Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Erdoğan’ı Diyarbakır’da ne bekliyor? Ruşen Çakır, Altan Tan ve Reha Ruhavioğlu tartışıyor

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, 2,5 yıl aradan sonra Diyarbakır’a gitti. Ruşen Çakır, Erdoğan’ı orada ne beklediğini, Kürt sorununda yeni gelişmelerin mümkün olup olmadığını Altan Tan ve Reha Ruhavioğlu ile konuştu.

Yayına hazırlayan: Zübeyde Beyaz

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. Cumhurbaşkanı Erdoğan iki buçuk yıl aradan sonra bugün Diyarbakır’da ve birtakım spekülasyonlar yapılıyor, bunlar ne derece doğru? Erdoğan’ın bölgeye, Kürtler’e yönelik yaklaşımlarında değişim olma ihtimali var mı? Bütün bunları Diyarbakır’dan iki konuğumla tartışacağım. Birisi eski siyasetçi, eski siyasetçi demeyelim halen siyasetçi ama şu anda bir partide olmayan Altan Tan ve Rawest Araştırma’da yaptıkları çalışmalarla sıklıkla Medyascope’a konuk olan Reha Ruhavioğlu — iki bölge insanı. Şimdi Cumhurbaşkanı şu anda oralarda olması lâzım, iki buçuk yıl sonra. Normal şartlarda bakıldığında açılışlar yapacak, birileriyle görüşecek, sivil toplum kuruluşlarıyla vs. ama insanlar buna özellikle Batı’dan birtakım anlamlar yüklüyorlar ya da yüklemek istiyorlar. Şimdi bunu birazcık tartışalım. Öncelikle Altan, seninle başlayalım. Erdoğan’ın bu ziyaretinde üzerinde tartışmamızı gerektirecek çok ciddi ve tabii ki ortağı Bahçeli’yi kızdıracak, kızdırabilecek herhangi bir şey bekliyor musun?

Altan Tan: Şu an için kamuoyunda böyle çok flaş bir beklenti yok. Ama hani flaş beklenti yok derken de, tabii ki bir beklenti var; dozajı düşük bile olsa bir beklenti var. Çünkü henüz çözülmeyen ve sona ulaşmayan bir Kürt meselesi var. Bunun Suriye boyutu var; bunun Irak boyutu var; bunun sosyo-ekonomik boyutları var. Onun için bunlar burada beklenti. Flaş flaş flaş diye geçilecek bir beklenti olmasa da, en azından işi o duruma götürecek bir adımın atılma beklentisi de var; küçük de olsa, orta ölçekli de olsa, en azından bu seçimlere doğru böyle bir umut, böyle bir beklenti de var. Devam edeyim istiyorum da sorunun cevabı da bu.

Ruşen Çakır: Eyvallah, Reha sana şöyle biraz daha deşeyim. Şimdi bir dönem, biliyorsun, “Kürt sorununu çözse çözse Erdoğan çözer” gibi lâflar da vardı. Erdoğan’ın Kürt sorunuyla bir serüveni var. Ve en son geldiği nokta, “Artık sorun morun kalmamıştır, bitmiştir” şeklinde bir şey. Onun duruşu bir yana Kürtler, sizin değişik vesilelerle yaptığınız kamuoyu araştırmalarında doğrudan ya da dolaylı bu konuyla ilişkili soruları sorduğunuzda ve bölgedeki insanlarla kanaat önderleri ille konuştuğunuzda, hâlâ Erdoğan’a yönelik olarak bir beklenti var mı? Bugünkü olayın ötesinde, daha genel olarak. Yoksa şöyle bir duruş mu var? “Erdoğan artık bu şansını kaybetti, artık onunla bu işi çözülmesinin imkânı yok” görüşü mü daha baskın?

Reha Ruhavioğlu: Merhaba tekrar. Şimdi sizin söylediğiniz gibi, Erdoğan’ın Diyarbakır’a gelişlerinin bazı sembolik tarihleri var. İşte, 2005’te “Kürt Sorunu benim sorunumdur” ile hafızalara kazınan bir gelişi var; bir de 2013’te Kürt sorununu gerçekten çözmek üzere gelmiş bir Erdoğan hafızası var. Bugün baktığınızda, Erdoğan o iki tarihle kıyasladığımız zaman, hem Kürt meselesine siyasî ve sivil bir çözüm metodundan epeyce uzaklaşmış görünüyor, hem de bununla da ilişkili olarak girdiği yeni ittifak güçlerinin bir sonucu olarak oy desteğini de önemli ölçüde kaybettiğini gördüğümüz bir manzara ile geliyor. Bu gelişi Tayyip Erdoğan için 2005 ve 2013 gelişleri gibi sembolik gelişlerle kıyasladığımızda, aslında ne onu bekleyenler açısından çok ümit vaat eden bir gelişe benziyor, ne de kendisinin heybesi dolu bir şekilde gelmesine benziyor. Yani bazı sembolik hareketler elbette olacak. Yayına bağlanmadan önce baktım: Cuma namazı çıkışı Kurşunlu Cami’nin önünden açıklama yapıyordu. Kurşunlu Cami çatışmalar boyunca çatışmalarda tahrip olmuş, kullanıma kapatılmış ve muhtemelen ilk kez açılan bir camimiz, oradan bir açıklama yapıyordu. Şimdi bir böyle bir durum var. Sorunuzla ilişkili olarak başka bir mesele, Kürt meselesinde bugün bölgenin aktörleri, hâlâ çözme iradesini gösterebilecek, daha doğrusu güçlü bir lider olması sebebiyle çözme kapasitesi güçlü olan aktörü hâlâ Tayyip Erdoğan görüyorlar — bu kadar meselesinin çözümden uzaklaşmış olmasına rağmen. Neden? Çünkü Tayyip Erdoğan’ın alternatifi olarak bu meseleyi çözebilecek güçlü bir aktör görmüyorlar; fakat “Bu sorunu çözse çözse Erdoğan çözer” cümlesinin yanına kocaman bir “ama…” ekleniyor. “Ama çözmek istiyor mu? Çözer mi? Çözmeyi düşünüyor mu?” gibi sorular tekrar ediyor. Dolayısıyla tek başına bir aktörün, güçlü bir liderin potansiyel olarak çözme iradesi ve çözme gücü olması yetmiyor, bununla ilgili bir manzara var mı? Bu pek görünür değil. Ben bu gelişler dolayısıyla bugünkü gelişi, belki ilerinin konusu ama başlamışken söyleyeyim sözü bırakayım: Muhtemel bir Çözüm Süreci’yle ilgili bazı teknik arka plan hazırlıklarına çok bağlamıyorum. Daha çok görünen, Diyarbakır’da bir fotoğraf vermek, Diyarbakır’a gelişi tekrar hatırlatmak, hafızayı tazelemek; bir ihtimal de bugün Diyarbakır’a gidiyor olma imajının hafızalarda yeni bir kavşakta durmasını istiyor olabilir. Onun dışında bugün Diyarbakır’dan çok anlamlı bir sonuç çıkar mı? Böyle bir beklenti yok. Çözümle ilgili, barışla ilgili bir talebin yüksek olması ile mevcut siyasî konjonktürde buna dayalı bir ümidin olması farklı şeyler. Talep halen çok yüksek; bizim çeşitli araştırmalarımızda soruyoruz, işte, %90’a yakın Kürt meselesine benzer bir çözüm sürecinin olmasını talep ediyorlar. Ancak öbür taraftan, “Bugünkü konjonktürde mümkün mü?” diye sorduğumuzda, çoğunluk böyle bir konjonktürde böyle bir ümit taşımıyor. Bugün elbette ki ayrıldıktan sonra değerlendirme imkânı daha net olacak. Bugün böyle bir ümit tazelenecek mi? Kaldığı yerde mi kalacak, yoksa daha mı azalacak? Belki biz bunu göreceğiz.

