Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Medyascope 6 yaşında: Özgür, bağımsız, çoğulcu yayıncılık devam edecek

Yayına hazırlayan: Zübeyde Beyaz 

Sedat Pişirici: İyi günler, 20 Ağustos 2015’te yayın hayatına başlayan Medyascope dün itibariyle 6 yaşına bastı. Biz de hemen her yıldönümümüzde olduğu gibi, Ruşen Çakır ile birlikte hikâyemizi anlatmak, varsa sorularınızı yanıtlamak için karşınızdayız. Ruşen, merhaba.

Ruşen Çakır: Merhaba Sedat. Tesadüfen o videodaki tişört ve kedi broşu denk geldi, bilerek yapmadım vallahi. 

Sedat Pişirici: Evet denk gelmiş.

Ruşen Çakır: İyi oldu.

Sedat Pişirici: Şunu sorarak başlayalım: “Gomaşinen” adını verdiğin, Lazca “hatırlıyorum” anlamına gelen bir haftalık Podcast’in var. Bugün yayınlanan Podcast’te izleyicilerimiz dinledi mi bilemiyorum ama, “Altı yıl önce başlarken, bu kadar büyüyeceğimizi, buralara gelebileceğimizi tahmin etmiyordum” diyorsun. Ne tahmin ediyordun? Ne umdun, ne umduk, ne bulduk? Oradan bir başlayalım istersen.

Ruşen Çakır: Şimdi tabii çok zor; Türkiye altı yılda neler yaşadı. Tam biz başladığımızda Kasım seçimleri geliyordu –2015 Kasım seçimleri– ve acayip bir terör ortamı vardı. Ondan sonra Darbe Girişimi oldu, Olağanüstü Hal oldu, medya üzerine baskılar iyice arttı, sosyal medya da öyle oldu. Ve başından itibaren önümüzde iki tane büyük sorun vardı: 1) bu olayı nasıl finanse edeceğiz? 2) siyaseten başımıza bir şey gelip gelmeyeceği — yani soruşturma, tutuklanma vs.. Bu ikisi de zor, çetrefil meselelerdi ve bütün bu süreç içerisinde bağımsız, özgür, çoğulcu, sivil bir yayıncılığı yapma perspektifi vardı. Dolayısıyla önümüzdeki en temel mesele açıkçası, Sedat çok iyi hatırlıyorsun, var kalmaktı, yani bayrak göstermek. “Biz buradayız, gazeteciliği sürdürüyoruz” demekti. Bunu olabildiğince iyi ve etkili bir şekilde yapmaktı; ama diyelim ki ilk seninle başladık, birkaç kişi daha, iki üç kişi ile yine haftada iki üç gün, günde iki üç saatlik yayınlarla yola devam edebilirdik. Böyle bir seçenek vardı — ki en olabilecek seçenek oydu. Biz tam tersine kervanı sürekli büyüterek devam ettik ve sonuçta altı yıl içerisinde bugüne geldik. Açıkçası Türkiye’nin bu şartlarında medya üzerine ekonomik ve siyasî baskıların… insanlar genellikle siyasî baskıları biliyor, ama ekonomik baskılar çok fazla — bilinmiyor, umursanmıyor. Buna rağmen bizim şimdi geldiğimiz nokta gerçekten –hani kendimizi övüyor falan değiliz– onun için şey diyorum: Benim için şaşırtıcı, senin için de öyle herhalde; yani bunu hakikaten tahayyül etmiyordum. Bir şeyler yaparız diye düşünüyorduk, düşünüyordum; ama ayrılanlar oldu, yeni gelenler oldu, şu oldu bu oldu; ama hep ileriye doğru gittik, hiç gerilemedik — o çok ilginç oldu. Hep gün sayısını artırdık, saat sayısını artırdık, kadrolu çalışan sayısını artırdık, onun haricinde dışarıdan katkı verenlerin sayısını artırdık, haftasonu haber bülteni koyduk, LGBT-İ Bülteni koyduk. Şu anda pek yok, şu anda yapamıyoruz; ama Farsça, Kürtçe haber bültenleri yaptık falan. Acayipti yani. Rakamları sen biliyorsun; istersen onları bir söyle. Geldiğimiz nokta… gerçekten her seferinde rakamları duyduğumda şaşırıyordum ben.

Sedat Pişirici: Ben daha da gerisini hatırlıyorum, Demir Kafe’de oturup da, “Yav, ne yaparız? Ne yapmalıyız, nasıl yaparız, nasıl yapmalıyız?” dediğimiz andan, senin odandaki ilk Medyascope Açık Oturumu’na geldik. Oradan da, altı yılın sonunda, işte daha düzgün bir ofise, biri büyük, biri küçük iki stüdyoya kadar ulaştık. Bugün Medyascope’ta sevgili izleyiciler, dört yönetici hissedar dışında, kırk ikisi kadrolu, on dördü telifli, elli altı gazeteci çalışıyor. Biri düzeltmen, biri çevirmen, üçü yayınlarımızı deşifre eden, beş arkadaşımız telif ücretiyle düzenli katkıda bulunuyor. Üç idarî personelimiz çalışmalarımıza yardımcı oluyor. Yirmi altısı telifli, on dokuzu gönüllü kırk beş programcımız, üç de sponsor programcımız Medyascope’a düzenli katkıda bulunuyor. Sponsorlarımızı ve gönüllü programlarımızı saymazsak, Medyascope doksan kişiyle ücret telif ilişkisi olan bir yapı. Herkesi sayarsak yüz on altı kişilik dev bir medya topluluğuyuz aslında. Şunu da eklemem gerekir: Bugün itibariyle Youtube’da 262 bin abonemiz var, Twitter’da 248 bin takipçimiz var, Facebook’ta 61 bin takipçimiz var, Patreon üzerinden 1137, Youtube üzerinden de 1199 gerçek kişi Medyascope’a düzenli katkıda bulunuyor. Bununla ilgili bir haberi dün “Medyascope 6 Yaşında” başlığı ile web sitemizde paylaştık. Ayrıntıları oradan da okuyup görebilirsiniz. Hazır mevzu buradan açılmışken, şu fon işine de bir girelim. Onunla da ilgili bir bilgi vereyim. 2016 yılından bu yana büyük ölçüde yurtdışından sağladığımız fonlarla sürdürüyoruz gazetecilik faaliyetimizi. Fon sağladığımız kuruluşlar şunlar: Açık Toplum Vakfı, Internews, Chrest Vakfı –şu meşhur Amerikan vakfı–, Almanya’nın Heinrich Böll Vakfı, Yeşiller’in vakfı; Fransa Dışişleri Bakanlığı Hîbe Programı, İngiltere Dışişleri Bakanlığı Hîbe Programı, Norveç Dışişleri Bakanlığı Hîbe Programı, Hollanda Dışişleri Bakanlığı Hîbe Programı, Avrupa Birliği’nin Avrupa Demokrasi Vakfı, İsveç’in sivil haklar savunucusu sivil toplum kuruluşu CRD ve yine İsveç’in Uluslararası Kalkınma ve İşbirliği Ajansı –SİDA. Yine künyemizde belirttiğimiz gibi, halen Chrest Vakfı’ndan, Heinrich Böll‘den, Avrupa Demokrasi Vakfı’ndan ve SİDA’dan aldığımız fonlarla faaliyetimize devam ediyoruz. Ruşen, “Gomaşinen”de anlattın, ama bir de burada anlat. Biz niye elin parasına muhtaç olduk?

Ruşen Çakır: Elin parasına muhtaç mı olduk? Muhtaç lâfı bence doğru değil, şöyle bir seçenek vardı: Şimdi ilk başta ben Periscope’ta yayınlara başladım; sonra seni çağırdım, “Beraber bir şey yapalım” dedik. Önümüzde şu seçenek vardı — ki o tarihlerde kimse Youtube’dan şuradan buradan yayın yapmıyordu, sosyal medyadan gazeteci olarak: Ben siyaset, sen ekonomi yapardın, bir şekilde el ele tutuşarak gidebildiğimiz kadar giderdik; sonra Youtube canlı yayını da girdi, bilmem ne de girdi, Youtube katıl butonu falan kendi yağımızda kavrulurduk; ama bizim seninle tanışmamız CNN Türk’te biliyorsun, ilk kuruluşta, orada çok büyük bir coşkuyla başlayıp hüsranla sonuçlanan bir olaydı; ama çok iyi dostluklar, arkadaşlıklar ve benzer gazetecilik yaklaşımlarına sahip insanlar bir araya geldik ve Medyascope’ta da zaten, CNN Türk döneminden, Tamer olsun, Kaya olsun, Işın olsun, oradan tanıştığımız birçok arkadaş buna dâhil oldu. Bu da bir ruh hâli oluşmuştu. Biz buradan bir şey çıkartmaya karar verdik; yani sosyal medya üzerinden bir tür haber kanalı — adı bu aslında. Dolayısıyla kurumsallaşma gerekiyordu, başkaları gerekiyordu, teknoloji gerekiyordu. Ve bunlar da para ile oluyordu. Ve ilk başta parayı cebimizden verdik hepimiz. Ben o sırada tabii Haber Türk’ten para alıyordum; o paranın önemli bir kısmı bu işlere gidiyordu. İlk başta kendimiz yaptık, benim I-pad’ler, senin I-phone’lar vs Manuel’in ışıkları, Servet’in katkıları şu bu diye gitti. Ama bir yerden sonra, bunun karşılığı olduğunu görünce, Sanayi Mahallesi’ndeki Manuel’in yerini stüdyoya dönüştürünce… bir de biliyorsun insanlar genellikle beni buluyorlardı, e-posta yoluyla gençler. Bir şeyler…

Sedat Pişirici: Çıkıp geliyorlardı, çalışmak istiyorlardı.

