Gazetecilik anılarımın 52. bölümünde değişik dönemlerde, değişik siyasi kişi ve çevreler tarafından hakkımda üretilen spekülasyonlardan; özellikle sosyal medyanın yaygınlaşmasıyla organize ya da değil, yürütülen yıpratma ve yıldırma kampanyalarından, bu arada yine sosyal medyada yaşadığım bazı ilginç olaylardan örnekler anlattım.
Yayına hazırlayan: Zübeyde Beyaz
35 yıllık gazeteciyim. Türkçe’nin dışında Fransızca ve İngilizce’yi anlayabiliyorum, konuşabiliyorum, yazabiliyorum da. Ama kendi anadilim olan Lazcayı bilmiyorum. Birkaç kelimeden ibâret bir Lazca bilgim var. Bu da benim hayattaki en büyük ukdelerimden birisi. Bu nedenle 35 yıllık gazetecilik hayâtımdan kesitleri aktarmayı hedeflediğim bu podcast dizisinin başlığını “Gomaşinen” olarak seçtim; yani: “Hatırlıyorum…”
Merhaba, iyi günler. “Gomaşinen”in 52. bölümünde gazetecilik hayâtım boyunca mâruz kaldığım bazı saldırılardan –ki bunlar özellikle sosyal medyanın yaygınlaşmasıyla berâber daha da görünür oldu– örnekler vermek istiyorum. Bunu tabii ki bir mağduriyet edebiyatı yapmak için yapmıyorum. Bu anlatacağım olayların her biri, aslında Türkiye’nin nasıl bir ülke olduğunu ve Türkiye’de gazetecilik yapmanın nasıl bir şey olduğunu gösteren örnekler.
Bir kere şunu söyleyeyim: 23 yaşında gazeteciliğe Nokta dergisinde başladım ve kısa süre sonra İslâmî hareketlerle ilgili çalışmaya başladım. Solcu kimliğimi hiçbir zaman gizlemedim ve bu nedenle zâten daha ilk baştan birtakım spekülasyonların hedefi oldum: ajan olmak, muhbir olmak ya da –solcular tarafından– İslâmcıların ekmeğine yağ sürmek, vs.. Bu konuda değişik zamanlarda değişik şeyler başıma geldi. 1990 yılında Âyet ve Slogan’ı yazdıktan ve bunun bayağı bir ilgi görmesinden sonra, bir yandan bu tür iddialar kesilirken, bir yandan da bâzıları çok daha güçlü bir şekilde bunu dile getirir oldular. Bu kitabı tek başıma benim yazamayacağımı düşünenler oldu, vs.. Hiç unutmuyorum, bir keresinde Diyarbakır Havaalanı’nda kimlik gösterirken, orada görevli bir polis emniyet âmiri beni tanıdı ve muhabbet ettik. Kendisi kitabı çıktığı zaman okuduğunu söyledi ve bana kaç kişilik bir ekiple yaptığımızı sordu; ben de tek başıma yaptığımı söyledim, inanmadı, hâlâ inanmıyor olabilir. Ve işin acısı, geçtiğimiz günlerde Ankaralı bir gazeteci, iktidara yakın bir medya kuruluşundaki bir gazeteci –ama sevdiğim birisiydi, muhabbetim olan birisiydi–, oturdu bir köşe yazısında, bu son bizim başımıza gelen olaylardan mütevellit, benim Âyet ve Slogan’ı da Amerika’dan aldığım fonlarla yazmış olduğumu düşündüğünü yazdı — ki yani küfür bile edemiyor insan ve büyük bir hayal kırıklığı olduğunu söyleyebilirim.