Ruşen Çakır: Şimdi Altan, şunu hatırlıyorum, seninle bizim tanışmamız otuz yıl önceye dayanıyor.

Altan Tan: Evet, hatırlıyorum.

Ruşen Çakır: 1991 seçimleri vardı, erken seçim kararı alınmıştı. Ve Refah Partisi o tarihteki Milliyetçi Çalışma Partisi ile yani MHP’nin öncüsü olan parti ile ittifak yapmıştı ve…

Altan Tan: Alparslan Türkeş’le.

Ruşen Çakır: Islahatçı Demokrasi Partisi de vardı. Ve sen o tarihte Refah Partisi’nin Güneydoğu Parti Müfettişi’ydin ve seninle bazı arkadaşlarınız istifa etmiştiniz, protesto etmiştiniz MHP ile seçim ittifakına gidilmesini. O zamandan bu zamana çok şey geçti, Türkiye’de çok şey oldu. Sen de siyasî olarak değişik yerlerde yer aldın. Aydın Menderes’le beraber yer aldın, sonra HDP’den milletvekili seçildin vs.. Şimdi, otuz yıl sonra, 91’le birebir aynı olmasa da belki daha güçlü bir şekilde Erdoğan’ın Devlet Bahçeli’nin MHP’si ile yaklaşık altı yıldır ittifak yaptığını görüyoruz. Ve bu ittifak sadece bir kadro alışverişi, paylaşımı değil; söylem olarak MHP’nin söyleminin bu iktidara damgasını vurduğu yolunda benim de katıldığım bir egemen görüş var. Dolayısıyla bu perspektiften baktığın zaman, otuz yıl önce MÇP ile ittifaktan rahatsız olan insanlar, otuz yıl sonra, yaşanan onca şeyden sonra Milli Görüş’ün eninde sonunda devamı gibi olan AK Parti’nin liderinin MHP ile bu kadar yoğun siyasî ve ideolojik işbirliği yapıyor olmasını nasıl değerlendiriyorlar?

Altan Tan: Şimdi tabii ki lâfı fazla çevirmeden söylersen Kürtler bu durumdan rahatsız. Yani en geniş çevresiyle Kürtler; hem HDP’ye oy veren Kürtler, hem de HDP’yi de bir analize tâbi tutarsak HDP’nin içerisindeki seküler, sol, laik Kürtler de bundan rahatsız; HDP’nin içindeki dindar, muhafazakâr Kürtler de bundan rahatsız. Hâlâ AK Parti’de kalan, şu an AK Parti’den uzaklaşmakta olan Kürtler de rahatsız. Yani tek boyutlu değil, liberal Kürtler de rahatsız. Yani öyle bir sınıf varsa liberal Kürt dediğimiz orta sınıf ne koyu çok lider ne çok koyu Kürt taleplerinin peşinde; ama iki kimliği de reddetmeyen kesimi kastediyoruz, orta sınıfı. Bunlar da rahatsız. Şimdi bu rahatsızlık ayrı bir şey; ama sonuçta çözülmesi gereken, daha ileriye götürülmesi gereken bir mesele var. Kürtler’in Türkiye’de, Suriye’de, İran’da, Irak’ta, Ortadoğu’daki bütün pozisyonları bugün iç içe geçmiş durumda. Her seferinde şu denilebilir, konuyu bilmeyenler diyorlar ki: “Yahu her seferinde niye Suriye’yi buna katıyorsunuz?” Ben üç dört gün evvel Suriye sınırındaydım; yani Nusaybin’de, Kızıltepe’de, o hat boyundaydım, akrabaları ziyarete gitmiştim. Bizim akrabalarımızın aşağı yukarı yarısı da Suriye’de hâlen. Şimdi bunlar iç içe geçmiş. Dolayısıyla bir mesele var ortada. Ve bu mesele henüz nihâî bir noktaya, doğru düzgün bir noktaya, yani çözüm noktasına gelmemiş. Gelmediği için de otuz sene öncesine göre bir sürü mesafe katedilse bile –yani otuz sene evvel Kürt demek yasaktı–, bugün bir sürü mesafe katedildi; ama bu mesafe daha menzile ulaşmadı. Yani bu yolculuk menzile ulaşmadı doğru düzgün; bu karın ağrısı diyelim, sancı bitmedi. Onun için diyelim sürekli olarak bir ümit var. Yani tekrar bir adım, tekrar bir çözüm. Peki bu kim olabilir? Şu an hükümette Sayın Erdoğan var, Cumhurbaşkanı var, AK Parti var. Kimle konuşulacak bu mevzular? Hükümette kim varsa onunla konuşulur. Uzlaşma kimle yapılır? Uzlaşma karşıtınla yapılır. Yani dostunla, ahbabınla uzlaşmana gerek yok. Bazılarında da böyle bir şey var. İşte mesela geçenlerde HDP’nin eski Eş-Genel Başkanı Sezai Temelli bir tweet attı: “Faşizmle uzlaşılacak hiçbir şey yok”. Nokta. Kesin. E peki kimle uzlaşacaksın? Yani CHP diyorsan, işte Kemalistler bu sorunun başlangıcından itibaren bu sorunu var eden kitle İttihat ve Terakki. Onunla uzlaşmayacaksın, bununla uzlaşmayacaksın, kiminle uzlaşacaksın? Neticede şu an muhatabın, karşında kim varsa bir kapı aralamaya çalışacaksın. Bugünkü umut da budur. Acaba tekrar bir kapı aralanır mı? Şimdi bunu söyledikten sonra, hemen bundan daha önemli bir şey söyleyeyim: Şu an, hani siz Tayyip Erdoğan, seçildiniz; otuz sene öce Refah Partisi, sonraki durum Çözüm Süreci ve bugün işte MHP’ye “teslim olmuş” bir güvenlik politikası. Ondan daha önemli bir şey var: En geç iki sene sonra bir cumhurbaşkanlığı seçimi var. Yine lâfı daha fazla uzatmadan kestirmeden söyleyeyim: Kürtler’in oyunu alamayan cumhurbaşkanı olamayacak. Yani sadece HDP’ninkileri kastetmiyorum; AKP’ye de oy vermiş ama bugün rahatsız ve uzaklaşan ciddi bir Kürt kesimi var. Tayyip Erdoğan’ın en önemli özelliklerinden birisi pragmatist olması. Şimdi en geriye gidelim; mesela Necmettin Erbakan ile yollarını ayırdıklarını vakit, “Biz Milli Görüş gömleğini çıkardık” dediler, Amerika’ya gittiler, Yahudi lobileriyle görüştüler. Ve sonuçta işte, “Büyük Ortadoğu Projesi’nin Eşbaşkanıyız” dediler ve bir yola girdiler, iktidar oldular. Arkasından işte o iktidar olma döneminde ve çok uzun yıllar, aşağı yukarı 10-12 yıl Gülen Cemaati ile can ciğer oldular. Ve özellikle Tayyip Bey Fethullah Gülen’i ilk günden beri de sevmez. Yani bunu bizzat aynen yakın bilenlerden birisiyim ben. O beraber olduğu dönemde de sevmez. Ama şartlar, iktidar öyle gerektirdi ve bir yol aldı. Ondan sonra şartlar değişti, işte Avrupa Birliği ile, Amerika ile, Gülen Cemaati ile tamamen ters düşüldü. Bu sefer içerideki eski Kemalist unsurlardan kamuoyunda “Ergenekon” olarak adlandırılan, bugün Doğu Perinçek, İlker Başbuğ şahsında tanımlanan bir kesimle bir iktidar ortaklığı oldu. Şimdi buradan nereye varmak istiyorum? Tabii bu parantezin içinde Mehmet Ağar var, Süleyman Soylu var. Yani bir dönem ölümüne kavga ettiği insanlar var. Mesela 2007 seçiminde Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanlığını Mehmet Ağar engelledi biliyorsunuz. Bunlar sanki bin sene evvel oldu; herkes unuttu bunları. Şunu anlatmaya çalışıyorum: Tayyip Bey’in bir özelliği de pragmatist olmasıdır. Güne, zamana, şartlara göre iktidarda kalabilmenin şartı ne ise onu yerine getirmesidir. Bugün de o durumu var, lâfı oraya getireceğim. Bu cumhurbaşkanlığı seçimi önemli bir kavşaktır. Öyle oldu, şöyle oldu, böyle oldu, bugün içeride üç parça var AK Parti’de, beş parça var. İşte Bahçeli’ye teslim oldu, olmadı, güvenlik politikası. Ama sonuçta şu an bu trenin geldiği bir istasyon var. O istasyon cumhurbaşkanlığı seçimi ve bu cumhurbaşkanlığı seçiminde de baştaki lâfı bir daha tekrarlarayım: Kürtler’in oyunu alamayan cumhurbaşkanı olamıyor. Yani bu muhalefet için de geçerli.