Ruşen Çakır: Gönüllü olarak geldi herkes; çünkü ortada para da yoktu. Ondan sonra bunun için para bulunması gerekiyordu. Parayı nereden bulur bir gazeteci? Bir sermayedardan bulur, yatırım bulur. Bizim yatırım yapacak sermayemiz olmadığı için, başka yerlerden bulmamız lâzım; ama Türkiye’de “Havuz”un içerisinde olmayan hiçbir yere kimsenin, hele böyle ne olacağı belli olmayan böyle bir işe, kimsenin para yatırma derdi yok. İkinci husus, şunu dedik, hatırla: “Biz bir yapalım, reklam falan alalım, oradan kendimizi finanse ederiz.” Kimse reklam vermedi. Sponsorlu program yapma imkânımız yoktu vs.. O sırada fon meselesi ilk Açık Toplum Vakfı’yla oldu. Açık Toplum Vakfı, ben zaten orada öncesinde dört yıl falan Danışma Kurulu’ndaydım; adım benim Sorosçu’ya zaten çıkmıştı; hani fazladan ne biçim saldırılar oldu vs., ama ben Açık Toplum’un Türkiye‘de yaptıklarını, dünyada yaptıklarını, ama özel olarak Türkiye’de yaptıklarını, çoğu projelerini Danışma Kurulu’nda izleyip karar verenlerdendim. Ben olumlu buluyorum ve onlardan talep ettik. Sağ olsunlar, özellikle başındakiGökçe Tüylüoğlu, Üstün Ergüder hoca, Ferhat Boratav başka diğer yöneticiler buna evet dediler. Onlar bir destek verdi; o destekle biz birkaç kişiye para vermeye başladık biliyorsun. Teknolojimizin elini yüzünü birazcık toparlamaya çalıştık. I-pad yerine kamera almaya çalıştık vs.. Daha sonra işler olmaya başlayınca, hani bir şeyler çıkmaya başlayınca, Lou Anne Jensen Türkiye’ye gelmişti, Gökçe aracılığıyla tanıştık, Chrest Vakfı’nın başkanı. Şimdi birdenbire Türkiye’de çok meşhur oldu — bu da Türkiye’nin garipliğinden. Ona anlattık; “Biz böyle bir şey yapıyoruz, siz de Türkiye’ye fon veriyormuşsunuz, bize de verin” diye. Önce anlamadı, çünkü onlar genelde NGO’lara, yani sivil toplum kuruluşlarına veriyorlar; ama artık Türkiye’de bağımsız özgür medya bir anlamda sivil toplum kuruluşu oluyor. Biz yeni bir şey yapıyorduk, ilk bir şey yapıyorduk. Açıkçası söyledi de onu; deneme kabilinden önce bir para vermeyi, fon vermeyi kabul etti; daha sonra da geri dönüşler. Geri dönüşler de nasıl oluyor? Türkiye’de tanıdıkları ettikleri insanlardan soruyorlar: İşte, “Medyascope nasıl mecra? Ruşen Çakır nasıl birisi? Ne yapıyorlar?” falan. Oradan da olumlu şeyler gelince bunu sürdürdüler — yaptığımız işler de ortada zaten. İnsanlar bunu bilmiyor, ya da bilmek istemiyor. Bize fon veren kuruluşların bize sorduğu: “Bu paraları hakikaten söylediğiniz yerde harcadınız mı?” Yani ne diyorsun mesela? “Biz şu kadar kişi çalıştırıyoruz, şöyle şöyle harcamalarımız var ve sizden şu parayı talep ediyoruz.” Bizden istedikleri onun faturaları, belgeleri. Yoksa biz onlarla, “Biz şu konuda şu tavrı alacağız, bu konuda şöyle yaklaşacağız” gibi bir şey yapmıyoruz. Hiçbir şekilde içerikle ilgili bir şey yok. Onlar bakıyorlar o perspektife, sana bana bakıyor, aklına yatarsa veriyor, güveniyor veriyor. Ondan sonra bizim özgür bir şekilde gazetecilik yapmamızı önlemiyorlar. Orada yaptığımız yayınların hangisinde kimi çıkardık? Kim ne dedi? Böyle bir şey yok. Tabii Türkiye’de birçok kafa böyle çalıştığı için, bunu anlatmak zor olabilir. Şu âna kadar çok iyi biliyorum, hiç, bir bize… ki Amerika Birleşik Devletleri’nden sadece Chrest Vakfı’ndan para aldık. Hatta bir ara biliyorsun bir yazı çıktı bir yerde, Amerika’nın Kongre’ye National Endowment For Democracy yani Demokrasi Ulusal Vakfı’nın bize ve başka yerlere para verdiğine dâir… hiç alâkası yok. Oradan bir ara, biliyorsun bir saldırı yemiştik. Hatta onu şeyler yayınlamıştı, iktidar yanlıları falan. Bizim daha çok aldığımız yerler İskandinav ülkeleri, Avrupa’da, ki Avrupa Birliği’nin vakfı sayılabilecek olan Avrupa Demokrasi Vakfı da çok yeni; yani ilk başlarda olmadı. Bir de şöyle bir şey var: Paralar geliyor mesela, en son Chrest azalttı, yılda 65 bin dolar veriyor. Yani şimdi toplam bakıldığı zaman, altı yılda verilen paraya bakıp oradan birileri köpürtmeye çalıştı. Yılda 65 bin dolar, ayda diyelim 6 bin dolar ediyor değil mi? Sen şimdi saydın kaç kişi çalışıyor vs.. 6 bin dolarla buranın %10’u bile herhalde ancak…

Sedat Pişirici: Hesap bilen bunun dönmeyeceğini bilir. Ben başka bir şey sorayım: Şimdi biz Amerika’da merkezi Teksas’ta bulunan bir vakıftan fon alıyoruz, almışız, almaya devam ediyoruz. Sonra bir Alman’dan, Fransız’dan, İngiltere’den, Norveç’ten, Hollanda’dan, Avrupa Birliği’nden, İsveç’ten fon bulmuşuz, fon almışız, para harcamışız. Biz Batıcı mıyız, neyiz biz?

Ruşen Çakır: Ben şahsen Batıcı’yım. Yani Türkiye’nin… yani Atatürk’ün söylediği çağdaş uygarlık seviyesini yakalama perspektifi. Atatürkçü değilim, ama o perspektife sahip birisiyim. Yani Türkiye’nin yönünü Batı’ya çevirmek artık bir hayal ötesi oldu; ama Avrupa Birliği’ne tam üyeliği isteyen birisiyim, o anlamda böyle bir sorunum yok. Ama şöyle bir şey var: Gazeteciliği bağımsız ve özgür yapma gayretinde birisiyim. Bu kişilerden, bu kurumlardan herhangi birisi, “Size para veririz ama şunu şöyle yapın, bunu böyle yapmayın” vs. falan gibi şeyler söylerse, onlar olmaz. Zaten hiç böyle bir deneyimim olmadı; tabii insanların kafalarında birtakım tasavvurlar falan olabilir; ama şöyle bir şey var: Hani yerli fon vardı da biz mi almadık? Ya da şimdi Türkiye’de geçen bir arkadaşım –adı lâzım değil–, bir gazetede yazıyor, iktidar yanlısı bir gazetede yazıyor, köşe yazısı yazmış, başlığını da bana koymuş, yani açık mektup falan gibi bir şey yazmış, neyse. Şimdi arayacağım kendisini de, bir ara nasıl olsa karşılaşırım diye şey yapmıyorum; çok eskiden beri tanıyorum, gazeteciliğe ilk başladığı zamandan beri AK Partili birisidir. Şimdi onun yazdığı gazeteyi kimsenin para vererek satın aldığını sanmıyorum; belki on kişi, belki yüz kişi, ama o gazete çıkıyor, hâlâ çıkıyor. Neden? Hatta şimdi adını vermek istemiyorum gazetenin, çıkıp çıkmadığına emin bile olmayabilirsin; yani onun yazısını görünce, “Aa, hâlâ bu gazete çıkıyormuş” dediğim bir gazete. Şimdi –ki birbirimizi yıllardır tanırız ederiz–, şimdi “Bu yabancı fonlar vs. almış, şu bu” diye bir şeyler soruyor ediyor falan. Ama bayağı usturuplu bir şekilde yapmış, haksızlık etmeyeyim. Yani o gazetenin hangi fonlarla ayakta durduğunu… Bir, kamu ilanları değil mi? Hem basın-yayından gelen şeyler, biliyorsun muhalif gazeteleri hep kesiyorlar şu oluyor bu oluyor. Bir onlara veriyorlar, bir de aynı zamanda kamu bankaları yönlendiriliyor, bilmem ne, hatta bazen şirketler ya da iktidarın gözüne girmek isteyen, iktidarla sorun çözmek isteyen şirketler de o havuzdaki medyaya ilan veriyor. Böyle zorunluluk gibi bir şey var. Ve kimse okumuyor, kimse etmiyor; herhangi bir şekilde gündem belirlemiyor, bilmem ne yapmıyor. Şimdi bu ne oluyor? Fon falan yok, tamam, görünüşte fon yok, tamamen sun’i teneffüsle yaşatılan yayın organları ve biz böyle yeni teknoloji üzerinden giden bir yeriz. Açık söyleyeyim: O tür gazetelerin beşini onunu toplasan, herhangi bir olayda, mesela en son yangınlar, değil mi? Biz muhabirlerimizi yolladık olay yerine, uzmanları çıkarttık, vs. yaptık. Bizim yangınları ele alışımızın onda birini o bütün fonlanan, bizim vergilerimizle ve kamu tarafından fonlanan yerler yapmadı. Çünkü özgür değiller. Çünkü habere, yangına yangın diye bakmıyor. Habere ne diye bakıyor? “Şimdi ben bu haberi verirsem; bu, bakanı, şu da Cumhurbaşkanı’nı nasıl etkiler?” vs. diye bakıyor. Şimdi dolayısıyla bunun bir ezikliği de var tabii. Yani biz bu halimizle… gerçekten şu anda aldığımız şeylerin hepsi açıkta zaten; bütün fonlar, banka hesaplarımız açıkta; vergilerimizi veriyoruz, devlet hepsini baştan beri biliyor, gizli saklı bir şey yok. Bizim altı yıl içerisinde aldığımız fonların toplamı, şu andaki iktidar yanlısı bir haber kanalının iki üç aylık bütçesidir o bizim altı yılda tükettiğimiz. Sen yöneticilik yaptın CNN Türk’te, biliyorsun. İki üç aylık bütçesi, diyelim ki altı aylık bütçesidir. Ama bizim altı yılda yaptığımız yayın şu andaki birçok haber kanalı iddiasındaki yerin kat kat üstünde.

Sedat Pişirici: Sevgili izleyiciler, yaptığımız her şeyi web sitemizde yazdığımızı sizlere söyleyegeliyoruz. Mesela Medyascope web sitesinde “Medyascope hakkında” bölümünde öteden beri duran bir metin var, Medyascope’un kuruluşuna yol açan ihtiyacın Türkiye’nin sivil, bağımsız, özgür ve çoğulcu bir medya ortamına olan ihtiyaç olduğunun altını çiziyoruz. Aynı metinde bizi bağlayan gazetecilik faaliyetini yürütürken kendimize rehber edindiğimiz iki kaynağın, bir, Türkiye Gazetecileri Hak ve Sorumluluk Bildirgesi olduğunu –ki ikimizin de üyesi olduğu Türkiye Gazeteciler Cemiyeti tarafından hazırlanmış ve açıklanmış bir bildirgedir– iki, Birleşmiş Milletler’in İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi olduğunu söyleyegeliyoruz. Şimdi bu açıklama içinde bir şey bizim için çok önemli; o da çoğulcu olmak. Diyeceksiniz ki ne mânâsı var? Çoğulcu olmak nedir, bunun ne önemi var? Çok önemi var, çoğulcu olduğunuz zaman, bir de özgür bir bakış açısına sahip olduğunuzu iddia ettiğiniz zaman, yönettiğiniz ya da yarattığınız yayın organında olabildiğince çok sayıda görüşe yer verme imkânı buluyorsunuz, yer veriyorsunuz. Bu da bize göre demokrasi için önemli bir katkı sağlıyor. Sence nedir? Biz niye çoğulcuyuz Ruşen?

