Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Gomaşinen (47): “Ama öldü efendim!” (10 Haziran 2011, NTV Erdoğan canlı yayını, Ağrı)

Gazetecilik anılarımın 47. bölümünde, dönemin başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın 12 Haziran 2011 genel seçimleri öncesi Ağrı’da NTV’ye verdiği ve benim de katıldığım son televizyon söyleşisini anlattım. Hopa’da polisin gazlı saldırısı sonucu hayatını kaybeden emekli öğretmen Metin Lokumcu ile ilgili soruma Erdoğan’ın cevabı ve benim sözlerim uzun bir süre gündemde kalmıştı.

Yayına hazırlayan: Zübeyde Beyaz 

35 yıllık gazeteciyim. Türkçe’nin dışında Fransızca ve İngilizce’yi anlayabiliyorum, konuşabiliyorum, yazabiliyorum da. Ama kendi anadilim olan Lazca’yı bilmiyorum. Birkaç kelimeden ibâret bir Lazca bilgim var. Bu da benim hayattaki en büyük ukdelerimden birisi. Bu nedenle 35 yıllık gazetecilik hayâtımdan kesitleri aktarmayı hedeflediğim bu podcast dizisinin başlığını “Gomaşinen” olarak seçtim; yani: “Hatırlıyorum…”

Merhaba, iyi günler. “Gomaşinen”in 47. bölümünde o meşhur “Ama öldü efendim!” olayını anlatmak istiyorum. Aslında bunu daha önce de bir Medyascope yayınında, ama podcast değildi video olarak kaydetmiştik, canlı yayında anlatmıştım; onu izleyenler için birçok yönü tekrar olabilir, fakat burada gazetecilik anılarımı topladığım “Gomaşinen”de “Ama öldü efendim”e muhakkak bir bölüm ayırmam gerekiyordu. Yakınlarda, biliyorsunuz Metin Lokumcu’nun dâvâsı sürüyor, en son Trabzon’da Ağır Ceza Mahkemesi’ne havâle edildi dâvâ. Ailesi, avukatlar ve arkadaşları çok yoğun bir şekilde bu dâvânın takipçiliğini yapıyorlar. Bir anlamda bu “Gomaşinen”le de bu yargılama sürecine küçük de olsa bir katkıda bulunmayı temenni ediyorum diyebilirim. Metin Lokumcu benim akrabamdı; çok tanıştığımız birisi değildi, tanışırdık ama çok yakın tanışmazdık; ama akrabamdı. Nasıl bir akrabalığınız var diye sorulacak olursa, Metin Lokumcu Artvin Kemalpaşa, Hopa Kemalpaşa aslında, o tarihte, hayâtını kaybettiği tarihte Kemalpaşa Hopa’nın bir nahiyesiydi ya da bucağıydı. Daha sonra ilçeye dönüştü. Benim bir tarafım Hopa Merkez, bir tarafım da Kemalpaşalıdır. Örneğin benim rahmetli babaannemin kızlık soyadı da Lokumcu’dur. Lokumcular Kemalpaşa’nın az sayıdaki önde gelen Laz ailelerinden birisidir ve benim de bir anlamda Lokumcu soyundan olduğumu biliyorum. Metin Lokumcu’nun kendisi olmasa bile, onun kuzenlerinden bâzılarıyla çok yakın bir arkadaşlığım oldu; özellikle İstanbul’da yaşayanlarla, ama Hopa’da Kemalpaşa’da da yaşayanlar, meselâ yakın bir zamanda erken yaşta kaybettiğimiz Osman Lokumcu vardı, sol hareketin –Hopa’da sol meşhurdur biliyorsunuz– sol hareketin öne çıkan isimlerinden birisiydi. Mesela Osman benim çok daha yakın bir arkadaşımdı. 