Ruşen Çakır: İstersen burada bir… Sözünü tamamla, tamam.

Altan Tan: Tamamlayayım. Burada işte bir umut var. Yani değiştirir değiştiremez; bu yoldan çıkar çıkamaz… Ama çıkması gereken, mutlaka yeni bir pozisyon alması gereken bir durum var, bir mecburiyet var. Yani ya burada bir şey yapacak Kürt sorunu ile ilgili, Kürtler’le ilgili, bölge ile ilgili –bunlar da sadece ekonomik meseleler değil– veya sonucuna razı olacak. Onun için bir ümit, bir beklenti var burada.

Ruşen Çakır: Şimdi burada Altan’ın söylediği: “Erdoğan Kürtlere mecbur”. Bugün zaten Abdülkadir Selvi de yazmış. “Kürtler’i kazanmadığı bütün seçimleri kaybetti” diye.

Altan Tan: Evet, herkes söylüyor bunu; aklı başında herkes söylüyor.

Ruşen Çakır: Burada yalnız şöyle bir şey var Reha, sonra soracağım soruda: Erdoğan Kürtler’e mecbur olabilir mi, ama “Kürtler Erdoğan’a mecbur mu? sorusu var. Ve sizin yaptığınız araştırmaların birisinde ilginç bir bulgu vardı. Mesela muhalefet için bakıldığı zaman, CHP’nin bölgede bir ilgi oluşturmaya başladığı. Bu gerçekten üzerinde konuşulmayı hak eden bir bulgu mu? Ve de bunun ötesine de geçelim. Muhalefet Kürtler için bir seçenek; Altan’ın da belirttiği gibi ilk yapılacak olan cumhurbaşkanı seçiminde muhalefetin çıkaracağı, Kürtler’in bir şekilde oy verebileceği herhangi bir adaya oy verme ihtimalleri ne derece masada?

Reha Ruhavioğlu: Şimdi önce bu yeni bir çözüm süreci vs. gibi ihtimallerden bahsederler, buraya geleyim. Bir kere bugün herkes meselenin şu noktada farkında: “Bugün bir çözüm süreci olur mu, olacak mı? Bunun emâreleri midir, hazırlığı mıdır?” hikâyesinin tamamı aslında bütüncül ve kalıcı ve kapsamlı bir çözüm sürecinden değil seçim odaklı bir hazırlıktan besleniyor. Dolayısıyla bu şartlarda Kürt meselesine yeni bir çözüm süreci başlıyor tartışmalarının esas meselesi Kürt meselesini çözmek değil, seçimi atlatmak üzere. Muhtemelen Tayyip Erdoğan da diğer aktörler de buna göre hazırlıklarını yapıyorlar. Söylediğiniz meseleye gelecek olursak, şimdi biliyorsunuz Türkiye’de iki tane, ama bölgede üç tane siyasî faktörün hareketliliğinden bahsediyoruz. Bir Türkiye’de DEVA ve Gelecek partilerinin kurulması, yeni bir sinerji yarattı görünüyor. Her ne kadar…

Ruşen Çakır: Bunu ayrı bir başlık olarak konuşacağız, onu istersen bir sonraki turda sormayı düşünüyordum, DEVA ve Gelecek partilerini… Buyur. 