Neyse, onun bir süre sonrasında, o tarihlerde medyada belli bir etkisi olan Aydınlıkçılar bana bir şekilde taktılar ve o meşhur, Erdoğan’la Abramowitz’i benim buluşturduğum yalanı –ki bunu “Gomaşinen”lerin ilk bölümlerinde anlatmıştım– uydurdular ve hâlâ o yalan dolaşımdadır; birkaç kere yalanlamış olmama rağmen dolaşımdadır. Bunlar ilk baştan beri tanık olduğum olaylar. Daha sonra, sosyal medya işi gündeme geldiğinde işin rengi biraz değişti; fakat şunu özellikle söylemek istiyorum: Fethullahçılar özellikle AKP ile işbirliği yaptıkları dönemde benim onlara yönelik birtakım yayınlarımdan çok rahatsız oldukları için, bana değişik zamanlarda değişik saldırılarda bulundular ve bunlar medyada çok güçlülerdi; hem kendi medyaları vardı, hem de ulaşabildikleri başka medya kuruluşları vardı. O tarihlerde sosyal medya çok güçlü değildi, ama ellerinden geleni yapmışlardı. Bunlardan bir tânesi, en açıktan olanı, Samanyolu Haber’in bir dönem benim Fenerbahçe’de şike davası döneminde Vatan gazetesinde yaptığım “Cemaat Fenerbahçe’yi ele geçirmek mi istiyor”yazı dizisinden hareketle, beni açık açık hedef göstermişlerdi bir haber bülteninde. 21 Mayıs 2012 haber bülteninin beş dakikasını bana ayırmışlardı ve “Hizmet Hareketi’nin başına bir şey gelirse sorumlusu Ruşen Çakır’dır” demişlerdi. Bunun aslında anlamı şuydu: Ruşen Çakır’ın başına bir şeyler gelmesi lâzımdı; ama bir şekilde oradan da yırtmıştım — öyle söyleyeyim. Bu arada tabii sosyal medyada birtakım ilginçlikler de oldu yine.
Madem Fethullahçılık’tan bahsetmişken, onlardan bir örnek vereyim — bu bir saldırı değil, ama benim tarihime geçmiş bir olaydır: Bir gün ben bir tweet atmışım, Kasım 2013’te; o da, bir yazımı tanıtırken şöyle diyorum: “Cemaatin en büyük yanılgılarından biri, Erdoğan’ın MİT krizini sîneye çekeceğini ve bunu unutmak zorunda kalacağını sanmasıydı”diyebir tweet ve buna adamın biri –gerçekten adamın biri, tanımadığım birisiydi– “Senin kedi canını” –ne demekse? Hâlâ bilmiyorum– “nasıl hoşuna gidiyo” –“r” de yok– “fitne değil mi?” diye cevap verdi. Ben de baktım kim bu diye: Bir baktım, AK Parti Konya Milletvekili çıktı; adı da Mustafa Akış. Tanımıyorum — ki AK Parti’den çok milletvekili tanırım, bilirim, bâzılarını şahsen tanırım. Ben de ona, “Siz sâhiden milletvekili misiniz?” diye sordum. O da, “Cemil Çiçek Bey’in numarasını vereyim mi?” dedi. Ben de, “Bende var, merak etmeyin; ama böyle bir şey için aramaya değmez” dedim. Sonra, şimdi bu şahıs ne iş yapıyor? Cumhurbaşkanı başdanışmanı, artık milletvekili değil ve eminim en büyük “FETÖ” düşmanıdır ve eminim benim de “kripto FETÖ’cü” olduğumu falan iddia ediyordur — ki o tarihte benim Erdoğan-Gülen çatışmasını tespit ettiğim bir tweet’e, “Fitnecilik yapıyorsun, bizim aramızı bozmak istiyorsun” diye alenen karşı çıkmış genç bir milletvekiliydi, böyle bir örnektir.