Her neyse, olayı hatırlama bâbından söyleyecek olursak; 13 Haziran 2011 Genel Seçimleri var ve 31 Mayıs 2011’de dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, Hopa’da seçim mitingi de yapmıyordu, otobüsle geçiyor; o sırada Hopa’nın zâten meşhur olan sol hareketinden değişik kişiler, özellikle o tarihlerde gündemde olan HES protestolarıyla birleştirerek Erdoğan’ı protesto ediyorlar. Ve orada bir polis saldırısı söz konusu oluyor ve kullanılan gaz bombasıyla Metin Lokumcu hayâatını kaybetti. Başka yaralananlar gözaltına alınanlar oldu; ama emekli bir öğretmen olan, ama çok da yaşlı birisi olmayan Metin Lokumcu orada hayâtını kaybetti ve bu Türkiye’de bayağı bir gündeme geldi. Erdoğan’ın bu konuda herhangi bir üzüntü beyan eden bir açıklaması olmadı. Ben o sırada Vatan gazetesinde yazıyordum ve NTV’de çalışıyordum. NTV’de siyâset danışmanı gibi bir titrim vardı, “Yazı İşleri” programını yapıyordum, ama NTV’de hafif hafif suyumuz ısınmaya başlamış gibiydi ve Erdoğan’la seçim canlı yayını söz konusu oldu. Şöyle bir gelenek vardı: Erdoğan, bildiğim kadarıyla benim NTV’de olduğum süreçte bütün seçim ve referandumların hepsi olmasa bile hemen hemen hepsinde, son röportajı NTV’ye verirdi. O tarihlerde NTV’nin belli bir saygınlığı vardı, ağırlığı vardı. Erdoğan birçok yayın organına çıkardı; TRT’ye çıkardı, kendisini destekleyen yayınlara çıkardı, başkalarına da çıktığı olurdu; o tarihlerde daha zengin ve farklı çoğulcu bir medya ortamı kısmen vardı ve en sona genellikle NTV’yi saklardı. Cuma akşamları olurdu bu; çünkü cumartesi öğlen seçim yasakları başlardı, son açık oturum ya da soru-cevap yayını cuma geceleri olurdu ve NTV’yi tercih ederdi. Bunu yaparken de uzun bir süre Erdoğan ya da danışmanları NTV’yi terslerdi; son âna kadar biz NTV’de olanlar Erdoğan’ın NTV’ye röportaj verip vermeyeceğini merak ederdik. Çünkü muhakkak birtakım şeylerine kızmış olurdu  NTV’nin; ama sonunda verirdi ve Erdoğan’ın ben oradayken NTV’de çıktığı tüm yayınlarda soru soran ekip içerisinde yer aldım. 

Referandum önceleri ya da seçim önceleri hepsinde yer aldım ve bu sefer de onun danışmanlarına iletilen listede benim de adım vardı; ama liste geri geldiğinde benim adıma çizik atılmıştı, çizik atılan başka kişiler de vardı galiba, ama benim özellikle adıma çizik atılması, o tarihte NTV’de üst düzey yönetici olan şimdi Genel Yayın Yönetmeni oldu Nermin Yurteri –ki kendisi Başbakanlık muhâbirliği yaptığı için Erdoğan’ı da yakından takip etmiş bir gazeteciydi– o buna inanmamış ve tekrar özel olarak beni sordu ve geri gelen listede ben bu sefer vardım; yani son anda orada belli ki işgüzar bir danışman, “Erdoğan bunu istemez herhalde” diyerek üstümü çizmiş; ama kendisine sorduklarında, o da “Katılsın tabii” demiş herhalde ki ben de o ekibe katıldım. Ve burada ilginçtir, daha önceki yayınların hemen hemen hepsi İstanbul’da oldu; Erdoğan’ın seçtiği birtakım mekânlarda oldu genellikle; ama bu sefer Ağrı’ya gittik, çünkü Erdoğan cuma günü son mitingini Ağrı’da yapacaktı. Nedense öyle bir zamanlama yapmışlar ve biz Ağrı’da Erdoğan’la son canlı yayını yapmaya gittik. Neyle gittik? Özel bir uçakla gittik; herhalde NTV’nin sâhibi Ferit Şahenk’in özel uçağıyla ekip olarak gittik. Oğuz Haksever moderatördü; ondan sonra biz gazeteciler gittik, NTV çalışanları ve Genel Yayın Yönetmenimiz Ömer de vardı ve de genel müdür gibi olan tam titri neydi bilmiyorum, ama Ferit Şahenk’in NTV’deki adamı olan Erman Yerdelen de bizimle berâber geldi; oraya kadar hep birlikte gittik ve ondan sonra orada Erdoğan’ın gündüz mitingini izledik, akşam da bir çadır kurulmuştu, çadır set yapılmıştı. NTV hâlâ öyle mi bilmiyorum, ama o tarihlerde bu tür prodüksiyonların altından kolaylıkla kalkabilen çok profesyonel bir kurumdu. O günden bugüne ne değişmiştir emin değilim açıkçası; oraya biz gittiğimizde her şey kurulmuştu zâten. 