Ruşen Çakır: Çünkü biz gazetecilere, kutuplaştırmanın tarafı olmak dayatılıyor, herkesin kendi mahallesine seslendiği bir durum; yani yeni tâbiriyle “yankı odaları”, herkes orada mutlu mesut vs.. Ve insanlar o odaya girdiği zaman ne duyacağını biliyor; en fazla sesin volümüyle ilgili şu bu tartışılıyor; ama biz başından itibaren kutuplar-üstü bir yayıncılık yapmayı hedefledik ve bence bunu başardık. Bunu başardığımızı ben mesela Meclis’e gittiğim zaman görüyordum. Meclis’e ben Salı günleri grup toplantısı olduğu zaman gidiyordum, biliyorsun. Pandemi nedeniyle bu kesildi. Mesela gittiğimde her partiden milletvekili, lider vs. ile ayaküstü de olsa selamlaşır sohbet ederim ve hepsinin Medyascope’tan haberdar olduğunu, önemsediğini bizzat görüyordum. Mesela burada kutuplar-üstü bir çizgi izlediğin zaman herkese hitap ediyorsun ve bunun üzerinden demokrasinin yeniden tesisine bir katkıda bulunmuş oluyorsun. Biliyorsun, bazı kelimeleri yasakladık: “muhalif” değiliz, “alternatif” değiliz, şu değiliz, bu değiliz, sadece gazeteciyiz, bağımsızız, özgürüz. Şimdi şöyle örnekler oluyor, sen de biliyorsun: Mesela birisiyle yayın yapmak istiyorum, sen surat asıyorsun. Ama o şunu demiyorsun: “Ya, bunu çıkartırsan ben bir daha buraya gelmem” demiyorsun. Ama “Ruşen yine bir salaklık yapıyor” diyorsun.

Sedat Pişirici: Estağfurullah.

Ruşen Çakır: Neyse, mesela ne oluyor? O çıkıyor. Diyelim ki en son örnek: Mehmet Altan. Ben Mehmet Altan’la yıllardır tanışırım, çok da severim, çok da önem veririm. Şimdi Mehmet Abi ile ikinci yayını yaptık; şimdi Youtube’daki yorumlara bak. “Mehmet Altan’ı burada görmek çok güzel” diyenler var; bir de, “Medyascope benim için bitti” diyenler var. Şimdi herkesin bir kara listesi var, bir de beyaz listesinin tonları var. Hani ele alman gereken konuları sana dayatıyor; bir de ele almanı istediği konuların ele alınış şeklini dayatıyor. Mesela Kürt meselesi konuş, ama şununla konuşma, ya da Kürt meselesi deme, ya da bilmem ne deme. Başımıza öyle çok işler geliyor; benim de geliyor, Medyascope’un da. Mesela “Şu şu şu çok iyi, ama şu konuda bilmem ne yapıyorsunuz” falan. Bu aslında bizim iyi bir yolda olduğumuzu gösteriyor. Çünkü böyle kutuplaşmış bir ülkede, bu kadar birbirinden farklı sorunun olduğu bir ülkede, bir de şu özellikle bence çok önemli: Kutuplar var, ama kutuplar arasında çok ortaklık da var. Mesela birbiriyle kanlı bıçaklı olan birçok insan, siyâseten mülteci meselesinde anlaşabiliyor, AKP’li ile CHP’li, İYİ Partili ile MHP’li, normalde birbirine selam vermeyecek insanlar anlaşabiliyorlar. Böyle bir ortamda Türkiye’nin sahici sorunlarını gerçek uzmanlarla ve serinkanlı bir şekilde ele almaya çalışmak zaten hani ateşten gömlek. Ama bizim de zaten galiba altı yılda en iyi başardığımız bu. Çok tepki alıyoruz; bazen küfürler saldırılar şunlar bunlar da oluyor; ama büyük ölçüde insanlar, buradaki niyeti anlayanlar, hani böyle önyargısız bir şekilde bakanlar, bizim arayışımızın ve çabamızın serinkanlı bir şekilde insanları özgür bir şekilde haberdar etmek ve özgün bir şekilde görüşler, yani ilginç, belli bir bilgiye dayanan görüşler vermek olduğunu görüyor. Şimdi “Farklı görüşlere yer veriyoruz” diyoruz, insanlar diyor ki: “Ama sizin yayınlarda herkes aynı şeyi söylüyor.” Hayır, öyle söylemiyorlar, ama kavga etmiyorlar. Şimdi insanlar şeye alışmış, televizyonlarda var ya?

Sedat Pişirici: Geleceğim birazdan ona, bir soru gelmiş ona.

Ruşen Çakır: Evet, kavga ediyorlar falan. Bizim mesela “Adını Koyalım”da, dört kişi, aslında dört farklı görüş var; ama “Sen nasıl öyle dersin?” bilmem ne diye kimse kimseye lâf etmiyor, saygılı bir şekilde tartışıyor.

Sedat Pişirici: Bir örnek de ben vermek isterim, kurumsal bir örnek. Sevgili seyirciler, bu çoğulcu yaklaşımımızın bir nedeni olarak örneğin koronavirüs salgını süresince değişik görüşlerden –aşı karşıtları hariç– değişik görüşlerden hekimleri, profesörleri, uzmanları sürekli ekrana çıkartıyoruz, görüşlerini paylaşıyoruz. Bir hocamız, bundan bir buçuk ay önce okulların açılması için dedi ki: “Vaka sayısının günde en fazla 850 olması lâzım ki okullar açılsın”. Bir izleyicimiz buna tepki gösteren bir mail attı. İzleyicimiz o mail’inde, kendisinin  Medyascope’a destek veren biri olduğunun da altını çizerek dedi ki: “Bir kısım çevrelerin çıkarlarına hizmet ediyorsunuz. Okulların açılması gerek; bu okulların açılmasını engelleyecek hocaları niye çıkartıyorsunuz?” Kendisine öyle olmadığını söyledik, eğer zahmet edip biraz geriye dönüp bakarsa, başka hocaların da okulların mutlaka açılması gerektiğine ilişkin görüş bildirdiğini ifade ettik ve özellikle bildirdik. Medyascope parayı verenin düdüğü çaldığı bir yer değildir. İzleyicimiz ikna olmadı, izleyicimiz bizi terk etti, desteğini de çekti. Desteğini çeken izleyicimizin desteğini çekmesi ardından, yine bu konuda biz onlarca yayın yaptık; örneğin daha iki gün önce, Prof. Bülent Ertuğrul, “Türkiye’de her yer kapatılsın, ama okullar mutlaka açılsın” görüşünü ifade etti. Senin de söylediğin gibi, bazen ne İsa’ya ne Musa’ya yaranabiliyor Medyascope — ki bizim derdimiz de İsa’ya Musa’ya yaranmak değil. Şimdi bir izleyicimiz, Atacan Çiftçi, şöyle bir soru sormuş, bu konuştuğumuz konuya da çok denk geliyor: “Televizyonda HDP’siz HDP konuşuyorlar, siz de AKP’siz AKP konuşuyorsunuz, biraz da hükümeti destekleyen gazetecileri yazarları konuk etmeyi düşünüyor musunuz?”

Ruşen Çakır :Tabii düşünüyoruz, çağırıyoruz da gelmiyorlar. Bu kadar basit. Yani oradaki sorun bizden kaynaklanmıyor. Hele ben şahsen çok insan tanıyorum ediyorum. Yani şöyle: Bazen kazara birkaç kişi kabul etti çıktı, o zaman da kıyametler koptu — yani bizim geleneksel izleyicimizden. Ama biz istiyoruz, çok istiyoruz. Örneğin hatırla, son seçimde, yerel seçimde üç büyükşehir başkan adayına da çağrıda bulunduk. İzmir’deki kabul etti, ama o karambolde çok dikkat çekmedi, bir röportaj yapıldı. Ama Ankara ve İstanbul’un bizzat ben peşine düştüm; yani Binali Bey’i ve Özhaseki’yi çıkarmak için. İstemediler, “Yok” dediler, “İhtiyacımız yok” dediler, “düşünmüyoruz”. Hatta Binali Bey’inki birazcık olur gibi oldu sanki, sonra olmadı. Ya, biz gazeteciyiz, neden istemeyelim? Yani şimdi mesela tabii ki ben Recep Tayyip Erdoğan’la, Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı ile kabul etse yayını uçarak yaparım. Ama oradaki mesele bizden kaynaklanmıyor. Şimdi bunun ta başına gidelim: Benim ilk Periscope yayınlarını yaptığım zamanlar, 2015 seçim zamanıydı, Haziran seçimi öncesi ve sonra da Kasım seçimi öncesi. Ben HaberTürk’ün parasıyla Türkiye’yi geziyordum; haber yazdırmıyorlardı, ama ben gidiyordum ve Periscope’ta Adana’da, Kayseri’de, şurada burada adaylarla röportaj yapıyordum, AKP’lilere de gidiyordum, hiç şey yapmıyorlardı. O tarihte MHP muhalefetteydi, MHP kabul ediyordu. MHP’li kaç kişi ile röportaj yaptım Trabzon’da, Rize’de, Kayseri’de, Adana’da vs.. Sonuçta biz AKP’siz AKP tartışıyor değiliz; ama AKP’yi tartışmak zorundayız. Şimdi şöyle bir şey yapıyorlar, o çok ilginç: İktidar, belli bir tarihte –ki benim de senin de çalıştığımız ana akımda bir yerde– kendi üyelerini, yöneticilerini açık oturumlara yollamamaya başladı biliyorsun. Mesela AKP milletvekili, bakanı falan, başkalarıyla çıkmamaya başladı. Bunun üzerine, yerine gazeteci falan bulmaya çalıştılar ve seviye acayip düştü biliyorsun. Şimdi AKP’li insan diye çıkardıkları birçok insanı –ki yıllarca AKP üzerine çalışmış birisi olarak adını benim ilk defa duyduğum birtakım insanlar türedi, çok seviyesiz–; zaten bu, Erdoğan’ın belli bir tarihten beri aldığı bir karar var. Bizim bunu arada sırada delebildiğimiz oldu; ama buradaki mesele: Biz istemiyor değiliz, orada istenmiyor. Şu gün mesela, şunu izleyen AKP’li birileri varsa ve “Olur mu ya? Ben istediğin zaman çıkayım Medyascope’a” dese, hemen çıkartırız, yani hiç sorun değil.

