Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Putin Erdoğan’ın yaralarını sarabilir mi?

AKP lideri ve Cumhurbaşkanı Erdoğan, New York’ta ABD Başkanı Biden ile bir araya gelemedi ama Rusya’nın Soçi kentinde Putin ile 2 saat 45 dakika başbaşa görüştü. Putin, dış politikadaki adımlarını hep iç politikayı gözeterek attığını bildiğimiz Erdoğan’ın iktidarını kaybetmesini engelleyebilir mi, engellemek ister mi?

Yayına hazırlayan: Sara Elif Su Balıkçı

Merhaba, iyi günler. AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Rusya Cumhurbaşkanı Putin’le Soçi kentinde görüştü; görüşme 2 saat 45 dakika sürdü. Çok fazla bir şey yansıtılmadı genellikle; öncesinde olumlu mesajlar verildi, sorunlu alanlara değinilmedi, fakat burada en önemli hususlardan birisi, bu görüşmenin tamamen baş başa olması. Tabii ki iki kişi baş başa kalamıyorlar, zira aynı dili konuşmuyorlar, birer de tercümanla beraber toplam dört kişinin yaptığı, yanlarına başka herhangi bir kurmaylarını almadığı bir görüşme; bugün Murat Yetkin’in de yazdığı gibi, devletlerin, iki devletin kayıtlarına liderlerin izin verdiği kadarı geçecek, böyle ilginç bir görüşme; ama bu ilk defa olan bir husus değil, Erdoğan Putin’le gerek başbakanlığı gerek cumhurbaşkanlığı döneminde defalarca görüştü. Örneğin 24 Kasım 2015’te Rus uçağının Suriye üzerinde, Suriye’yle alâkalı bir şekilde düşürülmesinin ardından 27 kez baş başa, yüz yüze görüşme yapmışlar. Bunlardan bir tanesi mesela rekor, 6 buçuk saat sürmüş; 22 Ekim 2019’da yine Soçi’de yapılan görüşme. Dolayısıyla 2 saat 45 dakika çok yüksek bir rakam, yani bayağı uzun bir süre; ama daha uzun süreler de var. Şimdi, olayın tabii ki dış politika boyutu çok daha fazla dikkat çekiyor; iki ülke arasında çok ciddi ortak konular var — ki öne çıkarttıkları, enerji, turizm, ticaret gibi konular, fakat çok da ciddi uzlaşmazlık konuları var: özellikle Karadeniz, Ukrayna meselesi, Kırım meselesi, burada Kiev yönetimine SİHA’ların satılması meselesi, silahlı insansız hava araçlarının, drone’ların. Bütün bu sorunlara rağmen ortak noktalar da çok; fakat şunu biliyoruz ki burada Rusya’yla olan ilişkinin eşit bir ilişki olmasının pek çok açıdan imkânı yok. 

Her neyse, ben olayın dış politika ayağından ziyade başka bir şeyi konuşmak istiyorum, o da iç politika. Başlıkta söylediğim “yaraları sarmak”tan kastettiğim şu: Erdoğan Türkiye’de iktidarını kaybediyor, iktidarını muhafaza edebilmesinin yollarını arıyor ve bu anlamda da her türlü yardıma ihtiyacı var. Yani, Erdoğan’ın dış politikada attığı adımların, atmayı düşündüğü adımların her birinin iç politikayla doğrudan ilişkisi var; özellikle kendisini güçlü gösterebilmesi gerekiyor, yani ülkede giderek zayıflayan, güç kaybeden Erdoğan, başta ekonomi olmak üzere ülkedeki sorun alanlarına müdahale edemediği için, kendini güçlü gösterebilmenin yolunu ülkenin dışında arıyor ve sembolik de olsa dünyanın önde gelen isimleriyle aynı fotoğraf karesine girmek, bunlarla ortak açıklamalar yapmak, bunlardan bir ilgi görmek, bunlar tarafından onore edilmek ve böylece bu gücü kendi kamuoyuna göstermek istiyor. Kendi kamuoyu derken, Türkiye’nin genel kamuoyu, ancak zaten tercihini muhalefetten yana yapmış olanlara bir güç göstermek ve otoriterliğinin kolay kolay yıkılmayacağını, dünyanın yanında olduğunu, dünyanın önde gelen isimlerinin yanında olduğunu göstermek; ama daha önemlisi de, normal şartlarda kendisine oy vermiş, oy vermeyi düşünen, fakat kendisinin oy kaybettiğini, destek ve güç kaybettiğini görüp arayışlara yönelen kesimlere çok sayıda mesaj vermesi gerekiyor. Bu mesajlarda, dediğim gibi öncelikle yapabileceği şey, içeride çok güçlü bir