Bir başka örnek de –tabii bunu bilenler çoktur– bu milletvekili kadar olmasa da, Vatan gazetesinden ayrılıp HaberTürk’e geçeceğim zaman Vatan gazetesine bir vedâ yazısı yazmıştım ve o yazı üzerine birtakım tepkiler falan gelmişti. Bir kadın takipçi bir şey yaptı. “İşte, bir Atatürkçü gazeteci daha işten atıldı” diye yazdı. Halbuki işten atılmış falan değildim, ayrılmıştım. Ben de kendisine, “Vallahi billahi ben Atatürkçü değilim” dedim ve o da şimdi tam ne dediğini hatırlamıyorum ama, “İyi olmuş o zaman işsiz kalmanız” diye bir mesaj attı ve bu bayağı bir ortalıkta dolaştı; hattâ hâlâ onu dolaştıranlar vardır. Ve bu yüzden de benim vallahi billahi Atatürkçü değilim demem –ki öyle değilim hakîkaten; Atatürk’ü seven birisiyim, ama Atatürkçü değilim; ben solcu birisiyim, Atatürk de solcu değildir, sola yatkın birtakım değerleri de vardır vs., ama Atatürk başka bir şeydi, nev’i şahsına münhasır birisiydi; ben Atatürkçü değilim, ama Atatürk’ü gerçekten seven sayan birisiyim, ama Atatürkçü değilim. İşten de atılmadım; hele Atatürkçü olduğum için hiç atılmadım — böyle de bir anım vardır.
Sosyal medyada değişik tarihlerde değişik saldırılara –ki bunların kimisi örgütlüydü– uğradım; tabii ki AK Trol saldırıları var, Kürt saldırıları var, Kürtlerden yana gelen… bunlardan bir iki tanesini özellikle anlatacağım. Fethullahçılar da tabii eksik olmasınlar, onlar beni hiç ihmal etmezler; her vesîleyle bir şekilde saldırırlar. Hattâ bildiğim kadarıyla beni Almanya’da Twitter’a şikâyet etmişler hesabımın kapatılması için; iki kere bildirim geldi: İnceleme sonucunda gerek olmadığı kararı verilmiş ve bunu bana bildirdiler. Böyle Fethullahçıların beni etkisizleştirme çalışmalarının değişik versiyonlarını biliyorum. Onlar zâten Türkiye’de her şeyin en mükemmelini, kötülük anlamında yapabilen bir câmiadır. Ama bir şekilde benim etimi yiyemediler çok şükür.
Bir de sosyal demokratların linçine uğradım; bu da ayrı bir şeydir: Linç, hakîkaten linç, onu isterseniz öncelikle söyleyeyim, bunu hatırlayacaksınızdır: “Şark kurnazı” lâfı. Şimdi bu nerede oluyor? Haziran 2015 seçimlerinin ardından ben HaberTürk’te 12 Haziran 2015’te bir yazı yazmışım. Diyorum ki: “AKP-CHP koalisyonu daha güçlü bir ihtimal” diyorum, ama o da olmadı; Davutoğlu’nun CHP ile koalisyon yapmak istediğini biliyoruz, sonra kendisi de bir şekilde söyledi. Erdoğan ülkeyi önce bir kaosa, ardından yeni bir seçime sürükledi. Şimdi böyle bir şey geldi benim yazımın üzerine: “Ruşen Çakır tam bir şark kurnazı. Tüm ihtimalleri yazmış, ama MHP ve HDP’nin dışarıdan destekleyeceği CHP Restorasyon hükümetini yok saymış”. Böyle acayip bir şeydi; yani MHP ve HDP’nin dışarıdan destekleyeceği CHP Restorasyon hükümeti varmış, ben bunu yok saymışım, burada da şark kurnazlığı yapmışım ve kim bu adam? Bir adam, bir erkek, çünkü adını hatırlamıyorum; ilginç bir şekilde tabii benim en büyük sevenim olan OdaTV, bunu, “Türkiye bu sözü konuşuyor: Ruşen Çakır tam bir şark kurnazı” diye haberleştirmiş. Şimdi tekrar baktım; ben tabii ki varım, ama o kişinin ismini silmişler nedense. Adını, kim olduğunu bilmiyorum; ama Kıbrıs’la bir alâkası vardı ve akademik bir yönü vardı galiba. Ben bunu engelledim — ki ben sosyal medyada engellemesiyle meşhur birisiyim. Engelledim, hoşuma gitmedi; bu bir eleştiri falan değil, “şark kurnazı” lâfını o bir eleştiri olarak alıyorsa alabilir, ama bence bir hakaretti. Engelledim, belki de yanlış yaptım bilmiyorum; bunun üzerine bu arkadaş, “Vay, ben böyle dedim beni engelledi” diye bir şey yaptı ve ondan sonra yüzlerce, yani yalan söylemiyorum yüzlerce kişi gelip bana “Şark kurnazı, şark kurnazı” dediler. Tabii OdaTV yazınca –ki OdaTV yazınca biliyorsunuz çok şey oluyor– en son başımıza getirilmek istenenler de OdaTV’nin olaya müdâhil olmasıyla gelişti ve hakkımızda peş peşe hepsi yalan olan çok şey yazdılar — neyse, Allah’a havâle edelim. Burada hattâ öyle oldu ki, bâzı insanlar, “Beni de engelle, beni de engelle” diye üstüme geldiler ve ben de üşenmedim, kolum yoruldu hakîkaten ama yüzlerce kişiyi engelledim. Hattâ arada sırada şimdi bâzıları –bunların çoğu gençler– bana tanıdıklar aracılığıyla haber yolluyor: “Ya, ben de ‘şark kurnazı’ şeyine katılmıştım, ama kendisini takip etmek istiyorum” falan deyip özür diyenler oluyor, onları iptal ediyorum.