Sedat Pişirici: Şimdi izleyicimizin sorusunda bir nüans var: “Televizyonda HDP’siz HDP konuşuyorlar, siz de AKP siz AKP konuşuyorsunuz. Hükümeti destekleyen gazetecileri, yazarları konuk etmeyi düşüyor musunuz?” diyor. Sevgili izleyici, Medyascope 7 Haziran-1 Kasım seçimleri arasında o zaman Başbakan olan Ahmet Davutoğlu’nu davet etti yayına, Davutoğlu önce kabul etti, ondan sonra ofisinden katılamayacağı, yerine o tarihte Genel Başkan Yardımcısı olan Numan Kurtuluş’un katılacağı bilgisi geldi, kabul ettik. O da birkaç gün sonra gerçekleşmedi, Numan Kurtuluş’un katılamayacağı, bir başka hükümet üyesinin, Tuğrul Türkeş’in hükümeti temsilen yayına katılabileceği belirtildi, Tuğrul Türkeş de yayına katılmadı. Son olarak bize, Davutoğlu, Numan Kurtuluş, Tuğrul Türkeş katılmadığı halde, AKP’li bir gazetecinin yayına katılabileceği bildirildi. AKP’li bir gazetecinin, tekrar ediyorum AKP’li bir gazetecinin. Burası, AKP dururken, AKP yöneticileri dururken, onların yerine AKP’li olduğu söyleyen bir gazetecinin AKP adına konuşacağı, görüş serdedeceği bir yer değil. Biz mümkünse AKP’linin kendisinin buraya katılmasını istiyoruz.

Ruşen Çakır: Bir de şöyle bir şey var açıkçası: Belli bir tarihte –ki bizim ilk çıkış zamanlarımızdı–, o tarihte AKP’ye yakın olan bazı gazetecileri çıkarttık tek tük, bazılarını da çıkartmak istedik vs.. Onların önemli bir bölümü şimdi AKP’den koptu, Karar’a vs.’ye geçtiler. Şu anda AKP’ye angaje olmuş medyada yazıp çizen insanların büyük bir çoğunluğu gazeteci değil zaten. Yani bizim izleyicilerimizin onlardan öğrenebileceği bir şey yok. Sırf AKP’ye destek veriyor ve haftada üç gün dört gün köşe yazıyor diye, birilerini kalkıp önem verdiğimiz gazetecilerle aynı tartışma programına falan çıkartmak ayıp olur yani. Yani burada, şu anda var olan mecralarda yazıp çizip belli bir saygınlığı olan, belli bir olgunluğu olan, özgünlüğü olan isim neredeyse kalmadı. Çoğu ya kendisi çekildi ya da tasfiye edildi. Mesela bize birkaç kere çıkan Ergün Yıldırım var biliyorsun Profesör, Yeni Şafak’ta yazıyordu. Yeni Şafak yazılarına son verdi. Yazılarından birisi de bu fon tartışmasıydı.

Sedat Pişirici: Evet, şunu da ekleyelim tekrar, o izleyicimizin sorusuna cevaben: Kabul eden AKP’li Medyascope’a çıkıyor. Örneğin en son AKP’nin yeni Diyarbakır İl Başkanı’nı arkadaşımız Ferit Aslan canlı yayında ağırlamıştı, gelgelelim aynı İl Başkanı bu fon tartışması çıkınca Medyascope’ta programa çıktığını unutup bizim için ağza alınmayacak şeyler söyledi. Kendisine Medyascope’ta programa çıktığı hatırlatılınca da, kısa bir süre sosyal medya hesabını kapatıverdi. Böyle şeyler de yaşıyoruz. Sorular geliyor, yanı sıra övgüler geliyor. 

Ruşen Çakır: Övgüleri geç.

Sedat Pişirici: Övgüde bulunan izleyicilerimize çok teşekkür ederiz, çok sağ olun var olun. Sorularla devam edelim isterim. Bir izleyicimiz sormuş: “Kürtçe yayınların artacağını söylemiştiniz geçen sene, ama “Kurteheftê”, Kürtçe haber bülteni ortadan kalktı, sebebi nedir acaba?” demiş.

Ruşen Çakır: Onun cevabını sen ver.

Sedat Pişirici: Tamamen o programı yapan arkadaşımızın kişisel sebeplerle Medyascope’tan ayrılması. Vallahi yerine o yetkinlikte Kürtçe haber bülteni hazırlayabilecek bir arkadaş da henüz bulabilmiş değiliz, bulabildiğimiz anda Medyascope’ta Kürtçe haber bülteni yeniden başlayacak. Bir başka soru: “En düşük muhabir ne kadar alıyor?” Maaş kastediyor herhalde ve “Sosyal hakları nasıl?” diye sorulmuş. Buna cevap vermek isteriz gerçekten; çünkü özellikle bu fon tartışması sırasında, ama ondan önce de bir kısım mahfiller, Medyascope’a bu maaş meselesi üzerinden “çakma”ya, vurmaya çalıştılar. “Stajyere niye maaş ödemiyorsunuz?” diye soran şaşkınlar dahi oldu. Demin Ruşen’in söylediği gibi, edindiğimiz fonlarla geldiğimiz seviyede burası 56 gazeteciyle bir ücret maaş ilişkisi içinde. Bu insanlar hem kadrolu hem sigortalı. Yanı sıra şöyle de soru soranlar olmuş: “Bu gazeteciler basın kadrosundan mıdır, değil midir?” diye. Değiller elbette. Çünkü Türkiye’de internet medyasının, dijital gazeteciliğin neyi yazıp neyi yazamayacağı hakkında hangi cezaların verilebileceği hakkında kapı gibi yasa çıkaran siyasî iktidar, hem kendi içinden gelen yasa teklifleri hem muhalefetten gelen yasa teklifleri olduğu halde, internet medyasını, dijital gazetecileri Basın İş Yasası çerçevesinde değerlendirilecek gazetecilerden saymıyor. Bu düzenlemeyi yapmıyor. Dolayısıyla biz istesek de, Medyascope’ta çalışan gazetecileri Basın İş Yasası çerçevesinde kadrolayamıyoruz. Twitter’da geçen bizim haberimizin altına yazan bir arkadaş, “Bunu yapmıyorsunuz, böylece sendikalaşmasını da engelliyorsunuz gazetecilerin” diye yazmış. Yanlış. Sendikalaşması bu nedenle engellenir değil gazetecilerin, sendikalaşmak isteyen, sendika üyesi olmak isteyen –ama Basın İş Kanunu’na göre değil normal çalışma kanununa göre çalışan– gazeteci, gazeteciler uygun bir başka sendikanın da üyesi olabilirler, bunun Medyascope ile bir alâkası yok. Bu aslında doğrudan bizim değil, internet medyasında çalışan tüm gazetecilerin, tüm internet medyasının, tüm dijital gazetecilerinin sorunu; bu sorun tek tek değil, Medyascope, x, y, z ile değil; bu sorun gazetecilik meslek örgütleriyle, gazetecilerin bizzat örgütlenmesiyle çözülecek bir sorun. “Medyascope’ta en düşük maaş ne kadar?” diye soran arkadaşımıza bir cevap: Burası sivil toplum kuruluşu değil, dernek değil, vakıf değil, burası ticarî bir işletme. Dolayısıyla ticarî bilgilerimizi yaymak gibi bir niyetimiz yok. Ama şunu da açıklıkla söyleyelim: Burada kimseye asgarî ücretin altında ücret ödenmiyor. Çok büyük sayıda arkadaşlarımıza da asgarî ücretin üzerinde bir ücret ödeniyor.

Ruşen Çakır: Şimdi burada şöyle bir husus var: Şimdi sen de ben de kendimizi solcu olarak tanımlayan insanlarız. Bu Medyascope’un solcu olduğu anlamına gelmiyor; ama Medyascope’un sahipleri, ortakları olarak görünen kişiler kendilerini böyle tanımlıyorlar. Allah’ a çok şükür, hep bunu deyince de insanlar kızıyor, ama çok şükür. Şimdi birtakım şeylerle bu hikâyeler can acıtmak için kullanılıyor. “Hani hep solcuyuz diyorsunuz, ama bilmem ne”. Onu özellikle çok şahsen benim –bildiğim kadarıyla senin de– en çok hassas olduğumuz noktalardan birisi. Ve biz bundan önceki yayınlarda da, yani yıllık yaptığımız Medyascope yayınlarında da hep şunu vurguladık, dedik ki: “En temel önceliğimiz buradaki arkadaşlarımızın yaşam şartlarını iyileştirmek” dedik. Sürekli bunu vurguladık ve sürekli de bu konuda çok ciddi adımlar attık. Bunun detaylarını anlatmanın çok bir anlamı yok; ama yaşayan arkadaşlarımız biliyor. Gerçekten şöyle de bir hava yaratılıyor hani: Ortada birtakım paralar var; bu paralar aslında öyle olağanüstü paralar değil, ama sanki birileri alıyormuş gibi. Halbuki bu paralar insanlara ve buranın prodüksiyon işlerine gidiyor ve biz öncelikle her seferinde, öncelikle çalışan arkadaşlarımızın iş koşullarını, mesela muhakkak haftada iki gün izin yapmaları şu bu, bütün bunlara son derece hassasız. Yani bunu özellikle vurgulamak istiyorum. Anlıyorum, bazılarının bir şekilde can yakmak, can acıtmak dertleri olabilir; bunun farkındayız, ama bu konuda hesap veremeyeceğimiz hiçbir şeyin olmadığını özellikle vurgulamak istiyorum, boşuna uğraşıyorlar. Şu var yani: Bizimle uğraşmak isteyenler, yaptığımız ettiğimiz, ürettiğimiz şeylere baksınlar, içeriklere baksınlar, yaptığımız yayınlara baksınlar. İlginç bir şekilde onların üzerinden gelen şeyler de oldu biliyorsun, belki sorular da olur, onlar da böyle tam bir ıvır zıvır üzerinden gidiyor. Mesela mültecilik meselesinden acayip bir saldırıya uğradık. Medyascope uğradı ve ben uğradım. O tarihte Afgan mültecilerle ilgili ağzımı açıp tek kelime etmemiştim. Hatta bayramdan sonra, tatilden sonra gelip, “O kadar lâf işittim, bâri lâfımı söyleyeyim” dedim. Hakkım yani, çünkü müktesep oldu, değil mi? O kadar küfür yedik, bâri söyleyelim evet. Hani “Çok seviyorsan al evine iki Afgan besle” diye bir yayın yaptım. Ama işte böyle bir şey var; daha önceki Suriyeliler meselesinden hafızalar var. Şimdi Afgan meselesi, Afgan mülteciler gelince, “Bu zaten böyledir” falan gibi. Orada da şunu insanlar anlamıyor: Tabii ki Türkiye’ye böyle yüzlerce, binlerce, yüz binlerce, milyonlarca insanın akın akın gelmesinin savunulacak bir yanı yok. Ama bunu ben sen vs. biz mi engelleyeceğiz? Devlet engelleyecek. Devlet kapıdan bu insanların gelmesinin önünü kesmesin, hatta tam tersine Suriyeliler örneğinde olduğu gibi özel olarak teşvik etsin, ondan sonra buraya gelmiş olan insanların olabildiğince insanî koşullarda yaşamasını savunduğumuz için biz suçlanalım. Yani bu..