Ve Erdoğan, eşi Emine Hanım, kızı Sümeyye ve danışmanları – ki o tarihteki basın danışmanı Lütfullah Göktaş’tı. Lütfullah Göktaş bir dönem İtalya’da yüksek lisans ya da doktora yaparken, uzun bir süre NTV’nin de Roma temsilciliğini yapmıştı; ama biz Lütfullah’la çok daha eskiden, 80 ortalarından itibaren tanışırdık. Ama sonra işte o Erdoğan’ın danışmanı oldu bir süre; sonra da bu Ağrı olayından dört yıl sonra ilişkimiz koptu, benim Habertürk’ten atıldığım dönemlerde. O zamandan beri de kendisinden herhangi bir şekilde haber almıyorum.

İlginç bir olaydı. Her şey kuruldu, yayın başladı; Oğuz Haksever çok temkinli bir şekilde bir moderasyon yapıyordu. Birçok şey konuşuldu; ben orada Ahmet ve Nedim meselesini gündeme getirdim, Erdoğan’ın söylediği, “Bâzı kitaplar bombadan daha tehlikelidir” meselesini dile getirdim; başka arkadaşlar da çok güzel sorular sordular, bayağı dinamik bir yayın oluyordu, hiç böyle şike falan değildi ve bunun bir yerinde ben Metin Lokumcu meselesini gündeme getirdim. Metin Lokumcu meselesini gündeme getirdiğimde, benim akrabam olduğunu da söyledim ve akrabalarımızın Erdoğan’ın tavrından rahatsız olduğunu, ondan bir açıklama beklediğimizi –şimdi kelimeleri hatırlamıyorum, ama o video çok meşhur olduğu için herkes ezbere biliyordur artık yani ya da istediğiniz zaman ulaşabilirsiniz–, o da bana, “Olayın aslı öyle değil, şudur budur, neler yaptılar neler ettiler, elimizde videolar var, ben size yollayayım” falan dedi. Ben de bir yerinde, “ama öldü efendim” diye bir lâf ettim.

Gerçekten zâten çok rahatsızdım; Erdoğan bir şekilde bunu telâfî eder diye düşündüm açıkçası; tam tersi olunca rahatsızlığım daha da arttı, onun üzerine de o meşhur, “Ben bilmem…” diye başlayan konuşmasını yaptı; bir süre sonra da zâten yayın bitti. Bu yayın sırasında –onu da bir not olarak söyleyeyim– ara veriliyordu; ara verildiği zaman kızı Sümeyye elinde bir iPadle babasının yanına gidip ona bir şeyler gösteriyor, bir şeyler  anlatıyordu; bu arada biz yayın yaparken, arkada Lütfullah ve ekibindeki insanlar böyle kartonlara yazdıkları birtakım şeylerle Erdoğan’a sufle veriyorlardı falan, çok ilginç bir şeydi. Ağrı’da bir çadırdaki, seçim döneminin Başbakan’la yapılan son soru-cevap yayınıydı. Her neyse, tekrar “ama öldü efendim” meselesine gelecek olursak; o yayının akışında gitti tabii, böyle bir şey oldu, bir gerginlik gibi bir şey oldu; ama çok çabuk gitti ve yayın bitti. Ondan sonra Emine Hanım geldi bana başsağlığı diledi, akrabası olduğumu bilmediğini vs.. Sonra bütün ekip, Erman Yerdelen, Ömer, onlar da dâhil oldu; bir şekilde Erdoğan ve eşiyle berâber hatıra fotoğrafı da çektirdik, onlar gitti. 