Reha Ruhavioğlu: CHP meselesine gelecek olursak, CHP’de bu mesele giderek ciddiyetle tartışılmayı hak eden bir meseleye dönüşüyor. Yani CHP’ye ilişkin oluşan ilgi, ya işte HDP’ye oy vermekten korkuluyor, o yüzden CHP söyleniyor değil. Çünkü birbirinden farklı, konusu birbirinden farklı, odağı birbirinden farklı hangi araştırmayı yapsak, CHP’nin kabaca bölgede az olan oyunun yani %2’lerde 3’lerde oyunun 8’lere 9’lara çıktığını görüyoruz. Ve bu ilgi giderek kalıcı bir hâle dönüşüyor. Burada en temel mesele, CHP’nin bu alanda devam edip etmemesi meselesi. Yani seçim üzeri HDP’nin baraj riskini gözetip bu alana çekilirse, bu ilgi tekrar HDP’ye dönebilir. Çünkü halihazırda CHP’ye gidiyor görünen oylar, her ne kadar tamamı HDP’den gelmese de CHP’nin yokluğunda HDP’ye gidecek oylara benziyor, bunu bir kenara koymak lâzım. Öbür taraftan CHP’nin tutumuna baktığımızda, hayır, hiç burayı terk edecek gibi görünmüyor. İşte Doğu Masası kurmak, buraya sürekli heyetler göndermek, buradan katılımları kabul etmek. Ve daha önemlisi CHP’nin eskiden nerede olduğunu kim olduğunu bilmediğimiz il teşkilatlarının artık bir siyasî rekabetle yürüyor olması. Yani oranın maddî ya da manevî bir hedef hâline gelmesi. Bütün bunlar CHP’nin bu alanda büyüdüğünü gösteren şeyler. Belki burada en ilginç olan şu: Bölgenin üçüncü partisinin DEVA mı Gelecek Partisi mi falan olacağını konuşurken, bugün hâlâ bölgenin üçüncü partisinin AK Parti ve HDP’den sonra CHP olduğunu görüyoruz. Bu oy nereden geliyor? Bu oy geçen seçim oy kullanmamış olanlardan ve ilk kez oy kullanacak olanlardan, yani seçime gitmemiş ya da gidememiş ya da gitmeyi tercih etmemişler ile bu dönem ilk kez oy kullanacaklar ile CHP’ye belirgin bir akış var. Ama bunun yanında örneğin HDP’nin oyunun %4’ü, 5’i gibi, AK Parti’nin %2’si gibi küçük kütleler gelip buraya ekleniyorlar. Dolayısıyla bölgede eğer mevcut belirli şartlar için konuşacak olursak, önümüzdeki dönemde bölgede CHP’nin daha fazla milletvekili sayısına ulaştığını göreceğiz ve CHP’nin siyasî olarak daha etkin bir partiye dönüştüğünü de göreceğiz. Gelelim cumhurbaşkanlığı meselesine: Şimdi, biliyorsunuz kabaca Kürtler dediğimiz bu kitle Türkiye’de ortalamanın üstünde bir politik bilince sahip olan bir kitle. Bu kitlenin HDP’li olanları zaten Tayyip Erdoğan’la arasındaki mesafeyi tamamen… yani bariyerleri örmüşler ve orayla bir iletişim, oraya dönüş, orayı tekrar desteklemek gibi bir moral motivasyon görmüyorlar. Elbette ki HDP’nin, örgütün, Öcalan’ın bütün bu süreçte ne yapacakları? Burayı bir miktar etkileyecekler, tamamen olmasa bile. Öbür taraftan AK Parti’nin bir önceki seçimde kazanmış olduğu, garantiye almış olduğu desteğinin bir miktarını da kaybettiğini görüyoruz. Dolayısıyla seçimi kazanmak Tayyip Erdoğan için ve AK Parti için bir önceki seçimden daha zor görünüyor bu kesin. Ancak öbür taraftan Kürtler koşar adım başka bir yere de gitmiş değiller. Hem AK Parti’ye oy vermiş Kürtler, oyunu çekenler kararsız ve boykot gibi bir durağa öncelikle gidip konaklıyorlar, oradan başka bir partiye, çoğunlukla değil de daha çok boykota ve kararsıza gidiyorlar. Hem de HDP’nin seçmeni dediğimiz seçmen koşar adım bir muhalefet adayına doğru gitmiyor. Burada birkaç şey belirleyici olacak: Muhalefet nasıl bir adayla ve nasıl bir manzarayla, nasıl bir vitrinle, nasıl bir işbirliğiyle seçime gidecek? Bu çok önemli bir belirleyen olacak. Yani Kürtler için hiç adı sanı olmayan, bir aktör olmayan, “Arkadan bizi destekleyin ama hiç yanımızda görünmeyin” gibi bir aktör mü olacak? Yoksa görece sürecek bir paylaşım mı olacak? Bu belirleyici olacak. İkincisi, muhalefetin adayının kim olduğu, Kürtler’e ilişkin ne söylediği önemli bir belirleyen olacak. Örneğin İmamoğlu ile Mansur Yavaş arasında Kemal Kılıçdaroğlu ile Meral Akşener arasında belirgin farklar olacak Kürtler açısından. Dolayısıyla bütün bu manzara hâlihazırda Tayyip Erdoğan için giderek zorlaşmışken, muhalefet için de çantada keklik olduğunu söyleyemeyiz. Bugün muhalefetin erken seçim için baskı yapması, çağrı yapması kendisi açısından hem moral motivasyon bağlamında, hem “Tayyip Erdoğan bakın sandıktan kaçıyor” imajını beslemek açısından doğru bir strateji… muhalefetin adayı garanti değil. Muhalefetin adayının Tayyip Erdoğan’a galip geleceği de garanti değil. Tayyip Erdoğan’ın seçimi kazanması ne kadar zorsa, muhalefetin kazanması da bir o kadar zor. Muhalefeti burada motive eden, moralini yükselten şey, bir önceki seçimde çok daha zordu muhalefetin kazanması. Bugün giderek yakınlaşmış o eşiğe. Bu yüzden muhalefetin nasıl bir yol yürüyeceği, hangi denklemleri, hangi ortaklıkları, yani küfede hangi yumurtaları bir arada taşıyacağı çok önemli bir belirleyen olacak. Yine de bugüne kadarki yürüyüşe baktığımızda, omurgasını CHP’nin ve Kemal Kılıçdaroğlu’nun taşıdığı, bir yandan İYİ Parti ile iyi ilişkilerin kurulduğu, bir yandan HDP ile iyi ilişkilerin kurulduğu, öbür taraftan DEVA ve Gelecek partilerinin bu ittifakı desteklemekten çekinmeyecekleri bu manzara eğer tek bir adayda ortaklaşabilirse, muhalefetin bu yerel seçimlerden bugünlere sürdürdüğü sinerjiyi bir galibiyete dönüştürme ihtimali de elbette ki verili şartlar için konuşacak olursak Tayyip Erdoğan’ınkinden daha güçlü de görünüyor.