Sedat Pişirici: Sanırım bizden ne beklendiğiyle ilgili bu. Sevgili izleyici, biraz önce Ruşen Çakır söyledi. Bu yıllık programlarda hep söylüyoruz, biz muhalif değiliz, biz aktivist değiliz, biz gazeteciyiz ve biz Medyascope’ta olabildiğinde çoğulcu, çoksesli yayın yapmaya çalışan, uğraşan gazetecileriz. Arkadaşlarımıza da aynı şeyi va’z ediyor, onların da bu çerçevede çalışmasını istiyoruz. Gelgelelim Ruşen Çakır’ın düzenli analizlerinden yola çıkarak zannediyorum, Muhammed Sural’ın şu sorusu: “Ruşen Bey Türkiye’deki toplumsal muhalefetin kurumsallaşmasını hakkında ne düşünüyor?” sorusunun bir gazeteci cevabı vardır elbette; ama muhalefetin toplumsal olarak kuramsallaşması kurumsallaşmaması, ya da ona akıl verecek bir tarz bizim işimiz gerçekten değil. Ama mesela muhalefete bu aklı verecek bir uzmanın, bir siyasetbilimcinin, bir eski siyasetçinin, muhalefetin içinde uzun yıllar geçirmiş bir veya birkaç siyasetçinin görüşü, burada kamuoyuna, izleyiciye aktarılır. Ama dediğim gibi biz ne muhalefet, ne iktidara akıl verecek gazetecileriz. Biz sadece fotoğrafı çekip sizin önünüze koyan, bu fotoğrafta görüneni yorumlayan, bildik bir şekilde kamuoyu oluşturmaya çalışan değil, kamuoyunun oluşmasını yardımcı olmaya çalışan gazetecileriz.

Ruşen Çakır: Şimdi orada şöyle bir husus var tabii: Muhalefetin birtakım eksikleri vs. nedeniyle insanlar başka yerlere bakıyorlar ve biz de mesela Medyascope olarak belli bir sivrilme yaşadığımız için, insanlar bize fazladan misyon yüklüyor. Biz altı yıldır buna direnmeye çalışıyoruz ve başardık. Başarımızın da en önemli nedeni bu. O misyonlardan herhangi birisini üstlenmiş olsaydık, biz bu dükkânı çoktan kapatmıştık. Böyle bir derdimiz yok, olmayacak. Yani bizim derdimiz şuna akıl vermek, bunu parlatmak, bunu indirmek vs. değil. Ama şöyle bir şey var: Her şeyi de söylüyoruz. Hani bu kimseye karşı olduğumuzdan ya da sevdiğimizden değil; herkesin ayrı ayrı kişisel birtakım tercihleri olabilir, benim yaptığım analizler beni bağlıyor. Ama Medyascope kurumsal olarak çok daha geniş bir yerde olabildiğince tüm aktörleriyle, tüm boyutlarıyla vermeye çalışıyor. Orada eksikliklerimiz olabilir, ama onların hepsini elden geldiğince aşmaya çalışıyoruz.

Sedat Pişirici: Emre Sendil ya da Şendil şöyle bir soru sormuş: “Yaptığınız bir yayın veya ağırladığınız bir konuk nedeniyle pişmanlık duyduğunuz oldu mu hiç?”

Ruşen Çakır: Olmuştur herhalde; böyle pat diye aklıma gelmedi. Yani yapamadıklarımız var mesela. O da onun pişmanlığıdır. Mesela Muharrem İnce bize, seçim öncesi kaç kere çağırdık ettik falan, gelmedi.

Sedat Pişirici: Geleceğim dedi de gelmedi. Geleceğim deyip de gelmedi.

Ruşen Çakır: Evet, gelmedi. Onun dışında yani, böyle bir pişmanlık yani, başarısız olan birtakım yayınlar muhakkak olmuştur; ama ben daha çok başarılı olanları hatırlıyorum. Mesela şeyi düşünsene: Bülent Arınç’ı. TRT, Anadolu Ajansı hepsi ona bağlıydı, birden yapayalnız kaldı ve geldi, 90 dakikalık yayında, kendisine yönelik saldırılara Medyascope üzerinden cevap verdi. Ya da Meral Hanım, MHP’den dışlandıktan sonra daha parti kurmadan önce geldi, hatta eşiyle beraber gelmişlerdi hatırla, yaptık. Ya da Selahattin Demirtaş, Haziran seçimleri öncesi millet yayınlarda kendisine saz çaldırırken, birden Kasım seçimleri öncesi bütün kapılar kendisine kapatıldı, biz açtık, hatırla o yayını. Şey diyenler bile vardı: “Ulan polis basacak”, bilmem ne olacak. Yani gazetecilik böyle bir şey. Bu heyecanlar değişik değişik yayınlarda; mesela Ankara Katliamı’ndan sonra yaptığımız canlı yayın — ki o zaman teknik imkânlarımız çok zayıftı; telefonlarla yaptığımız şeyler. Saatlerce beraber mi yönetmiştik? Değil mi? İşte Sırrı Süreyya bağlanır, şu olur bu olur falan. Yani acayip şeyler yaptık çok zor zamanlarda. Şöyle söyleyeyim: Bazılarına şimdi baktığımda, çok cesurcaymış diyorum. Yani hakikaten başımıza bir şeyler gelebilirdi.

Sedat Pişirici: Belki de bunun nedeni şu sevgili izleyici: Samimiyetle de söylemek isterim ki, biz burada haber toplantısı yaparken, örneğin o gün hangi konuyu ayrıntısıyla ele alacağımızı tartışırken, hangi konuyu hangi konukla konuşacağımızı tartışırken, kafamızın arka planında hiçbir şey olmadan tartışıyoruz. Yani, “Ahmet’i çıkaralım, bak o bu konuda şuradan çakar. Ayşe’yi, o da burada şunu öne çıkarır” diye bir yaklaşımımız yok. Burada tek derdimiz konunun gerçekten uzmanını bulup sizin karşınıza çıkarmak. Ruşen gelen sorular arasında toparlayarak cevaplamamız gereken bir şey var. Sağ olsun izleyici, Medyascope’un aynı zamanda bir tür okul olduğu gerçeğini de unutmamış, altını çiziyor. Burada çalışıp şimdi başka yerlere uçan genç arkadaşlarımızı da anıyor ve soruyor: “Gençlerle çalışmaya devam edecek misiniz? Okul niteliğinizi geliştirecek misiniz? Seminerleriniz vardı, eğitim seminerleriniz, onları sürdürecek misiniz?” Kısa bir cevap vereyim, sonra Ruşen devam etsin. Etmiyorsak bunun tek müsebbibi koronavirüs salgınıdır. Çok planlarımız vardı. Ruşen devam etsin.

Ruşen Çakır: Evet, o yaptığımız, özellikle “Genç gazeteci adayları deneyimli meslektaşlarla buluşuyor” çalışmalarını –ki onların sonuncusu için İngiltere Başkonsolosluğu’nun hîbe programından fon bulmuştuk; çünkü İstanbul dışından arkadaşlar da geldiler İstanbul’a, otelde kaldılar vs. bunların hepsinin belli bir şeyi var– bunları sürdürmek istiyoruz. Bunları online yapmak istemiyoruz, burada yapmak istiyoruz ve onun için de salgında belli bir normalleşmenin yaşanmasını bekliyoruz. İlk fırsatta onu yapacağız. Okul özelliği meselesi, evet, gençlerle çalışmaya devam edeceğiz. Burada çalışıp hayatında gazeteciliğe burada başlayan olduğu gibi, hayatında ilk kez bir yerde çalışan gerçekten onlarca arkadaşımız oldu. Bu yine devam edecektir muhakkak. Bazıları gazetecilik yapmayı tercih etmedi. Özellikle üniversitede kalmayı düşünenler oldu, çok sayıda, ama başka kurumlarda gazeteciliğe devam etmeye devam edenler de var. Biz hepsine teşekkür ediyoruz ve hiç kimseye kırgın falan da değiliz; illâ ki yeni gençler –ki şu anda hâlâ öyle tabii; bu arada 6 yaşına bastığımız için, bizde uzun zamandır çalışanlar da artık bayağı bir yaş aldılar; ilk geldiklerinde 18-19 yaşında olan arkadaşlar, 25 falan da oldular– ama gençlerle çalışmanın çok daha iyi olduğunu düşünüyoruz. Çünkü biz çok tutucu olabiliyoruz, yaşımız ilerlediği için. Ama şöyle bir şey var, onu özellikle vurgulamak isterim: Onlar da, izleyen arkadaşlarımız, hâlâ çalışanlar ya da ayrılanlar da ürkek oluyorlar bazıları, yeterince cesur ve atak olamıyorlar. Keşke daha atak olsalar, o da Türkiye’deki hâkim kültürün bir etkisi belki yani. 

Sedat Pişirici: İki soru var, ben hızlıca cevap vereyim. Bir tanesi “Havada Suda programı neden yok?” diye sormuş izleyicimiz. Tatildeler efendim, tatilleri bitince Havada Suda tekrar başlayacak, başka bir nedeni yok. Bir başka izleyicimiz, “Neden Kemal Okuyan gibi Türkiye’nin solunun daha solundan siyasetçileri pek ağırlamıyorsunuz?” diye sormuş. Ağırladık efendim, 20 Mart 2021 Cumartesi günü bizim Murat Aksoy’un “Haftasonu Siyaset” programının konuğu oldu TKP Genel Sekreteri Kemal Okuyan.