şekilde hayat pahalılığı konusunda…, en son söyledikleri mesela hiç kimseyi tatmin etmedi, kendi tabanını da tatmin etmedi. Döviz kurları meselesine müdahil olamıyor. Birçok konuda Erdoğan sürekli olarak sorunları ya yok sayıyor ya da sorunların sorumlusunun kendisi olduğunu gizlemeye yönelik olarak birtakım başka sorumlular yaratmaya çalışıyor ve bunun artık kendi tabanını da ikna edemediğini görüyor. Dolayısıyla ne yapması gerekiyor? Yani öyle düşünüyor en azından: Gücü dışarıda göstermek. Gücü dışarıda göstermenin bir yolunu askerî birtakım adımlarda gördük; Libya’da gördük, Karabağ’da gördük, Suriye’de gördük, başka yerlerde, dünyanın dört bir tarafında, Afrika’da da varlığı var. Afganistan’da bunu yapmaya çalıştı, olmadı; çünkü Taliban beklenmedik bir şekilde –belki de bekleniyordu, bilmiyorum–, çok hızlı bir şekilde devraldı, tekrardan 20 yıl sonra devraldı. Bu güç gösterisinin bir yönü askerî yön, ama şunu özellikle vurgulamak lâzım: Tabii ki Karabağ meselesinde burada Azerbaycan’a verdiği destek Türkiye kamuoyunda belli bir karşılık buldu, ama çok da uzun süreli bir karşılık olmadı bu. Yani, şu anda Karabağ meselesini, bu konuyu kendisine dert edinmiş kamuoyunun belli kesimleri dışında, çok fazla insanların bundan heyecanlandığını açıkçası sanmıyorum, görmüyorum. Libya meselesi kezâ öyle; orada bir şeyler oluyor, ama Libya uzakta bir yer ve insanları çok da fazla heyecanlandıran bir olay değil. Suriye’de harekâtlar yapıldığında, kısa dönemde bu harekâtlar ilk başladığında, verilen isimleriyle şusuyla busuyla millî bir heyecan yaratılıyor, ama onlar da belli bir aşamadan sonra etkisini kaybediyor. Yani, dış politikada atılan adımların iç politikaya yansımasının belli bir ömrü var ve daha sonra insanlar iç politikada kendi gerçekleriyle, özellikle ekonomik gerçekleriyle yüz yüze kalınca, tekrar Erdoğan’a yönelik desteğin azaldığını görüyoruz. Dolayısıyla dış politika bir yere kadar iç politikanın hizmetine koşulabiliyor, iç politikadaki yaraları sarabiliyor. Onun ötesinde tabii şu husus çok önemli, özellikle vurgulamak lâzım: Türkiye’de Erdoğan yönetimi dünyanın önde gelen güç merkezleri tarafından, tabii ki önce Batı tarafından çok önemsense, çok kayırılsa ve hep yan yana durduğu gösterilse, zaten bu sorunların büyük bir kısmı bu noktalara gelmezdi — öncelikle bunu söyleyelim. İkincisi, Erdoğan da bütün bunlara bağlı olarak iktidarını kaybetme korkusundan daha uzakta, daha sâkin bir yönetim hayata geçirebilirdi. Bu birazcık, tavuk yumurta ilişkisi gibi bir şey. Dünyanın desteğini kaybettikçe, özellikle Batı’nın desteğini kaybettikçe, aradaki mesafe azaldıkça, kendi iç kamuoyunda baskıyı artırdı, artırmaya devam ediyor. Baskıyı artırdıkça da özellikle Batı kamuoyu nezdinde ve Batılı ülkeler ve kurumları nezdinde itibarı azalıyor. Şu haliyle baktığımız zaman, örneğin dünyanın önde gelen Batı medya kuruluşlarının gözünde Erdoğan’ın ve Erdoğan yönetiminin prestiji yok denecek kadar az ya da eksilerde bile diyebiliriz. Birçok kurum, birçok ülke yönetimi Erdoğan’la istemeye istemeye bir ilişki kuruyorlar. Dolayısıyla çok ciddi bir şekilde burada da bir sorun var. Dış politika iç politikaya hizmet edemediği gibi, yani iç politikadaki yaraları saramadığı gibi, aynı zamanda dış politikadaki sorunlar içerideki yaraları daha da derinleştiriyor. Şunu kabul etmek lâzım: Türkiye, sadece Cumhuriyet döneminden itibaren değil, Osmanlı’nın belli bir döneminden itibaren yönünü Batı’ya çevirmiş bir ülke ve hep Batı’yı önemsemiş bir ülke. Bu önce Avrupa’ydı, daha sonra Amerika Birleşik Devletleri (ABD) daha baskın hale geldi ve kendini Batılı kurumlarla özdeşleştirmiş bir