Ruşen Çakır: Altan seninle, bayağı oldu, Diyarbakır’da uzun bir sohbet etmiştik — bu DEVA ve Gelecek partilerinin ilk dönemleriydi. Seni heyecanlandırmamıştı, öyle hatırlıyorum. Ve o zamandan bu zamana, çok bir beklenti doğurdu, özellikle bölgede. Birtakım isimler bu partilerde yer aldı vs., sanki hatta senin de o partilerden birisinde yer alma ihtimalini insanlar hep düşündüler ve tahmin ediyorum ki birtakım temaslar da olmuştur. Şimdi bugün baktığın zaman Gelecek ve DEVA partilerini bölge özelinde, Kürt sorunu bağlamında nasıl bir yerde görüyorsun?

Altan Tan: Senin de dediğin gibi ilk başlarda, yani hem AKP’nin bu Kürt siyasetinden rahatsız olan hem de HDP’nin işte tıkanmışlığında, çözümsüzlüğünde patinajından rahatsız olan Kürtler’in önemli bir kısmı özellikle de DEVA Partisi’nden bir beklenti içine girdiler. Gelecek Partisi’nden ziyade DEVA Partisi’ne daha fazla bir umut bağlandı. Fakat maalesef bu yaşadığımız üç beş ay, altı ay, sekiz ay dersen, bir süreçten sonra buralardan bir şey çıkmadı. Ben bunu ilk günden beri bilen ve görenlerdendim. Her iki kesimle de görüştüm ben, uzun görüşmelerim oldu, yer almadım. En son zaten DEVA Partisi’nde bir kriz çıktı biliyorsun. 28-29 Haziran gecesi, Şeyh Said ve 46 arkadaşının idam edilmelerinin 96. Yıldönümü’ydü. Diyarbakır ve Mardin DEVA Partisi il teşkilatları bir anma ve rahmetle anma, yâd etme, “Mezar yerleri belli olsun” şeklinde bir açıklamada bulundular. DEVA’nın iki genel başkan yardımcısı şiddetle tepki gösterdiler. Benim bugünkü yazım bu konu üzerine. Haftada bir yazıyorum bir internet sitesinde. Şeyh Said ve arkadaşlarını Cumhuriyet’e isyan eden ve Cumhuriyet değerlerine başkaldıran âsiler olarak tanımladılar ikisi de ve il başkanlarını tehdit ettiler; eski tabirle uyardılar, kulaklarını çektiler gerçek tabirle. Şimdi Cumhuriyet Halk Partisi bile şu an Kılıçdaroğlu’nun ağzından bu tip cümleler kurmuyor. Yani Cumhuriyet değerlerine başkaldırmış âsiler, hainler tâbirini ne Şeyh Said için ne Seyit Rıza için kullanmıyorlar. Yani onun için, o partilerin bölgede ilk başta estirdikleri o beklenti ve ümit bugün yok. Bu da tabii o kadroların eksikliğinden, olayı kavrayamamalarından; özellikle DEVA Partisi’nin çok daha farklı sulara gitmesinden. Mesela Gelecek Partisi biraz daha Refah Partisi AK Parti geleneğine bağlı, biraz daha bölge ve gerçeklerini daha yakından görme anlamında eski AK Partililer’de daha fazla etki uyandırıyor. Ama liberal, sol, daha farklı kesimlerde DEVA Partisi maalesef bugün için bir şey ifade etmiyor. Tabii şunu bir iki cümle olarak söylemem lâzım: Hem iktidarın yani AK Parti’nin, hem de muhalefetin Kürt meselesine yaklaşımları böyle derli toplu, başı sonu belli –Necip Fazıl Kısakürek’in bir tâbiri vardı, “bir fikrin çilesini çekme, tefekkür etme, düşünme, kafasında yoğurma, sonra bir netice çıkarma”– böyle bir yaklaşım değil, yani AK Parti’ninki de öyle değil, muhalefetinki de hiç öyle değil. Peki ne? İşte, “Önümüzde bir seçim var; bu seçimleri kazasız belasız atlatalım, Kürtler’in oyunu alalım, cumhurbaşkanlığını kazanalım, hükümeti kuralım; ondan sonra da bakalım”. Yani muhalefetin de durumu bu. Mesela CHP’nin, DEVA’nın, Gelecek Partisi’nin, hatta Saadet’in, İYİ Parti’nin, hiçbirinin böyle yoğurulmuş, özümsenmiş ve bir proje halinde topluma takdim edilebilecek bir Kürt dosyaları yok maalesef. Onun için yani, “Bu seçim önümüzde bir fırsat” derken, “Ya biz de işportacılık yapalım; hadi işte bu pazardan ne kurtarırsak bir şey götürelim” değil. Ama siyaset öne çıkan fırsatları da değerlendirmedir. O nihâî çözüme bir giriş olabilir bu mecburiyet; hem iktidar açısından diyorum hem de muhalefet açısından. Onun için, işte diyoruz, tamam bu arkadaşlar sırf seçim için bile olsa –ki öyle düşünüyoruz–, bu meseleye kafa yormak zorundaysalar, o zaman en azından hani böyle çok dertli toplu mükemmel bir sofra olmasa bile, hadi lokantacılık tâbiriyle bir ara sıcak çıkarabilmek lâzım buradan. Şimdi Kürt siyasetçilere düşen veya Türkiye’yi demokratikleştirmek isteyen Türk’üyle Kürt’üyle farklı unsuru ile bütün siyasetçilere düşen bunu bir fırsata çevirmek olmalı. Yani bir adım — velev ki seçim için bile olsa. Tamam iki taraf da seçimi kazanmak istiyor. Biri yirmi yıldır iktidarda, düşmek istemiyor. Öbürü de yirmi yıldır muhalefette, ne pahasına olursa olsun Erdoğan’ı götürmek istiyor; ama HDP’ye diyor ki: “Bana yanaşma. Kürt meselesinden bahsetme. Şartsız oyunu bana ver, selam sabah verme, ben sonra bakarım”. Bu tam bir metres ilişkisi; yani nikâh yok ortada, metres ilişkisi, gizli aşk. Öyle bile olsa, velev ki öyle bile olsa, neticede bunu bir fırsata çevirmek lâzım. Buyurun kardeşim, siz en azından bir şeyler…, kısa vadede işte bir sürü siyasî tutuklular var, bir sürü davalar var, bir sürü kanun hükmünde kararnameler (KHK) var. Hani derler ya? Esas ana yemek gelmeden önce ordövrdür, ara sıcaklardır, salatalardır. Yani hele bir başlayın; bir sofraya bir şeyler koyun, –benim hanımın dediği gibi: “Tüm örneklerini yemeklerden veriyorsun”; ben de iyi bir aşçı olduğum için oradan geliyor–, hele bir başlayın bakalım. Bir sofraya bir şeyler koyun, donatın. İşte esas ana yemek gelene kadar bence bunu küçümsememek lâzım. Yani hem iktidarın, hem muhalefetten…

Ruşen Çakır: Altan bu söylediğin güzel benzetmelerde şöyle de bir şey var: Herkes kendini ev sahibi görüyor ve ondan sonra, “Misafir umduğunu değil bulduğunu yer” diyor; orada işte evin ortak sahibi olabilme meselesi var. Sorun burada düğümleniyor işte.