Biz orada eşyalar falan toparlanırken ben bilgisayarın başına geçtim; büyük bir yorgunluktu tabii: Sabah uçağa binmişiz, İstanbul’dan Ağrı’ya gelmişiz, Erdoğan gibi birisiyle gece yayın yapmışız, son yayın yapmışız; onun stresi başlı başına bir şey. Açtım baktım ki, yani diyorlar ya: “Türkiye bunu konuşuyor, ortalık yıkılıyor”. Acayip bir şeydi, anlatamam. Neye uğradığımı şaşırdım; gerçekten neye uğradığımı şaşırdım. O tarihlerde fiilî olarak Twitter kullanmıyordum, yani benim bir hesâbım yoktu ama izliyordum, bakıyordum. O trending topic denen olayın ne olduğunu o gün gördüm: Hem “ama öldü efendim” lâfı, hem benim adım topic olmuştu. Birçok yerden cep telefonuma gelen mesajlar şunlar bunlar… neye uğradığımı şaşırdım ve sonra uyandım: Nasıl bir olayı yaşamış olduğumuza. Şimdi insanlara bu çok inandırıcı gelmeyebilir, ama o atmosferde bu olayın ne kadar önemli bir olay olduğunu anlamayabiliyorsunuz ve bence Erdoğan da anlamadı o sırada. Ama sonrasında, tepkiler üzerine herhalde danışmanları ve çevresindekiler ona bu olayı anlatmıştır ve herhalde bana bayağı bir kızmıştır diye tahmin ediyorum. Ama biz orada daha önce de defâlarca yaptığımız gibi soru-cevap içerisinde inişli çıkışlı bir yayın yaptık; o arada geçti gitti yayında, ama sonrasında gelen tepkiler üzerine ve olayın nasıl büyüdüğünü görünce, herhalde daha sonra bir olumlu olmayan bir değerlendirme yapmıştır diye düşünüyorum. 

Ama açık söyleyeyim: Bu nedenle başıma bir şey geldiğini sanmıyorum, yani benim bundan bir süre sonra NTV’den istifâ etmek zorunda kaldım demeyeyim de, istifâ etmeme neden olan süreçte bu olayın çok birinci derecede belirleyici olduğunu sanmıyorum; zîra ilginçtir, oraya Ağrı’ya giderken NTV’den yapılan seçim gecesi yayını anonsunda benim adım yoktu. “Şunlar şunlar şunlarla, işte seçim gecesi” diye ve ben de şaşırdım; çünkü her seçim gecesi, bilenler bilir, NTV’de seçim sandıkları açılınca yorumlayanlardan birisiydim; önceden olan bir şey yani, doğrudan “Ama öldü efendim”le olan bir şey değil. “Ama öldü efendim” meselesi bunu çok daha fazla tetiklemiş olabilir; fakat insanların pek bilmediği ve bu olay o kadar baskın oldu ki çok da akıllarına gelmeyen başka bir şey var ; ben onu bildiğim için şimdi burada söylediğimde yine birileri benim bu konulara takmış olduğumu düşünebilir ama, benim NTV’den kopmama yol açan süreçte Fethullahçılar –ki o tarihlerde çok güçlüydüler– onlar birinci derecede etkili oldu. 

Bu birçok nedenle oldu; en önemlisi tabii ki Hanefi Avcı meselesidir. Hanefi Avcı ile yaptığımız yayındır; daha sonra Ahmet ve Nedim’e sahip çıkmamızdır. Bütün bunlar, “Yazı İşleri” programında yaptıklarımız ve o tarihte NTV yazı işlerinde olan Mirgün Cabas gibi, Kemal Can gibi, Can Kozanoğlu gibi insanların o Ergenekon süreçlerinde izlediği temkinli editoryal pozisyondan dolayıdır. Ben de onlardan birisinin kurbanı olduğumu düşünüyorum — düşünüyorum diyelim de eminim. Fakat bu “ama öldü efendim” meselesi, arada bir AKP pürüzü varsa pekâlâ onu ortadan kaldırmış olabilir. Evet, aslında bu olay, sonrasında her yerde sürekli karşıma çıkıyor; çok rahatsız olduğumu söyleyemem. 