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
Bu da yaşadığım ilginç bir olaydır; garip bir olaydır. Restorasyon hükümeti ihtimâlini saymadığım için başıma böyle bir şey geldi ve bu kesimin böyle örgütlenebileceği hiç aklıma gelmezdi. Bir eğlence sandılar herhalde ve de hakîkaten benim yorulacağımı sandılar; ama hakîkaten de yorulmadım onu söyleyeyim.
İki tâne ayrı olay var aslında; birbirlerine yakın olaylar. Birisi T24’te yapılan bir röportaj. Emine Ayna ile yapılan bir röportaj. Bu hep önüme çıkartılır edilir. Emine Ayna siyâseti bıraktığını söylüyor ve orada konuşurken benimle ilgili bir olay anlatıyor: “İstanbul’da bir panele katıldık; onun siyâseten AKP ile hangi noktalarda buluştuklarını ifâde ettim” –beni kastediyor– “aradan zaman geçti, Ruşen Çakır pat diye Meclis koridorunda karşıma çıktı, ‘Sen nasıl o panelde beni bu hâle getirirsin?’ diye duvara sıkıştırdı, yakamdan tuttu. Bir erkeğe bunu yapamazdı” diyor. “Açıklaması oldu mu bu konuda? diye soruluyor — Hazal Özvarış yapmış röportajı. “Hayır, o kendini haklı görüyor” demiş. Şimdi bunun üzerinden bayağı bir hakaret küfür vs geldi. Şimdi düşünüyorum; Emine Ayna’yı ben Meclis koridorunda sıkıştırmış, duvara yaslamış, boğazını sıkmışım –ki o zaman kendisi hangi partinin –partilerin adları sürekli değiştiği için–, DTP, Demokratik Toplum Partisi’nin Eş Genel Başkanı ve Mardin Milletvekili; yani böyle bir şeyi kendisiyle tartıştığımızı hatırlıyorum, ama boğazını sıktığım falan… böyle bir şey yok. Bir de tabii şöyle bir şey var, olayın aslı, İstanbul’da bir panele katılmadık. Ya, zâten oradan anlıyorsunuz ki bir şeyleri hayal meyal hatırlıyorsunuz. Hepimizin başına gelir, ben “Gomaşinen”de birçok şeyi yarım yamalak hatırladım, çok şey var, yanlış çok yapabiliriz. Ama tekrar hâfızamı tâzelemek için Google’a başvurdum ve olay şu: 11 Şubat 2008, İstanbul değil Ankara ve Türkiye Barış Meclisi’nin TÜRMOB’un İnşaat Mühendisleri Odası toplantı salonunda yapılan, yeni anayasa sürecinde “Türkiye’de Demokrasi ve Kürt Sorunu” başlıklı sempozyumu. Ben Ankara’ya gelmişim, o sempozyuma katılmışım; beni çağırmaların nedeni de, ben o günlerde Vatan gazetesinde ısrarlı bir şekilde PKK’nın kayıtsız şartsız silâh bırakması gerektiğini yazıyorum. Ve beni çağırdılar. Çağıranlara dedim ki: “Ya arkadaşlar, yapmayın, beni burada çiğ çiğ yerler. Ben bunları tekrar söylerim”. “Onun için çağırıyoruz” dediler ve bir panele çıktım; orada Emine Ayna yoktu, Emine Ayna önde oturuyordu, dinleyiciler arasındaydı ve panelde birkaç kişi daha vardı. Şöyle bir uygulama vardı: Sorular sözlü sorulmuyor, yazılı sorular geliyor ve ben orada o