Altan Tan: İşte, bunun da yolu oradan geçiyor. Bir kabullenmeden geçiyor. Sizi en azından misafir kabul ediyorsun, sonra işte bu evin hissedarı şusu busu ortağı neyse. Sonra sizin mutfağınız olacak veya siz gireceksiniz mutfağa. Benim Allah rahmet eylesin bir halamın oğlu vardı, diyordu ki: “Buzdolabını açıp da rahatlıkla istediğimi alamadığım evde misafir de olamam” diyor. Yani buzdolabını rahatlıkla gidip açabilecek kadar bir samimiyetimin olması lâzım, bunu fırsata çevirmek lâzım. Bu ağrı hem iktidaradır hem de muhalefetedir. Hadi buyurun seçimi kazanmak için bir şey yapmak zorundaysanız bile bir şeyler yapın.

Ruşen Çakır: Açık artırmaya çıkarıyorsun bu iktidarla muhalefeti.

Altan Tan: Hayır, bu bir at pazarlığı değil; ama enayi yerine koyulmak da değil. Yani sen bir tarafta, “Ülke bölünüyor, vatan gidiyor. Al kardeşim, sana iki yatırım biraz para vereyim iktidarı destekle” veya işte “zaten bu iktidar bitti gitti öldü, sen zaten bana mecbursun; hadi beni destekle, ben de ondan sonra bir kıyak yaparım.” Böyle bir enayi durumuna veya dilenci durumuna da düşmemek lâzım. Çünkü çok köklü bir siyasî geçmişimiz var; yani bütün Kürt siyasetçileri kastediyorum, Türkiye’nin bütün demokratlarını da…

Ruşen Çakır: Evet, tekrar bu konuya geleceğiz; ama şu DEVA-Gelecek partileri meselesini bir de Reha Ruhavioğu’na sormak istiyorum. Gerçekten o ilk başta yaratılan heyecan söndü mü bu iki parti açısından? Senin gözlemlerin ne?

Reha Ruhavioğlu: Yani ilk başta, hatırlıyorsanız, sanırım siz de eleştiriyordunuz; özellikle iki partinin birbirinden farklı çıkması, yani iki ayrı parti olarak çıkmasını… Özellikle de DEVA’nın sürekli çıkmayı geciktirmesi bir miktar beklentiyi düşürmüştü. Yani yine 2019’da Medyascope üzerinden bizim yayınladığımız bir “Bölge aktörleri yeni partilere ilişkin ne düşünüyor?” raporu, hatırlarsanız o çok ilgi gören bir rapordu sizin sitenizde. Oradaki en temel tespitlerden birisi şuydu: O aktörler, bu iki parti bir araya gelip tek bir çatı olarak çıkış yapmazsa ya da biri diğeri lehine geri çekilmezse, o… yani bir parti değil de iki parti olarak çıkmaları hem bir kafa karışıklığı hem de sonuçta o kitle bir değil de iki parça olarak görüldüğü için, AK Parti’nin karşısında büyümelerini yavaşlatan bir süreç oldu. Bu bir tane problem; öbür problem, muhafazakâr seçmenin davranışı. Öyle, “İyi bir parti çıktı, hadi gidelim oraya verelim değil. Bu parti güçlü bir parti mi? İktidarın alternatifi bir parti mi? Yani bizim değerlerimizle barışık olan bir parti mi? Barışık, bizim değerlerimizle barışık eyvallah AK Parti ile bugün Davutoğlu’na da Ali Babacan’a da gayet rahat oy verebilirler; ama bu oy onları iktidara taşıyacak bir oya yetiyor mu, yetmiyor mu? Yani bugün muhafazakâr kesimde, “Bizim Gelecek ve DEVA partilerine taşınan oylarımız CHP’ye yarıyor” algısı var. CHP’ye değil de yine bize yarıyor algısının oluşması için DEVA ve Gelecek partilerinin biraz daha büyümesi ve güçlenmesi lâzım. Bu arada özellikle DEVA açısından ideolojik kulvarla ilgili bir problem ortaya doğuyor. Biraz kendileri orta sınıfa hitap ediyor gibi bir imaj oturdu DEVA ile ilgili ve bu imajı değiştiremiyor, her ne kadar çabalasa da yeterince değiştiremiyor. Bunun yanında Altan Bey’in söylediği bu son Şeyh Said meselesindeki gibi krizlerde, çok temel meselelerdeki bu kadar görüş ayrılığı sürekli içeride enerjiyi bazı şeylere oturtmakla ilgili bir çabaya hapsediyor. Yoksa Genel Merkez’in tutumuna bakarsak, evet, açıktan birine ya da diğerine destek çıkmamakla beraber bu bahsettiğiniz iki genel başkan yardımcısına da sahip çıktıkları pek görülmedi, öbür taraftan o il başkanlarına hitap edecek bir kurumsal söylem de görmedik. Ama buradaki meseleler, DEVA’nın bazı aktörlerinin özellikle ya merkeze oynayarak İYİ Parti gibi bir aktöre rakip olması. Kendi tercihiyle özellikle. Burada bir problem var. İYİ Parti zaten %7-8 hazır bir oy oranını üzerine kurulmuş bir partidir. Ama DEVA ile Gelecek partileri kurulduklarında böyle bir hafıza yoktu ortada. Dolayısıyla siz merkezde siyaset yapacağınız zaman merkezdeki aktörlerden daha iyi yapıyor olmanız lâzım. Şimdi hâlihazırda DEVA Partisi ne Meral Akşener’den ne İYİ Parti’den iyi siyaset yapabiliyor, ne de CHP’nin merkeze yürümeye çalışan bu çabasından daha iyi siyaset yapabiliyor. Geriye ne görünür oluyor? Orada işi kotaramayınca, işte, CHP’den daha Atatürkçü olmaya çalışan, İYİ Parti’den daha milliyetçi olmaya çalışan bazı aktörlerin öne çıktığını görüyoruz. Bu da DEVA’da bir dağınıklığı gösteriyor bize. DEVA’nın potansiyelini büyütecek bir siyasî aktör olacaksa eğer, oturup bu rotasıyla ilgili bir muhasebeye girişmesi gerekiyor. Hali hazırdaki bu rota DEVA’nın derdine derman olacak bir rotaya benzemiyor. Öbür taraftan elbette Aki Babacan bu yeni iktidar denklemi içinde partisinden bağımsız olarak önemli bir aktöre de dönüşebilir. Bir baktık Ali Babacan ortak cumhurbaşkanı adayı olarak kabul de görebilir. Çünkü aynı zamanda böyle de bir profil. Böyle bir profil, aynı zamanda DEVA’yı da büyütecek, muhalefete total etki de yaratacaktır. Yani şunu söylemeye çalışıyorum: Bugün Babacan ortak aday değil ve partisinin lideri olarak seçime girdiğinde parti %3-5-7 alacaksa, Babacan muhalefetin ortak adayı gibi bir pozisyonda seçime girdiğinde bu oy en azından ikiye katlanacaktır. Bu ikiye katlanan oy büyük çoğunlukla AK Parti’den gelecektir. Dolayısıyla bu küçük görünen ama potansiyeli güçlü kütle, muhalefetin kendi arasındaki tartışmalarda hangi bağlamda ele alınıyor o biraz önemli görünüyor benim açımdan. İmamoğlu bugün örneğin HDP kitlesinin rahatlıkla destek vereceği, AK Parti’den rahat oy alamasa bile bir sinerji yaratabilecek bir adaya benziyor, diğer adaylar pek öyle görünmüyor. Ama Babacan’a baktığımızda HDP’nin de kendi kitlesini rahatlıkla ikna edebileceği, CHP’lilerin çok büyük itiraz etmeyeceği, aynı zamanda AK Parti’nin rahatsızlarının da kolaylıkla gelip destekleyeceği bir aktöre dönüşebilir. Dolayısıyla bir seçim zamanına girdiğimizde DEVA’nın hızlıca ikiye üçe beşe katlandığını, Ali Babacan’ın da bugünkü pozisyonundan çok daha güçlü pozisyonun adayı olarak öne çıktığını görmemiz ihtimal dâhilindedir. Çünkü diğer güçlü aday olarak İmamoğlu’ndan bahsettiğim için onu söyleyeyim, diğer güçlü aktör İmamoğlu’nun seçime girmesi demek, CHP’nin İstanbul’u bir şekilde gözden çıkarması demek. Bütün bu denklemler ebette farazî konuşuyoruz. Ama şunu da mutlaka unutmamak gerekiyor. DEVA’nın büyümesi sadece DEVA’nın problemi değil, DEVA’nın önündeki bir ödev değil, muhalefetin de ödevidir. Bana kalırsa İYİ Parti’nin merkezde %12 ile %17 arasında oy alması muhalefete total bir etki yaratmıyor; ancak DEVA’nın 3’ten 7’ye 8’e çıkması muhalefet blokunda çok daha büyük bir total anlam ifade edecektir. Bu da AK Parti’den geçişi daha da hızlandıracak, kolaylaştıracaktır. Hatırlayın CHP İYİ Parti lehine kendi oyundan, desteğinden feragat etti. Yani beraber büyümeyi tek başına büyümeye tercih etti. Eğer muhalefet böyle bir denkleminde anlaşabilirse Ali Babacan’ın başkan adı olup olmamasından bağımsız olarak İYİ Parti’nin merkezdeki siyaseti birazcık DEVA’ya devretmesi ve DEVA’nın merkezde biraz büyümesinden sonra AK Parti’den akacak oyların biraz hızlanması gibi bir strateji konuşulursa, ben bir blok olarak muhalefetin totalde daha başarılı, yani oy oranlarının daha yükseleceğini düşünüyorum. Onun dışında bugünkü performanslarına baktığımızda görünen o ki, DEVA ve Gelecej partileri biz seçim sathı mailine girmeden bir sıçrama yapamayacaklar. O yüzden bir seçim sathı mailine girmek en çok bu iki parti açısından hayatî bir önem arz ediyor. Bunları söyleyeyim.