Ruşen Çakır: Ve orada bir not da düşelim; biliyorsun bu son fon meselesinde bize yönelik saldırıları diyelim ki ilk başlatan bir internet sitesi, daha sonra OdaTV ve hemen atlayan soL haber. Yani bunu da özellikle vurgulamakta yarar var, onu da söyleyelim. Yani burada bizim kimseyle bir meselemiz yok; ama bizimle meselesi olan insanlar bulunduğunu da özellikle vurgulamakta yarar var.

Sedat Pişirici: Evet, yani Medyascope’ta yayına çıkıp, daha sonra bizi Amerikan emperyalizminin uşağı ilan eden parti yayın organının yöneticisi, bu saatten sonra tekrar Medyascope’a gelmeyi arzu ederse, elbette kapımız TKP Genel Sekreteri’ne ve diğer sol sosyalist komünist partilerinin genel sekreter ve yöneticilerine açık. Bu açıdan bizim hiçbir sıkıntımız yok efendim. Tekrar gene bir toplu soruya cevap verelim. Geleceğe ilişkin öngörülerimiz, yani Medyascope’un geleceğine ilişkin bir şeyler öğrenmek istiyor izleyici. Kendimize ne kadar ömür biçiyoruz? Önümüzdeki günlerde yeni programlar olacak mı? Daha kaç yıl bu işe devam edeceğiz?

Ruşen Çakır: Şimdi bir kere, öncelikle Medyascope’a üç ay önce bir kardeş geldi, Mikroscope, Müge İplikçi yönetiminde online bir edebiyat, sanat platformu. Onlar yola yeni başladılar, onlar da büyük bir heyecanla bunu yapıyorlar. Bizim bünyemizde, Medyascope’un bünyesinde Mikroscope, ilk kardeş geldi. Hedefimiz yeni kardeşler, kimisi online şeyler olabilir, internet siteleri olabilir, kimisi de Medyascope’ta yaptığımızın birtakım –ne deniyor ona?– türlerle ilgili. Mesela belki bir spor kanalı, yine aynı perspektife.

Sedat Pişirici:Medyaspor” gibi.

Ruşen Çakır: Ya da “Sporscope”.

Sedat Pişirici: Evet, “Sporscope”.

Ruşen Çakır: Ya da kültürle ilgili, ya da ekonomiyle ilgili, böyle kardeş kanallar ekleyebiliriz. Öncelikle onu söyleyeyim. 

Sedat Pişirici: Ama bunun için daha çok fon lâzım.

Ruşen Çakır: Evet, buluruz. Ama zaten böyle bir şey var; onu özellikle vurgulamak istiyorum. Biz bu işe başladığımızda şöyle bir şey vardı. Bir miktar fon buluruz, kendimizi kanıtlarız, ondan sonra reklam ve sponsorla yola devam ederiz. Biz kendimizi kanıtladık, reklam ve sponsor gelmedi. Çünkü insanlar çekiniyorlar, korkuyorlar aslında. Şimdi Türkiye bana göre normalleşecek. Türkiye normalleştikten sonra, artık bu işten kendi kendini finanse eden bir kurum hâline gelecek Medyascope. Ya da şöyle söyleyelim: Medyascope gibi bir kurum, diyelim ki Almanya’da, Fransa’da, İsveç’te, Norveç’te, hani bize fon veren ülkelerde kurulmuş olsaydı, şimdi çoktan yatırımcılar vs. reklam geliriyle, sponsor geliriyle bayağı… ne denir? Eğer iyi de yönetilirse, başarılı olursa, bayağı bir kurum haline gelirdi. Türkiye’nin sorunu, normal bir ülke olmaktan çıkmasıdır. Ve insanların medyaya baktığı zaman, basına baktığı zaman esas olarak siyasî baskıları görmesidir. Halbuki AKP iktidarının, Erdoğan iktidarının medya konusunda yaptığı en önemli şey, medyayı tamamen finansal olarak kendine bağımlı kılmaktır. Bunun bir yolu nedir? Reklam gelirlerini kontrol etmek; bir diğer yolu da, kendisine zarar verebilecek başka kurumlara insanların destek olmasını engellemektir. Geçen yıl Financial Times bizi Ortadoğu’nun en… neydi? İstikbal vaat eden 25 şirketi arasında gösterdi. 25 şirket, medya kuruluşu değil. Her sektörden 25 şirket. Normal şartlarda Financial Times gibi bir gazetenin bu kadar övdüğü bir yere ânında bir yığın yatırımcının gelmesi gerekir. Ama bize kimse gelmedi. Çünkü korkuyorlar. Yani yabancı bir yatırımcı Türkiye’de, Erdoğan Türkiye’sinde, Erdoğan’ın onay vermediği ya da Erdoğan’ın medya havuzunda yer almayan bir kuruma destek vermekten, yatırım yapmaktan çekiniyor. Bu düzeldikten sonra, yani Türkiye normalleştikten sonra, biz reklam gelirleriyle, sponsor geliri vs. ile, buradan elde ettiklerimizle, kazandıklarımızla, biriktireceğimiz sermaye ile yeni yeni kurumlar ortaya çıkartacağız. Zaten şu hâlimizle haftada 7 gün, günde ortalama 10 saat yayın yapan, en az değil mi? 12 saat yayın yapan bir kurum hâline geldik, Mikroscope çıktı, başkaları çıkacak. Çok yakında başka şeyler çıkacak. Medyascope kendi içerisinde gelişecek. Yeni programlar yeni katkılarda bulunacak, hani bizim haftalık…

Sedat Pişirici: Hemen taze soru: Televizyon olacak mıyız?

Ruşen Çakır: Olmayacağız. Televizyonlar bizim gibi olacak. Niye televizyon olalım? Yani şöyle bir şey ama: Çok geçmeden artık Medyascope’u insanlar kendi evlerindeki televizyonlardan izleyebilecekler. Nasıl izlenecek? Bir şekilde nasıl evlere Netflix girdiyse Medyascope da birtakım platformlar üzerinden kesin girecek.

Sedat Pişirici: Şu anda Apple TV aparatınız varsa örneğin, Apple TV’de Medyascope’un programlarını izleyebilirsiniz. Medyascope orada var. Yeri gelmişken hemen, kendisi açık adını yazmayan bir izleyici, CYF diye tanıtmış kendini, demiş ki: “Ben geldim İstanbul’a, Medyascope binasına, gazetecilik yapmayı öğrenmek için, ama reddedildim”. Değerli izleyici bakınız, dedim ya: Burası sivil toplum kuruluşu değil, burası dernek değil, burası vakıf değil, burası gazetecilik yapan bir müessese. İkinci olarak, burasının bir istiap haddi var. O istiap haddi dolduğu zaman buraya yeni arkadaşlar kabul etmiyoruz. Üç: Bir koronavirüs salgınının içinden geçiyoruz, bu salgın sırasında üzülerek de olsa –ki biz her yaz ciddi sayıda stajyer alırdık, bu sene kabul etmedik– stajyer kabul etmememizin nedeni herhalde çok açık: Koronavirüs salgını. Biz bir stajyerin hayatını da, burada çalışan arkadaşlarımızın hayatını da tehlikeye atmak istemiyoruz. Çünkü biz bu salgın sırasında zaten burada sınırlı sayıda insanla çalışıyoruz. Medyascope’un bütün çalışanları, bu İstanbul’daki çalışanları, 40-45 kişi, tamamı şu anda burada falan değil. Burada 10-12 tane arkadaş çalışıyor.

Ruşen Çakır: Şimdi böyle bir şey var, bunu özellikle söylemek lâzım; şimdi adını vermeyen kişi demiş ya? “Ben geldim, çat kapı geldim, ama gazetecilik yaptırmadılar”. Şimdi bu ilginç; ama şunu da söylemek lâzım: Kaç tane yere böyle çat kapı girip…, bu, Medyascope’un yarattığı böyle bir şey var bazı insanlarda, özellikle gençlerde, insanlar böyle bir özdeşlik yaşıyorlar. Hani çat kapı gidip bir şey yapabileceği kadar yakın hissediyorlar. Bu iyi, güzel, ama hani çat kapı gelene, “Buyur al laptop’unu geç otur haberini yaz” diyecek hâlimiz de yok.

Sedat Pişirici: Şu da sana ilginç gelmiyor mu? Gene bu fon tartışmaları sırasında, bizi Amerikan emperyalizminin uşağı olmakla suçlayan çevreler mesela, dosdoğrudan Amerikan sermayesiyle Türkiye’de yayın yapan bir ulusal televizyon kanalı var. Doğrudan Amerikan hükümetine bağlı bir yayın organında çalışmış birinin yayın yönetmeni olduğu bir internet haber sitesi var.

Ruşen Çakır: Neyse.

Sedat Pişirici: Hayır, şunu söylemek istiyorum: Türkiye’de Amerika ile sıkı fıkı ilişkisi olan ve dediğim gibi doğrudan Amerikan sermayesiyle yayıncılık yapan kurumlar varken, onlara bunun sorulamamasının nedeni, acaba onların bizim gibi yayın yapmaması, hani yılda bir oturup “Sorun, Cevap Verelim” yayını yapmaması olabilir mi?