sözleri söyledikten sonra, onlarca –hattâ bir müddet saklamıştım onları evde hâlâ bir yerlerden çıkabilir– onlarca soru geldi ve bunların büyük bir kısmı da, “Sen nasıl böyle dersin? Devlete güvenilmez” vs. falan, neyse… Ondan sonra da soruların bir kısmına cevap verdim ve aşağıya indikten sonra da çok sayıda kişi, eleştirisini ya da takdirini söyledi. Organizasyonu yapan arkadaşlara da söylemiştim: Benim uçağım vardı ve bir müddet kalıp sonra gittim. Emine Ayna ile aramızda tek bir kelime geçmedi. Sonra ben Ankara’da Esenboğa Havalimanı’nın CIP salonunda uçağımı beklerken, toplantıdan bir arkadaş aradı — izleyen, orada kalan. “Ya” dedi, “sen gittin, sonra Emine Ayna çıktı, sana acayip saydırdı maydırdı”… yani böyle bir olay.
Bu olayın ardından –çok can sıkıcı bir olay, ben oradayken bana hiçbir şey söylemedi ve ben yokken arkamdan bunları söyledi– ben de buna tepkimi bir şekilde kendisine ifâde etmiş olmalıyım, detaylarını hatırlamıyorum; ama boğazına yapışma falan gibi bir olay kesinlikle olmadı. O neyi nasıl yorumladıysa, Ankara’yı İstanbul yaptıktan sonra, başka şeyleri de yapmış olabilir. Ve bu beni üzdü, çok canımı sıktı çok — ki şöyle bir şey var, bunu her zaman söylüyorum: Ben solculuğa başladığımdan beri, aynı zamanda birçok kişiyi rahatsız edecek ölçüde Kürt sorununa duyarlı birisiyim. Biz ilk solculuk dönemlerimizde Kürdara Azadi sloganları atmış insanlarız. Dolayısıyla Kürt sorununu bilirim ve kendimi çok açık bir şekilde Kürt dostu olarak tanımlarım. Ve böyle bir olayda, hani bir kadın, bir de hani kadın olduğu için yapmışım, böyle bir şey de var ve Kürt olduğu için yapmışım ve Kürtlerden çok sayıda tepki geldi. Hâlâ zaman zaman birileri bana sataşmak istedikleri zaman bu olayı kullanıyorlar.
Bunun bir başka versiyonu yaşandı: Şahıs gazeteci, yurtdışında yaşayan bir gazeteci. Benim zamanında Osman Öcalan ve PKK’dan ayrılanlarla yapmış olduğum röportajlardan hareketle, beni Ertürk Yöndem olarak tanımladı. Ertürk Yöndem bir zamanlar TRT’de program yapardı. Adını unuttum, “Yurdun İçinden” mi ne? Öyle bir şeydi ve genellikle teslim olan ya da yakalanıp îtirafçı olan PKK militanları çıkartıp onları konuştururdu vs.. Ben o tarihte Osman Öcalan ve diğer, Nizamettin Taş, iki tâne Hıdır vardı, başkaları da vardı; onlarla röportaj yapmıştım, hattâ onu da bir “Gomaşinen”de anlattım. Bunun ardından bana böyle bir saldırıda bulunmuştu ve oradan da bir tür kampanya yaptılar. Ve anladığım kadarıyla o kişi uzun bir süredir ortalıkta görünmüyormuş ve ne derecede doğrudur bilmiyorum ama, arkadaşları tarafından aranıyormuş. Buradan hangi yorumu çıkartırsanız çıkartın.