Ruşen Çakır: Altan, yavaş yavaş toparlayacağız; şimdi çok kritik bir soru soracağım, ama bunu saatlerce konuşabiliriz onun için kısaca cevap istiyorum, zor olduğunu biliyorum ama. Mâlûm, Erol Katırcıoğlu bir söz etti, sen de buna bir şekilde değindin; aslında Sezai Temelli üzerinden, ama bir röportajda: “Erdoğan rehin alınmış durumda, ama tekrardan bir şey söyleyebilir” dedi, ama Erol Katırcıoğlu’nun HDP milletvekili olmakla birlikte temsil gücü çok yok. Bu küçük çaplı da olsa bir tartışma yarattı. Bunu özlü bir şekilde cevap verecek olsak, HDP ile Erdoğan arasında bundan sonra hiç ama hiçbir ilişki olamaz mı?

Altan Tan: Şimdi, “Siyasette olmaz olmaz” diye bir lâf vardır. İkinci olarak, Süleyman Demirel’in meşhur bir lâfı var, siyaset tarihine geçti:” Siyasette 24 saat bazen çok uzundur.” Çok uzun bir süredir biz bunu yaşayarak gördük. Yani okuduğumuz tarih bilgisi, felsefe, sosyoloji ayrı; ben şahsen kendi hayatımda bu 24 saatleri gördüm. Olmaz denilen şeylerin nasıl olabildiğini gördüm. Kendi hayatımda gördüm. Dediğin gibi uzun uzadıya onlara girmeyeceğim. Şu an bu seçim mecburiyeti ve seçimleri kazanma mecburiyeti hem iktidara hem muhalefete bugün beklenilmeyen ve öngörülmeyen, öngörülemeyen adımları attırabilir, siyasî tecrübemle bunu biliyorum. Bugün bu saat civarı ile öngörülmeyen ve öngörülemeyen bazı gelişmeler, hem iktidar açısından hem de muhalefet açısından bu adımları attırabilir. Nedir bunlar biraz daha açarsak? Mesela şu an Suriye’de yeni bir düzen tartışmaları var; işte Joe Biden’ın Sayın Erdoğan ile görüşmesi, söylediği söylemediği, fısıltı gazeteleri var. Murat Karayılan’ın bir açıklaması olduğunu biliyoruz. İşte, “Bize şunu gönderdiler, şöyle dediler” falan. Öcalan henüz devrede değil. Ben mutlaka Öcalan’ın da şu veya bu şekilde bir tavır takınacağı kanaatindeyim ve en azından yorumunda bulunuyorum; ne kadar tutar tutmaz onu ben de bilmiyorum. Şimdi bütün bunları üst üste koyduğumuz vakit, yani ben Erol Katırcıoğlu’nun söylediklerini doğru bulanlardanım. Sonuçta muhatabın kimse, “Ben onunla konuşmam, bununla uzlaşmam, bunun yemeğini yemem…” Siyasette böyle bir şey söz konusu değildir. Türkiye Rusya’nın uçağını düşürdü ve koskoca Rusya’nın Büyükelçisi Ankara’nın göbeğinde kameraların önünde öldürüldü ve bu kriz atlatıldı. Kürt meselesinde de özelikle bu seçimler sadece bir cumhurbaşkanlığı seçimi değil, Türkiye’nin uluslararası bloklardaki yerini belirleyecek. Ortadoğu’nun geleceğine çok büyük etkisi olacak. Yani bir sürü denge bu seçime bağlı. Yani sadece bir insanın kazanıp kazanmaması değil. Ben bu dengelerin içinde birçok şeyin mümkün olabileceğini düşünüyorum. Yani iktidar kanadından da mümkün görüyorum, muhalefetten de mecburiyetlerin birçok adımları attırabileceğini düşünüyorum. Tekrar söyleyeyim, önemli bir cümle olarak: Daha Öcalan ve Kandil son sözlerini söylemediler; yani nasıl bir pozisyon alacakları netleşmedi. Bekleyip görmek lâzım. Ama ben bazıları gibi, “Kapılar kapatılsın, onunla konuşulmasın, bununla bu yapılmasın” diyenlerden değilim. Bu işi Türkiye’nin demokratikleşmesi için bir fırsata çevirmek lâzım, Kürt sorununun çözülmesi için bir fırsata çevirmek lâzım. İktidarı da muhalefeti de bir proje ortaya koymaya zorlamak lâzım. Türkiye de belki bu patinajdan böylelikle çıkar.