Ruşen Çakır: Şöyle bir cevap vereyim — çok sevdiğim yaşadığım, bizzat yaşadığım bir olay, belki başka bir yerde de anlatmışımdır. Ben Washington’da Vatan gazetesi adına gazetecilik yaptığımda –ama bu arada ona da lâf çakmaya çalıştılar– gazetenin muhabiri olarak Amerika’da çalışırken, Wilson Center’daydı yanılmıyorsam o tarihte, hâlâ yaşıyor mu bilmiyorum, hatta biz de bir kere TESEV’de çağırmıştık kendisini, Sadettin İbrahim diye bir Mısırlı entelektüel vardı, liberal, yani açık liberal; Hüsnü Mübarek yönetiminde, o otoriter rejimde. O bir İbn Haldun Center mı ne, diye bir merkez açmış ve orada Hüsnü Mübarek döneminde liberal düşünceyi, demokrasiyi vs. savunmaya çalışan çok ilginç bir entelektüeldi. Ve bu kişi geldi Wilson Center’da konuşma yapıyor, ben de izlemeye gittim. İşte, anlattı: “Mısır’da demokrasi yok” vs., şudur budur anlattı. Sonra soru-cevap bölümünde Mübarek rejiminin bir elemanı, Mısırlı bir adam, belki de elçilikte çalışıyordur, bilmiyorum ama Mübarekçi yani, başladı adama: “Siz geliyorsunuz Amerikan parasıyla kendi ülkenizi şikâyet ediyorsunuz,” şudur budur falan. Sadettin İbrahim çok şey bir adamdı, yani umarım hâlâ yaşıyordur, ne zamandır kendisini görmedim, yaşlıydı da o tarihte. Dedi ki, hiç unutmam bunu: “Yahu kardeşim” dedi, “Amerika Birleşik Devletleri’nin dünyada en çok yardım yaptığı iki ülke var; birisi Mısır, birisi İsrail. Yani Hüsnü Mübarek yönetimi. Sen” dedi “bana kalkıyorsun diyorsun ki Amerikan parası ile bilmem ne.” Fon alıyor, çünkü şeyden, İbn Haldun Center, yanlış hatırlamıyorum diye düşünüyorum öyle olması lâzım merkezin adı yani, bir merkezi yönetiyor ve tabii ki Mısır’da kimse ona doğru dürüst destek olmuyor ve o da Amerika’dan Avrupa’dan alabildiği yerlerden fon alıyor. Ve Amerikalılar davet ediyor, orada da konuşuyor. Ona dedi ki: “Ya, sen Amerika’nın en çok yardım yaptığı rejimin adına bana nasıl bunu söylersin?” diye adamı hakikaten rezil etti. Şimdi bu olay bizim başımıza geldiğinde, yılda 65 bin dolar aldığımız Chrest Vakfı’ndan, işte, kaç hafta önce NATO Zirvesi’nde Erdoğan Biden ile konuştu ve şimdi Afganistan’da havaalanında işler değişti. Ne olacak bilmiyoruz; ama ne için Afganistan’dan herkes giderken, kaçarken, havaalanına talip oldu? Türk-Amerikan ilişkilerini iyi tutmak için vs., öyle değil mi? Çok açık, herkes biliyor. Yani şimdi mesela Biden Soykırım’ı tanıdığında ilişkileri mi kesti? Hiçbir şey olmadı; çünkü iktidar ABD ile iyi geçinmek zorunda ve bunu biliyor; ama ona sahip çıkan insanlar ABD’den gelecek olan şeye sahip çıkan insanlar, kalkıyorlar, işte oradan, bir başka yerden anti-Amerikanizm’i bizim üzerimizden yapmaya çalışıyorlar. Nafile bir şey; ama burada artık Türkiye şeyi kaçırdı. Bir de hani bu hakikat sonrası çağda böyle yani. İnsan bir şey söylüyor, “Ya, sen kendine bir baksana” falan diyorsun. İşte, sen demin söyledin: Bize saldıran kurumun –yani kurum demeyeyim, artık neyse– onun başındaki genel yayın yönetmeni Voice of Amerika’dan işten çıkartıldı değil mi? 

Sedat Pişirici: Evet.

Ruşen Çakır: Ee, şimdi bir de arkadaşımızdı, hesabında.

Sedat Pişirici: Doğrudan Amerikan hükümetinden maaş alıyordu.

Ruşen Çakır: Neyse, olsun. Ne diyeyim.

Sedat Pişirici: Bir soru var sormak lâzım. “Sedat Peker’i yayına çıkarmayı düşünür müsünüz?”

Ruşen Çakır: Hayır. Yani çok açık: Hayır. Çünkü yani insanların şeyin farkında olması lâzım: Bir sınır var ve bu sınırı biz çizemiyoruz. Yani Sedat Peker’in yayınları üzerine yayın yapmak da riskli; o riski alabiliyoruz, ama Sedat Peker’le yayın yapmak… böyle bir şeye onun da ihtiyacı yok zaten. İstese video yapıyor zaten. Yani bunu bir şey gibi koyuyor insanlar. Mesela bir de şu var.

Sedat Pişirici: Bu bir challenge, gazetecilik challenge’ı. 

Ruşen Çakır: Gazetecilik, yani Türkiye keşke şöyle bir şey olsa, Türkiye normal bir ülke olsa yaparım. Türkiye normal bir ülke olsa yaparım; ama Sedat Peker’e yapamadığını, bizim üzerimizden başka şeyler yaparlar. Bir de şu var biliyorsun: Fethullahçılar’la ilgili yayınlarda filan, “Niye onlara söz hakkı vermiyorsunuz?” Ben de hep şey diyorum: “Gelsinler stüdyoya, çıksınlar”. —“Olur mu canım? Zoom’la yapın, Skype’la yapın” vs. Yani mahallenin bir enayisi, salağı ben miyim? Yani şimdi, atıyorum, mesela Ekrem Dumanlı. Burada bir yığın gariban bir yığın zulme uğruyor Bank Asya’ya para yatırdığı için, yok, Zaman gazetesine abone olduğu için hapiste insan var. Zaman gazetesinin Genel Yayın Yönetmeni Amerika’da keyif çatıyor. Ben onunla yayına bağlanacağım, o başlayacak burada bir yığın, hani ne? Kanunun suç saydığı fiili övme faaliyetine. Ondan sonra neyin kahramanlığı? Gazetecilik böyle bir şey değil, gazetecilik başka bir şey. Orada hani bunu hep söylüyoruz, geçen yıl da söyledik, tekrar söyleyelim: Cesur olmakla enayi olmak arasında bir şey var. Bizim yapmaya çalıştığımız ve yapabildiğimiz: Sürdürülebilir cesaret. Yani bir atımlık bir kurum değil. Şimdi Sedat Peker’i çıkardım diyelim, çok da izlendi, ertesi gün yayın yapacağımın garantisi yok. Niye böyle bir şey yapayım?

Sedat Pişirici: Bir izleyici de şunu sormuş: “Yeni internet yasasının Meclis açıldığında gündeme geleceğini bizzat Erdoğan söyledi ve olası sansür girişimleriyle ilgili kaygınız var mı? Bu Medyascope’u etkiler mi?” Kaygılıyız. Yani Türkiye’de sosyal medyanın, duyulmak istemeyen şeylerin söylenmesini engellemek amacıyla düzenlenmeye kalkışılması yanlış bir şey, doğru bir şey değil. Bunun devamı Türkiye’de siyasî iktidarı desteklemeyen, açıkça destek vermeyen, bırakın tarafsız habercilik yapmayı, açıkça siyasî iktidara destek vermeyen medya kuruluşlarının kapanmasına kadar gider. Bu o kadar tehlikeli bir niyet, o kadar tehlikeli bir girişim. Ben kendi adıma kaygılıyım.

Ruşen Çakır: Ben değilim. Yani ne olacak? Sonuçta biz bu işe başladığımız zaman da kaygılanacak birçok şey vardı, bir yol bulduk.

Sedat Pişirici: Tamam, sürdürülebilir cesaretle gidiyoruz; kendi adıma kaygılıyım derken, beni hapse atacaklar o yüzden kaygılıyım demiyorum. Türkiye’nin geleceğinde bir kısmı iktidar yanlısı olmakla birlikte, hatta büyük bir kısmı iktidar yanlısı olmakla birlikte internet medyası dediğimiz şeyin, dijital gazeteciliğin, sosyal medya mecraları üzerinden yapılan haberciliğin bu tarz yasal bir sansüre uğraması, uğratılması tehlikesi var ki, ben bundan kaygılıyım. 

Ruşen Çakır: Tamam, ama yine de akacak su yolunu bulmaz mı?

Sedat Pişirici: Akacak kan damarda durmaz. Su akar yolunu bulur.

Ruşen Çakır: Su akar yolunu bulur. Yani şimdi biz bu işlere ilk başladığımız zamanlarda da, “Ya, nasıl yapacaksınız? Başınıza bir şey gelmez mi?” falan. Ya, her şey gelebilirdi; yeni yasaya ne gerek var. Deseler ki kapattım. Dese kapatır zaten. Ne yapabiliriz ki? Tabii ki daha da kötüleşme ihtimali hep var, her şeyin, medyanın, gazeteciliğin şartlarının daha da kötüleşme ihtimali hep var. Ama bizim de bu gazetecilik ısrarımız ve inadımız da olacak yani.

Sedat Pişirici: Hislere tercüman bir soru, Münir Akyol sormuş. “Ben şahsen bu çapta bir kanalın iki üç milyon takipçiye ulaşmış olması gerektiğini düşünüyorum. Sizin fikriniz nedir?” Vallahi bizim fikrimiz de bu yönde. Hatta on on beş milyon olması gerektiğini düşünüyoruz ama… 

Ruşen Çakır: Orada ama, işte ne deniyor? Click ne deniyor, ona takipçi çekmek için yapılan numaralar var ya? İnternette, “şok” bilmem ne filan. Biz onu yapmadığımız için. Öyle alelacele gürültülü şeyler yapmadığımız için belki. İnsanlar şey yapmıyorlar ama.

Sedat Pişirici: Clickbait.

Ruşen Çakır: Evet clickbait. Buna da dikkat etmek lâzım; yani önemli olan kendi kendimizden râzı olmamız Sedat. Yani öyle bir şey var ki, yaparsın, edersin, hakikaten bunun şeylerini biliyoruz; hepimiz bu medyanın göbeğinde yıllar geçirdik. Hangi yayın ne getirir? Hangi yayın ne götürmez? Bunları biliyoruz. Ama maksat şey değil ki… çok takipçi, çok izlenme vs. falan; bunu yaparız, ama o zaman da şöyle bir toplantıyı yılda bir yapamayız. Neyi konuşacaksın ki o zaman zaten? Zaten işte şeyle gidersin. Şimdi bakıyorsun, birtakım yerler, bizden çok önce başlayan birtakım yerler o “clickbait” denen şeyi… Basit değil mi?

Sedat Pişirici: Evet.

Ruşen Çakır: Hikâye uğruna neler neler yapıyorlar. Yani utanç verici şeyler yapıyorlar. Bugün Türkiye’nin zamanında en büyük olan gazetelerinin internet sitelerine girmeye hakikaten yürek lâzım. Gazetecilikle çok alâkası olmayan bir yığın yer var yani.

Sedat Pişirici: Katkıda bulunan izleyiciye tişört ve kupa gönderiyorduk. İlhan Apak haklı olarak, kızgın bir yüz ifadesiyle, “Kupalar gelmedi hâlâ” demiş. Not aldık, en kısa zamanda kupalar ulaşacak. Semih Sağlar, “Tanıl Bora’yı sıkıştırıp daha fazla programa çıkarma şansınız var mı?” diye soruyor.

Ruşen Çakır: Evet, iki belamız var: Tanıl Bora ve Can Kozanoğlu. Onlar nazlı; yani onları arada punduna getirip çıkarıyoruz, ama zaten onlar baştan itibaren bize hep destek olmuş, sahip çıkmış arkadaşlar. Ama onlar ekrana çıkmayı çok sevmiyorlar, arada sırada kandırma operasyonlarında başarılı olduğumuzda… Can’ı en son şeyde çıkarttık, biliyorsun, Sedat Peker’de. Tanıl’la da bir şey yaptık. İnşallah yine belli bir periyot olmasa da yapacağız. 