Kürt meselesiyle ilgili bir diğer husus — bu çok daha ciddî bir olay: Red Hack’ınyaptığı Berat Albayrak’ın e-mail’lerinin hack’lenmesi sonucu yapılan şey. Şimdi burada şöyle bir şey oluyor. Ankara’da Sabah gazetesi muhâbiri Yahya Bostan, Serhat Albayrak’a bir e-posta yolluyor; tabii bir yığın e-postanın içerisinde bunu da bayağı bir yayın yaptılar. Şimdi olay şu: 2011 yılında SETA Vakfı –ki o zamanlarda SETA çok daha farklı bir yerlerdeydi–, Ankara’da bir pazartesi günüydü; şöyle bir şey dediler: Biz ayda bir pazartesi günleri Bakanlar Kurulu toplantısından sonra, akşamları toplantı yapıyoruz; bakanlar ve üst düzey bürokratlar geliyor, kapalı toplantı yapıyoruz. Burada bize o tarihteki adı hangisiydi partinin bilmiyorum, ama HDP değildi. Herhalde DTP idi ya da BDP idi. B”unu anlatır mısın?” dediler. Önümüzde seçim vardı. Etyen Mahçupyan CHP’yi anlatacak, Mümtazer Türköne MHP’yi anlatacak, ben de HDP’yi ya da o tarihteki adı neyse onu anlatacağım. Bir otelde toplanıldı, sunumlar yapıldı; yani bir yığın insan vardı. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu geldi, Beşir Atalay, Sadullah Ergin, bayağı bir insan vardı. Yani böyle bir 20-30 kişi vardı, birtakım bürokratlar da vardı. Ve bunlarla böyle sorulu cevaplı bayağı bir şey oldu. Şimdi orada –ki Yahya Bostan toplantıya katılmamış; o çağrılı değil–, ama toplantıya katılanlardan birisinden bilgi alıp, o bilgiyi de Serhat Albayrak’a rapor ediyor nedense — ki Yahya’yı da tanırım ve her seferinde de kendisine “Beni yaktın” derim.
Orada şöyle bir şey var — ben diyorum ki: “Kürtler arasında şehirden şehre farklılıklar var; bu farklılıkların iyi analiz edilmesi lâzım”. Burada kastım, buSerhat dedikleri, Amed dedikleri, işte farklı farklı bölgeler var, Botan dedikleri bölgeler var ve buraların hepsinde gerek PKK’nın gerekse siyâsî partinin ayrı ayrı özellikleri var. Kimisinde çok güçlü; o tarihte de çok bâriz fark vardı. Ama daha sonra özellikle Serhat denen, Ağrı, Kars gibi, Ardahan gibi yerlerde de çok güçlendi — bunu biliyoruz. Ben bunu gayet sâkin bir şekilde anlattım. Buraya parantez içinde (Böl ve Yönet) demiş, benim ettiğim bir lâf değil. Ve bu, “Ruşen Çakır AKP’lilere gizli toplantıda, Kürtleri (Böl ve Yönet) demiş” diye dolaşıma girdi. Bunun üzerine çok ciddî bir kampanya oldu; hâlâ yer yer var. Ben bunun üzerine bir açıklama yaptım — Medyascope o tarihte vardı. Çünkü bu olayın yaşanışı 2016 olması lâzım. O kadar çok var ki… notlarıma şimdi bakıyorum: 2016, evet, 29 Eylül 2016; ondan sonra bir… bunu isteyen bulabilir. “Benden Kürt düşmanı çıkarmak mümkün değil” diye bir açıklama. Burada uzun uzun anlattım. Olayın böyle olmadığını, böyle bir şey dememin söz konusu olmadığını vs.; ama bunu insanlar bayağı kullandı, herkes kullandı. Tabii ki öncelikle Kürt hareketiyle irtibatlı birtakım insanlar kullandı; çok küfür ve tehdit aldım. Tabii bunu fırsat olarak gören Fethullahçılar kullandı ve başkaları da çok ciddî bir şekilde kullandı. Ve bu her iki olayda da, Emine Ayna ve bu Red Hack olayında da beni çok yakından tanıyan bilen kişilerin, HDP’li yöneticilerin, üst düzey isimlerin falan hiçbirisi de, açıktan, “Ya arkadaşlar, sâkin olun” falan demediler. Bu da işin ilginç bir yönü olarak en azından benim tarafımdan kayda geçirildi.