Ruşen Çakır: Reha, seninle bitirelim. Sen demin ilk konuşurken de bir yerde HDP’nin ördüğü bariyerlerden bahsetmiştin. Şimdi tekrar aynı soruyu Erol Katırcıoğlu’nun söylediklerinden hareketle sana soracak olursam, tabii HDP’nin bir yönetimi var, bir de tabanı var. Bunları göz önüne alarak sen ne düşünüyorsun?

Reha Ruhavioğlu: Yani ben de önce Altan Bey’in bıraktığı yerden bir vurgu ile geçeyim; çünkü esas odağı ben de HDP’ye getirmek istiyorum sizin sorduğunuz gibi. Elbette ki çatışma çözümü çalışanlar bilirler ki, siz dostunuzla barışmazsınız. Çatıştığınız, yani düşman dediğiniz kişilerle barışırsınız. HDP’nin, bugünkü şartlarda iktidarda Tayyip Erdoğan kalacaksa, ne HDP ve örgütün bir aktör seçme lüksü var, ne de iktidarın HDP’yi ve örgütü gözden çıkarma gibi bir lüksü var. Bunu bir kenara koyalım. Dolayısıyla mecburlarsa birbirleriyle çözecekler. Bazı dostları, bazı arkadaşları, bazı destekçileri, müttefikleri bundan rahatsız olur; bu da doğal bir şeydir. Öbür taraftan HDP ile ilgili sorduğunuz soruya ilişkin iki şey söyleyebilirim. Bir, AK Parti ile HDP arasında, Erdoğan ve HDP’nin seçmeni ve HDP’nin yönetimi arasında yıllardır devam eden bir mesafe var ve bu aradaki duvarı giderek büyüttü. 2007’de, hatta 2011’de bile HDP’li Kürtler’in de ikinci partisi AK Parti iken, bugün en uzak durdukları parti AK Parti. Burada bir haysiyet zedelenmesi ve bununla beraber bir uzaklaşma var. Ancak öbür taraftan HDP ile ilgili şöyle bir problem görüyorum ben: Şimdi HDP bir aktör, seçmen lüksü olan bir parti gibi ,yani siyaseten böyle konuşması başka bir şey, öbür taraftan da gerçekten böyle davranıyor gibi. Yani Tayyip Erdoğan’la oturmak zorunda kaldığında, örneğin bugün Öcalan ya da Kandil buna çok daha kolay oturabilecekken, HDP o masaya en zor oturabilecek aktöre benziyor. Bu bir problem. Bu problem şuna sebep oluyor: Siz Erdoğan’ı kategorik olarak reddettiğinizde, öbür tarafa da kategorik olarak mecbur kalıyorsunuz. Yani muhalefet blokunun bugün HDP’yi bu kadar yanına çekmeden oyuna almasının sebeplerinden birisi, HDP’nin pazarlık gücünü kaybetmiş olması ve HDP’nin pazarlık gücünü kendi eliyle kaybetmiş olması. Yani HDP iktidar nezdinde bugün bir pazarlık gücüne sahip olsa, muhalefet HDP’ye bugünkü muameleyi yapmakta zorlanacaktır. HDP muhalefet bloku nezdinde Kürt meselesi bugün alıştığı bir mesele olsa, muhalefet bloku nezdinde pazarlık gücü yüksek bir aktör olsa, iktidar bugünkü gibi HDP’yi kolay gözden çıkaramayacaktır. Dolayısıyla elbette ki bütün siyasî baskı, yargısal baskıları bir kenara koyarak, HDP, elbette ki ilkesel olarak barış yapılmak zorundaysa ve Erdoğan ile yapılmak zorunda ise, elbette ki yapılır. Bunun da bazı mutfak hazırlıkları, yol hazırlıkları, çalışmaları olur demesinde hiçbir mahzur yok. Bugün HDP çıkıp “Biz bir çözüm süreci başlatıyoruz ve Tayyip Erdoğan ile başlatıyoruz” dediğinde hiçbirimizin HDP’yi yargılamaya ihtiyacı yok. Çünkü bugün bir çözüm süreci ancak Tayyip Erdoğan ile yürütülebilir. Ne zaman ki aktör değişir, HDP o zaman o aktörle ilgili ne yapacağına bakar ya da bütün olarak Kürt hareketi. Dolayısıyla ben Kürt siyasetinin, özellikle legal Kürt siyasetinin HDP’nin pazarlık gücü ile ilgili bir handikap yaşadığını ve zaman zaman bunu aşmak için bazı hamleler yaptığını, mesela “Bizim yanımıza açıktan durmayacak olanlarla bağrımıza bu sefer kolay taş basmayız” gibi çıkışlar, “Biz varız; bizi gerçek, meşru, legal ve sizin kadar eşit bir aktör olarak görecekseniz görün” gibi mesajlar olduğunu düşünüyorum. AK Parti’den bu kadar hızlı desteği çekmekle, muhalefete bu kadar hızlı çantada keklik yazılmış olmak HDP açısından bir handikap ve HDP de bunun farkında görünüyor. Ama bundan sonra işlerin daha eşit bir düzeye çekilmesini elbette onlar da isteyecektir. Ve sanırım muhalefet de bundan kaçamayacaktır; bir yerden sonra ne İYİ Parti ne de CHP’nin bundan kaçabileceğini sanmıyorum. Zaten DEVA da Gelecek Partisi de bu konuda çok da sıkıntılı bir pozisyonda durmuyorlar; en azından diğer muhalefet partilerine göre diyeyim ve ben de burada tamamlamış olayım. 

Ruşen Çakır: Bugün Cumhurbaşkanı Erdoğan iki buçuk yıl aradan sonra Diyarbakır’a tekrar geldi. Biz de Altan Tan ve Reha Ruhavioğlu ile bu konuyu tekrar değerlendirdik. Her ikisine de çok teşekkür ediyoruz, izleyicilerimize de teşekkürler, iyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.