Sedat Pişirici: “Zamanlama Manidar”ı beğenen bir izleyicimiz, benzerlerinin artarak devam etmesini diliyor. Biz de diliyoruz. Evet, burada sizin de söylediğiniz gibi biraz gülmenin eğlenmenin zararı yok. Biz gülmeye, eğlenmeye karşı değiliz. Olabildiğince gülmek eğlenmek de istiyoruz. Medyascope’ta umarım önümüzdeki günlerde adamını bulursak, kadınını bulursak, bu tarz programlar daha da artacaktır. Bakıyorum sırayla sorulara. Ya gene aynı şeyi sormuş bir arkadaşımız. “Batı’dan fon alan bir yayın kuruluşu olarak özgürce emperyalizm karşıtı yayın yapabilir misiniz?” Yahu arkadaşım bak! Kahrolsun emperyalizm diye burada slogan atıyorum. Kahrolsun Amerikan emperyalizmi, kahrolsun Amerikan emperyalizmi. Ama ben kahrolsun Amerikan emperyalizmi dediğim zaman Amerikan emperyalizmi kahrolmuyor. Bu Amerika’nın tamamı emperyalist değil. Bunun da solcusu var, bunun da komünisti var, bunun da demokratı var, var oğlu var. Buradan yaklaşmak doğru bir şey değil efendim. N’olur biraz geniş bakın meseleye. Şu ülkenden topu topu üç bin kişi, Patreon ve Youtube üzerinden o da bize katkıda bulunuyor. Cesaret edemiyoruz, iban numarası verelim diye. Çünkü bu işler Türkiye’de tehlikeli, yasak. Bağış toplayamayız. Biz bir şirketiz. Onu da anlatamıyoruz. Ama işte o Patreon’dan, Youtube’dan sadece üç bin küsur insan bize katkıda bulunabiliyor. Yani üç bin kişi, üç yüz elli bin kişi oldu da biz mi hâlâ ısrar ettik Amerika’dan ya da ne bileyim Batı’nın fonundan para almaya. Gözünüzü seveyim.

Ruşen Çakır: Şimdi bu emperyalizm vs. meseleleri üzerine aslında çok fazla bir şey söylemeye gerek yok ya. Yani nasıl söyleyeyim? Herkes bildiği gibi inanmaya devam etsin. Yaptığımız işler ortada. Bir Allah’ın kulu, herhangi bir şekilde “Şunu şöyle yapıyorlar çünkü fon alıyorlar…” Mesela bu mültecilik meselesinde bunu söylemeye çalışan insanlar var ısrarla. Bu, gerçekten, nasıl söyleyeyim? Olabildiğince sakin bir kelime bulmaya çalışıyorum. Şöyle söyleyeyim: Ben kendimi bildim bileli enternasyonalist birisiyim. Dolayısıyla hiçbir zaman milliyetçi olmadım, olmaya da niyetim yok. Böyle de ölmek istiyorum. O zaman da fon yoktu, bilmem ne yoktu. Bununla alakâsı yok. Mültecilerin, Türkiye’ye mülteci akını olmasının iyi bir şey olmadığını kabul ettim; ama bir şekilde devletin ülkeye girmelerine izin verdiği ve teşvik ettiği insanların yaşam koşullarının iyi olmasını savunmak, olabildiğince iyi olmasını savunmak bence doğru bir şeydir. Ve ben kendimi bildim bileli böyle bir çizgideyim. Bunun yabancı ile bilmem ne ile vs. ile alâkası yok. Bunu özellikle vurgulamak lâzım. Artık bu konularda zaten şöyle bir şey var: Yapılan işler ortada, bizler ortadayız. İsteyen inandığı gibi inansın. Başta niye biz şey dedik ya? Neye cevap vereceğiz?

Sedat Pişirici: İnsanlar zaten neyi görmek istiyorlarsa onu görmeyi, neyi duymayı istiyorlarsa onu duymaya eğilimliler. Demin iki kere söyledik: Biz muhalif değiliz, biz aktivist değiliz. Bir daha söylüyorum: “Biz muhalif falan değiliz. Biz Türkiye’de kimseye muhalefet etmiyoruz; biz gazeteciyiz efendim” dediğimiz halde, soruyor izleyicimiz: “Şu an muhalif televizyonlar” –ki bir televizyon da değiliz– “Halk TV, Tele 1 gibi, çok izleniyor, ama iktidar da ceza yağdırıp onları susturmak istiyor. Siz az izleniyorsunuz, ama iktidardan da ceza yemiyorsunuz. Biraz pasif kalmış olmuyor musunuz?” Değil mi? Yani çok pasif.

Ruşen Çakır: Bu şeyde de oldu; bu benim başıma da geldi. Bu Fethullahçılar mesela, bana şey derler biliyorsun. “Bu içeri niye girmedi?” Yani şimdi iyi gazeteci bu; içeri giren arkadaşlarımızın meslektaşlarımızın çoğu çok iyi gazeteci ve çoğuna da sahip çıktık her zaman için. Ama iyi gazeteciliğin şartının cezaevine girmek olduğunu düşünmüyorum. Girmemiz gerekirse de gireriz. Ve ben 19 yaşında 18 ay hapis yatmış ve hapis yatmayı bilen ve –biraz sapıkça olacak– seven birisi olarak, tabii ki girmek istemem, ama girersem de yatarım. Burada da pekâlâ başımıza bir şey gelebilirdi, gelseydi ona göre davranırdık; ama gelmedi diye bundan utanacak bir hâlimiz yok. Yani zaten o sözü edilen cezalara baktığımız zaman, cezaların verilme nedenleri çok uyduruk. Yok Abdülhamit’e laf söyledi, yok bilmem kime bilmem ne dedi diye; yani zorlama şeyler. Oradaki hikâyeler, “Kalkıp da şunu çıkarttı ve orada şöyle slogan attı da bunlar ceza aldı” falan değil, çok basit basit şeylerden. Mesela neden oluyor, genellikle Halk TV’de Ayşenur Abla’nın –Ayşenur Aslan ki kendisi benim gazetecilik hayatımdaki ilk şefimdir, buradan kendisine sevgilerimi yollayayım– Ayşenur Abla’nın yayınlarındaki birtakım şeylerden. Biz mesela Ayşenur Abla’yı kaç kere yayına çıkarttık burada yani. Yani bunun ölçüsü falan yok. Bu bir kriter değil. Gazetecilik kriterlerinin böyle olduğunu sanmıyorum. Yani “Ceza almıyorsunuz, demek ki siz pasifsiniz”. Bu aslında çok –nasıl söyleyeyim?– doğru bir perspektif değil.

Sedat Pişirici: Peki, yavaş yavaş toparlayalım. Güzel bir soru gelmiş, Burçin Ergun’dan, “Medyascope Yayınları gibi bir planınız, düşünceniz var mı? Basılı yayın görme ihtimalimiz nedir?”

Ruşen Çakır: Yok ya. Yani ben zamanında editörlük de yaptım. Yok; artık çağ öyle bir çağ değil. Yani şöyle bir şey, yaptığımız bütün şeyler Youtube’da var, istediğini oradan izleyebiliyor, Soundcloud’da sesler var Podcast olarak vs. bizim kendi internet sitemiz var zaten orada var. Bir de bunu kitap olarak basmanın çok bir âlemi yok. Yani bunun bir karşılığı yok yani.

Sedat Pişirici: Peki, bakıyorum: O zaman şununla kapatalım, bir müjdemiz olacak izleyiciye. Hani yakında böyle bir uygulama bir şey… Onu söyle, onunla kapatalım.

Ruşen Çakır: Evet, o bizim geç kaldığımız bir şey. o bizim utancımız aslında. Uygulama artık Apple Store’da ve ne ötekisinin adı?

Sedat Pişirici: Android.

Ruşen Çakır: Android de çok gecikmeden olacak. Oradan izleyebilirsiniz. Bir şeyi özellikle vurgulamak istiyorum. Yani şimdi madem toparlıyoruz. Biz bu olaya başladıktan kısa bir süre sonra dünyanın en önde gelen uluslararası gazetecilik örgütü olan Uluslararası Basın Enstitüsü’nün Öncü, Bağımsız.

Sedat Pişirici: Özgür Medya Öncüsü.

Ruşen Çakır: Özgür Medya Öncüsü Ödülü’nü aldık. Daha sonra neyi aldık?

Sedat Pişirici: Sınır Tanımayan Gazeteciler ve TV5-Monde’nin verdiği Basın Özgürlüğü Ödülü’nü aldık. Altını çizelim, utanmayarak, gurur duyarak, Türkiye medyasında bu iki ödüle sahip tek medya kuruluşu biziz.

Ruşen Çakır: Şimdi bunu da özellikle vurgulayayım, Türkiye’de pek bir ödülümüz yok. Bir tek şeytanının bacağını bu sene Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nin ödüllerinde Zeytin Dalı Müge İplikçi aldı, ilk defa.

Sedat pişirici: Şunu atlamayalım, vefasızlık etmeyelim, aldık daha önce. Mülkiyeliler Birliği İstanbul Şubesi Kamu Hizmeti Ödülü’nü verdi bize.

Ruşen Çakır: O ama şu anlamda söylüyorum gazetecilik kurumu olarak ilk şeyimiz bu sene Zeytin Dalı aldı, kültür programı dalında aldı. Belki bundan sonraki şeylerimizden de Türkiye’deki basın değerlendirme yapan kurumlar belki Medyascope’a artık yavaş yavaş bu Zeytin Dalı’nın başarısından sonra belki bizi de alırlar. Ama her şeyden önce en önemlisi bizim ödülümüz izleyicimizle, takipçilerimizle sürekli olan bugün de bir örneğini yaşadığımız, sürekli, interaktif bir ilişkimiz var. Bunlar bizi çok memnun ediyor. Biz ilk başladığımızda beni metroda şurada burada görenler Periscope derdi, sonra Medyascope demeye başladılar. Ve bu arada biliyorsunuz Periscope yok oldu. Periscope kapandı, biz kaldık. Periscope ile başladık, onları gömdük; bakalım başka neleri gömeceğiz? Ama büyük bir ihtimalle bizi gömemeyecekler.

Sedat Pişirici: Kervan yürüyor efendim. Türkiye’nin sivil, bağımsız, özgür ve çoğulcu bir basın ortamına ihtiyacı olduğundan hareketle 20 Ağustos 2015’te yayın hayatına başlayan Medyascope dün 6 yaşına bastı. Kurana, kurdurana, çalışana, emek verene, katkıda bulunana, açık fonuna, gizli fonuna, yabancısına, yerlisine, destekleyicisine, elbette izleyicisine çok ama çok teşekkür ederiz. Gelecek yıl yine 20-21 Ağustos civarı bu programda görüşmek dileğiyle hoşça kalın.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.