Ama beni çok üzdü; özellikle Red Hack kısmı çok üzdü ve o yaptığım açıklamanın sonunda şöyle bir şey söyledim: “İlgilisine notum var: Mesajınızı aldım. Cevâbım şu: Dün olduğu gibi bugün de beni teslim alamayacaksınız”. Buna insanlar, “Acaba ne demek istiyor?” dedi. Çok açık; ne demek istediğimi anlayan anladı. Çünkü bu Red Hack olayı bilmem ne olayı bir Fethullahçılık operasyonuydu. Nasıl yaptıklarını bilmiyorum, birtakım tahminlerim var. Birçok yere olduğu gibi o çevreye de bir şekilde sızmış olduklarını tahmin ediyorum. Nitekim bir süre sonra Red Hackadına birileri benden özür diledi — bunu da özellikle söyleyeyim. Nasıl özür diledi? Sosyal medyadan, “Biz sizi tanıyoruz; bu şeyden dolayı çok rahatsızız, kusura bakmayın” gibi bir şey geldi; ben de çok fazla üzerine gitmedim, onu da bir not olarak düşeyim.
En son olarak bir AK Parti –AK Parti de değil aslında; hepsi birden, ama özellikle AK Parti, Yeni Şafak, A Haber, Aydınlık şu bu hepsi berâber– olay şu: 31 Mart seçimleri olmuş, CHP kazanmış İstanbul’u ve seçim tekrarlatılıyor. Ben o sırada Washington’daydım, bir toplantıya gitmiştim; tam Washington’da bir toplantı sırasında haber gelmişti; sonra Washington’dan döner dönmez –o tarihte stüdyomuz Sanayi Mahallesi’ndeydi biliyorsunuz–, uçaktan inip taksiye binip doğrudan stüdyoya gelerek yayın yapmıştım — yani yenilenen seçim üzerine. 9 Mayıs 2019, çok yorgunum, Washington’dan geliyorum, bayağı bir yol, Jet lag var mıydı emin değilim; ama yorgun, çantalarımı bir kenara koydum, bir şeyler içtim, birazcık dinlendim ve yaklaşık 15-20 dakika içinde yayına oturdum. Şimdi o yayının ben bir yerinde, 23 Haziran’da seçim olacak ve diyorum ki ben: “Bunu kesinlikle tekrar Ekrem İmamoğlu alacak. 23 Haziran’da çıkacak sonuç etrafında yeni Türkiye’nin nasıl bir tempoyla…” diye bir lâf ediyorum ve sonra toparlıyorum. “Nasıl bir tempoyla hayata geçeceğini göreceğiz” demişim. Şimdi bu lâfta işgal demişim, ama son anda uyanmışım ve lâfımı değiştirmişim. Neden böyle bir şey dedim? “İşgal” demediğimi biliyorum, belki “iştigal” falan gibi bir şey demek istedim ve birden şöyle bir başlık: “Ruşen Çakır: 23 Haziran’dan sonra işgal hızlanacak”. Bunu ilk hangisi yaptı çok emin değilim; ama galiba Yeni Şafak yaptı. Sonuçta artık bir anlamı yok; hepsi birden, hepsi birden böyle bir yağdırdılar.
