; Beyrut havaalanı kimin elinde Ruşen? Hizbullah’ın elinde ve Beyrut Havaalanı’na gelen herkes Hizbullah’tan geçiyor. İsrail pasaportun varsa giremiyorsun Beyrut’a. Aynen öyle olacak. Yani Taliban’ın elinde olacak bir havaalanı bir bakıma sembolik olarak ülkenin Taliban tarafından yönetildiğini de göstermiş olacağı için havaalanını korumak önemli. Türkiye böyle zor bir işin altına, yani işin içine girmiş durumda. Bu Biden açısından, Amerikan açısından takdire şâyân, yani takdir ediyorlar Türkiye’yi; bana göre finansal ve lojistik destek vermeye varlar, ama bunun karşılığında Tayyip Erdoğan’ın beklediği “S400’ler konusunda kolaylık, YPG’ye yardımı kesin veya Fethullah Gülen’i iade edin” –ki onu artık söylemiyorlar bile– veya “Halk Bank konusunda bir yardım yapın” gibi şeyleri yapabileceğine inanmıyorum; yapamaz bunları Biden. Yani bu konularda o al-ver meselesinde çok fazla manevra alanı yok. Halk Bank’ta hiç yok. YPG konusunda biraz var, ama orada IŞİD’vâri bir yapılanmaya karşı gene en çok YPG/PYD’ye güveniyor. S400’ler konusunda hiçbir pazarlık payı yok artık. Dolayısıyla bu toplantıda ağırlıklı olarak Afganistan konuşuldu, biraz Libya konuşuldu. Libya konusunda Türkiye’nin pozisyonuna yaklaştı. Bana göre Türkiye’ye Libya konusunda taviz veriyor Amerika, önemli; bak, Libya konusunda Türkiye, “Ben askerlerimi seçimlerden önce çekmeyeceğim” diyor. “Suriyeli lejyonerleri çekeriz, oraya soktuğumuz Suriyelileri alırız” diyor, ama Türkiye’nin askerî varlığının Libya’da kalmasını istiyor Türkiye. Amerika da buna okey dedi, eyvallah dedi. “Seçimlere kadar kalabilir, yeni gelen hükümetle konuşursunuz” dedi. Bu niye önemli? Çünkü Türkiye Libya’daki pastadan büyük pay almak istiyor. Ve Amerika burada Libya konusunda Türkiye’ye istediğini veriyor. Eskiden Libya konusu Amerika-Türkiye ilişkilerinde sorunluydu, Doğu Akdeniz çerçevesinde sorunlu meselelerden biriydi. Artık Libya konusunda tam olarak anlaşıyor gibiyiz Amerika ile. O Erdoğan’ın başarı karnesine yazılabilecek bir şey. Belki de Afganistan’da yaptığının karşılığını Libya’da alıyor diyebiliriz o açıdan.

Ruşen Çakır: Evet Ömer, noktayı koyalım “Transatlantik”e, çok teşekkürler. İzleyicilerimize de teşekkür ederim, haftaya tekrar buluşmak üzere. Umarım üç kişi birden yapabiliriz haftaya, öyle diyelim. Evet, herkese iyi günler, haftaya buluşmak üzere.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.