Arada şöyle diyenler de var: Orada ben masaya yumruğumu vurup çıkacakmışım, yayını bırakacakmışım… Bir kere masa var mıydı yok muydu çok emin değilim; ortada stüdyo yok, yani çadırdan dışarı gideceğim ve Ağrı’da diyelim ki ben bu programı yarıda kestim, gecenin bir vakti akşam vakti yapılıyor, çıktım dışarı, nereden nereye gideceğim? Yani insanlar böyle bir şey hâlinde… Bir de gazetecilik bu değil zâten. Gazetecilik siyâsetçiyle kavga etmek falan değil. Sorunuzu sorarsınız, cevabınızı alırsınız, ondan sonra yeni programlara bakarsınız. İnsanların bâzıları böyle bir radikalizm, militanlık bekliyor sizden. 

Bir diğeri de, tabii o da ilginç, o gecenin ilginç olaylarından birisi, o AK Trol denen unsurlarla gerçek anlamda ilk tanışmam da o zaman olmuştu. Bu “ama öldü efendim”in o gece vakti o kadar büyük bir etkisi oldu ki, bunu frenlemek için birileri birtakım karşı ataklar yaptılar sosyal medyada şurada burada internet üzerinden onların üretmeye çalıştıkları mazeretleri falan da hayal meyal hatırlıyorum; ama hiçbirisinin belli bir etkisi olmadı, hâlâ bu “ama öldü efendim” meselesi başlı başına Erdoğan’ın iktidarda nasıl ötekini kaale almadığının ilk canlı kanıtı olarak karşımıza çıktı. Benim için de çok önemlidir; bütün eleştirilere vs.’ye rağmen bu olayın böyle bir kopuşa doğru gittiğini, Erdoğan’ın iktidarını muhâfaza etmek için artık her şeyi yapabileceğinin, yaptığının en somut ve doğrudan bir parçası olduğum bir olay oldu benim için. 

Bir diğer olay, çok olay oldu, herkesin ayrı ayrı öyküleri vardır; benim için bir diğer olay, daha önce de söyledim tekrar söyleyeyim: Berkin Elvan olayıdır. Orada Erdoğan’ın gösterdiği tutumdur. Bu iki olayı, Metin Lokumcu olayındaki duruşu ya da  tavrıyla ,özellikle Berkin Elvan olayı –hani diyelim Metin Lokumcu olayı anlık televizyon yayınında bir şeydi– bunun tabii bir anlamı var, ilk anlık verdiği tepkiden insanın gerçeğini anlamanız daha mümkün olabiliyor; ama Berkin Elvan meselesinde, onun annesini miting meydanında yuhalatması gibi detaylara baktığınızda, her seferinde ısrarla ve ısrarla onun ekmek almaya değil vs. terörist olduğunu söylemesi… Orada artık bir şey yok; o tamâmen insânî olmayan bir duruş, kötü bir duruş. Bunlar benim için çok simgesel öneme sâhip oldu. Evet, Metin Lokumcu olayı böyle. Ondan belli bir süre sonra da ben bir Van depremine gittiğimde, daha doğrusu tesadüfen Van’da depreme denk geldiğimde, NTV’nin ben orada olmama rağmen benden hiçbir şey –ki bunu daha önceki bir “Gomaşinen”de anlattığımı hatırlıyorum–… kısaca söyleyecek olursak: O Van depreminden sonra beni hiçbir şekilde ekrana çıkartmamaları üzerine, İstanbul’a döndüğümde istifâmı vermiştim. Allah için NTV’de çok güzel günlerimiz oldu, çok iyi arkadaşlarım oldu; hâlâ çok iyi arkadaşlarım var. O dönemin Türkiye’sinde NTV gerçekten ilginç bir yerdi; her yaptığı doğruydu vs. demeyeceğim; ama orada her şeye rağmen işlerini doğru yapmaya çalışan, patrona, patron temsilcisine, iktidar baskılarına, önyargılı birtakım izleyici kitlesine vs. rağmen iyi bir gazetecilik yapmaya çalışan çok sayıda insan vardı, çok da iyi işler yapıldı; ama sonra maalesef o da artık tamâmen etkisini yitirmiş bir yere döndü — onu da bir not olarak düşeyim. Evet, çok da fazla uzatmaya gerek yok. Metin Lokumcu’ya tekrar rahmet diliyorum; umarım ailesinin, arkadaşlarının ve avukatların çabaları sonuç verir ve onu öldürenler hak ettikleri cezayı alırlar. Evet, söyleyeceklerim bu kadar, iyi günler. 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.