Bu arada bizim Ahmet Şık da Ayşenur Abla’nın Halk TV’deki bir yayınına çıkmış, orada bir şeyler söylemiş; onu da eğip bükerek bâzıları bana tek, bâzıları ikimize birden acayip bir kampanya yaptılar. Yani akıl sır erecek gibi değil. Kim nereyi işgal ediyor? Ben işgal çağrısı yapmışım. Yani neyin işgalini yapacağım? Şunu söylüyorum, hep aylardır bunu söylüyordum: “Bu iktidar gidiyor. 31 Mart seçimleri de bunun göstergesi. Yepyeni bir Türkiye oluşacak” — hâlâ oluşmadı ya, neyse. Bunları söylüyorum ve buradan hareketle bir işgal muhabbetidir gidiyor. Ama bu diğerleri kadar açıkçası can sıkıcı olmadı. Özellikle bu Emine Ayna ve Red Hack konusunda yaşadıklarım… tabii bu şark kurnazı meselesi bambaşka bir şeydi. Orada şoka uğradım; yani bu insanlar nereden çıkartıyor? Nedir? Ne dertleri var? Başka işleri güçleri yok muydu? Bu aslında tamamen, hep benim söyleyegeldiğim, iktidârın, iktidar savunucularının ne kadar çâresiz, perîşan bir halde olduklarının göstergesiydi. Yani pireyi deve yapmak bile değil; uydurdular, ama bayağı bir şey yaptılar, hâlâ duruyor.
O kadar çok yaptılar ki, o kadar büyük bir memnûniyetle yaptılar ki… hattâ hiç unutmuyorum –bunu da not olarak düşeyim– sonradan Sedat Peker sâyesinde iyice meşhur olan Hadi Özışık –ki belli bir hukukumuz var– baktım onun İnternet Haber’i de koymuş. Dedim ki: “Ya, ne yapıyorsunuz siz böyle? Ayıp değil mi?” Bana bu sefer hot zotetti; ondan sonra bayağı bir papaz olduk bereket; o hukukun orada bitmesi gerekiyormuş. Tam böyle bir şey bu olaylar: Şöyle birisinin düştüğünü gördüğü anda herkes bir tekme vuruyor, konuyla alâkası olan olmayan herkes bir tekme vuruyor.
Ama sonuçta şöyle bir husus var: Sosyal medya benim gibi gazetecilerin mecbur olduğu bir şey. Aslında iyi bir şey değil — onu özellikle söyleyeyim. Hattâ ben ilk Twitter’a girdiğimde bunalıp çıkmıştım; sonra mecbûren döndüm. Çünkü Medyascope’ta yaptığımız işleri duyurmanın etmenin başka bir yolu yoktu. Ama gerçekten insan diyor ki bir yerden sonra: “Ya, bu işleri bırakıp bir an önce kurtulalım”. En son başımıza gelen, her koldan –yani Sol Haber, TKP’nin yayın organı, OdaTV, Aydınlık, işte, her türlü iktidar medyası vs.– bu fon meselesi üzerinden koparttıkları yaygara. Bu arada tabii şunu da söyleyeyim: Benim Said Nursî üzerine söylediğim ve hâlâ savunduğum sözler. Onu sevdiğim hakkında; yani onu söylüyorum: Said Nursî gerçekten Türkiye’nin çok önemli bir düşünürü ve eylem adamı — az sayıda var; böyle bir insan, çok değişik bir insan. Onun üzerinden de bana dönem dönem saldırılır; solcu bir akademisyen benim solcu olmadığımı göstermek için kullandı bunu. Ve bu son dönemdeki son operasyonda, bâzıları bunu yine kullanıyor; yani bunun olayla ne alâkası var? Şimdi diyelim ki ABD’den, Norveç’ten, İsveç’ten fon alıyoruz. Bunlar zâten biliniyor; açık açık söylüyorum, başından beri. Benim Said Nursî’ye sevmemle bunun ne alâkası var? Ama bunu da araya karıştırıyorlar, Emine Ayna olayını da araya karıştırıyorlar — böyle garip bir durum. Yani Allah kurtarsın diyeceğim; ama bir kere düştük çıkamıyoruz bakalım Allah sonumuzu hayır etsin diyelim ve burada noktayı koyalım. Söyleyeceklerim bu kadar, iyi günler.