ülke. Bunun en çarpıcı örneği de NATO’dur. NATO’ya Soğuk Savaş döneminde girmiş bir İslam ülkesi olarak gerçekten önemli bir yer tutuyordu Türkiye. Dolayısıyla şu anda Türkiye’de kamuoyu ne kadar Batı’yı eleştirirse eleştirsin, ne kadar nefret ederse etsin, anti-Amerikancılık, Avrupa karşıtlığı, “Bunlar bize düşman” söylemleri olsa da, aynı zamanda Batı’yla ilişkileri çok önemseyen bir toplum Türkiye. Dolayısıyla Türkiye’nin Batı’yla olan ilişkisi çok ikili bir ilişki, ama şunu özellikle vurgulamak lâzım: Benim gördüğüm kadarıyla, gazetecilik hayatımda gördüğüm kadarıyla, Batı karşıtlığı yapmak bir yerden sonra çok önemli değil, yani söylem olarak Batı’ya sürekli meydan okumak vs. yapmak çok önemli değil; önemli olan, insanlar Batı’yla ilişkilerin nasıl gittiğine bakıyorlar. Yani burada Batı Türkiye’ye sermaye aktarımı yapıyor mu? Batı Türkiye’ye turist yolluyor mu? Batılı ülke yöneticileri, kurum yöneticileri Türkiye’yle olabildiğince eşite yakın, eşit ilişkiler kuruyorlar mı? vs. Bunlarda bir arza gördükleri andan itibaren, ülkeyi yönetenlere yönelik eleştirileri ve şüpheleri de daha fazla artıyor. Şu haliyle baktığımız zaman, Erdoğan Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’na gitti New York’a ve Amerikan Başkanı Biden ile görüşmek istediğini biliyorduk. Görüşemeyeceği anlaşıldı, beraber fotoğraf çektirebileceklerini düşündük, o da olmadı, bir tek Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu mevkidaşı Blinken’la görüştü, anlaşılan o görüşme de çok parlak geçmedi ve sonra Erdoğan, Türkiye dönüşünde gazetecilere çok sert açıklamalar yaptı, diplomatik teamüllerin çok ötesinde, ki Erdoğan zaten bu konulara çok dikkat eden birisi değil; ama bu kadar sertini çok az gördüm, ne dedi? “Bunlar hiç hayra alâmet değil.” Biden’a yönelik tepkisini bu sözle dile getirdi ve ardından Putin’le yapacağı görüşmeyi ve bu görüşmenin üçüncü taraflar olmadan yapılacağını orada duyurdu ve buradan tabii çok kolay düz bir mantıkla anlaşılan –ki birçok yorumcu bunu söyledi–, ABD’den görmediği ilgiyi, Biden’dan görmediği ilgiyi Putin’de arıyor Erdoğan. Bu, bir kere birbirlerinin yerini tutacak şeyler kesinlikle değil. Türkiye’nin tarihine, kamuoyunun algılarına baktığımız zaman, “Amerika olmazsa biz de Rusya’yla yakınlaşırız” yaklaşımının çok etkili olduğunu hiçbir şekilde sanmıyorum ve zaten bu tüketilmiş de bir yaklaşım, daha önce defalarca yapıldı. Bakın, Kasım 2015’ten bu yana 27 kez görüştüğün birisiyle bir kez daha görüştüğün zaman bunun etkisi çok fazla olmuyor; çünkü Erdoğan-Putin görüşmesi artık sıradanlaşmış bir şey, ama Biden’la mesela NATO zirvesinde, Brüksel’de yaptığı görüşmeye Erdoğan çok büyük önem atfetti. Onun öncesinde Biden’la görüşmek, telefonla da olsa görüşmek istedi; bir tek, 23 Nisan’da Biden aradı, çünkü bir gün sonra Ermeni Soykırımı’nı tanıyacağını duyurdu Erdoğan’a telefonda. Onu bekledi uzun bir süre Erdoğan, Biden’la telefon görüşmesini dahi bekledi. Şimdi, New York’ta olmayan görüşmenin Roma’da G20 zirvesinde 30-31 Ekim’de olacağı söyleniyor, yine ona çok ciddi bir şekilde önem atfediyor. Erdoğan iktidara geldiği andan itibaren çok sayıda Amerikan Başkanı –oğul Bush, Obama, Trump ve şimdi de Biden–, bunları gördü. Bütün bunların hepsiyle değişik dönemlerde birlikte çalışma imkânı buldu ve ben de gazeteci olarak bunları olabildiğince takip etmeye çalıştım — ki bunun iki buçuk yılını bizzat Washington’da gazetecilik yaptığım dönemden biliyorum. Onun dışında, Türkiye’ye döndükten sonra da Erdoğan’ın ABD ziyaretine Vatan gazetesi yollamıştı. Tekrardan Türkiye’den giderek izlemiştim, onu da biliyorum. Bunların her biri, her görüşme Erdoğan için –ondan önceki ülke yöneticileri için de böyleydi, ama Erdoğan için– çok çok önemli görüşmelerdi. Yani şöyle söylemek lâzım: Amerikan Başkanı’yla olan görüşmeler Türkiye için, ama özellikle de Erdoğan için yerine başka bir şey konulamayacak görüşmeler, bunun bir muadili yok. Yani Biden’la yapamadığınız görüşmeyi Putin’le yaptığınız zaman aynı etkiyi yaratamıyorsunuz. Dolayısıyla Erdoğan’ın şu anda en çok ihtiyacı olan şey, başta ABD olmak üzere Batı’nın kendisine desteği — Türkiye’ye desteğinden bahsetmiyorum. Zaten ilginç bir şekilde Batılı ülkelerde, Türkiye’yle Erdoğan’ı birbirinden ayırma alışkanlığı bayağı bir yerleşmiş durumda, böyle bir durum var. Şimdi, Batı’nın önemli merkezlerinden Fransa’da Macron’la çok sertleşen, zaman zaman sertleşen bir ilişkisi var. Birbirlerine her vesileyle, hani kaba tabirle laf çakıyorlar. Macron birçok kez yaptı, Erdoğan birçok kez yaptı. Batı’da en iyi anlaştığı  kişi Merkel’di, Merkel artık gidiyor ve yerine Sosyal Demokratlar’ın birinci parti olacağı bir koalisyon bekleniyor — ki bu koalisyonda Yeşiller’in de yer alma ihtimali yüksek ve dolayısıyla Almanya’nın da Türkiye’yle, Erdoğan’la olan ilişkilerinde başka bir dalga boyunda seyretme ihtimali çok ciddi bir şekilde yüksek. Dolayısıyla böyle bir ortamda, Batı’dan, başta ABD olmak üzere Fransa ve Almanya, genel olarak Avrupa Birliği’nden istediği destek…, yani bu destek nedir? Artık bir al ver ilişkisi; al ver ilişkisinde Erdoğan’ın buralardan istediği çok şey var, ama buralara verebileceği çok şey kalmadı. Bunun özellikle altını çizmek lâzım; mülteci meselesini özellikle Avrupa Birliği’ne ve kısmen ABD’ye karşı kullandı, ama belli bir yerden sonra iç kamuoyundan da gelen tepkiler ve olayın artık taşınamayacak hale gelmesiyle beraber, onda da frene basmak durumunda kaldı. Dolayısıyla şu anda Erdoğan’ın iktidarını koruması için, koruyabilmesi için, kamuoyunu ikna edebilmesi için, kendini güçlü gösterebilmesi için ihtiyacı olan dış desteği kendisine verebilecek kişi kesinlikle Putin değil. Putin, herhalde Erdoğan’ı tercih edecektir; çünkü uzun bir süredir birlikte çalışıyorlar, çok sorun oldu, ama sonuçta büyük ölçüde buradan Putin, sorunların hepsine rağmen, yaşanan uçak düşürme vs.’ye rağmen Putin istediklerini büyük ölçüde aldı ve Erdoğan’ın yerine gelebilecek kişilerin belirsizliği yerine Erdoğan’la bu yıllarca yaptığı ve çoğu baş başa olan görüşmelerdeki ilişkinin sürmesini tercih edecektir; fakat belli bir yerden sonra tabii ki Putin gibi bir siyasetçi, ülkede yönetim değişse yeni yönetimle de çalışmayı bir şekilde başarabilecektir. Yani, Putin’in şu anda Erdoğan’a çok fazla ihtiyacı yok, birçok dünya ülkesinin liderinin durumunda olduğu gibi. Hele iç politika için hiç ihtiyacı yok; yani, Putin’in içeride kamuoyu yoklamalarında zor durumda olması vs. böyle bir şey hiçbir şekilde yok, olsa bile buna yardımcı olabilecek ülke kesinlikle Türkiye değil; ama Erdoğan’ın bir sonraki seçimi kazanabilmek için her türlü yardıma ihtiyacı var. Burada kişisel olarak tercihim, Putin’in Erdoğan’ın kalması için elinden geleni yapabileceği. Putin’in elinden gelenlerin içerisine özellikle Amerikan seçimlerinde yaşanan, Batı’daki ülkelerde yaşanan seçimlerin güvenliğiyle ilgili Rusya’ya yönelik suçlamaları akılda tutmakta yarar var, bunu bir not olarak düşmekte yarar var. Başka ülkelerin seçimlerine bulunduğu yerden müdahale edebilecek bir güç olduğunu hiçbir zaman unutmamak lâzım; fakat Rusya’nın ve özellikle Putin Rusya’sının bu konuda çok da tek bir yere yatırım yapacak bir ülke olduğunu da açıkçası düşünmüyorum. Her halükârda Erdoğan’ın yarası, Putin tarafından sarılabilecek bir yara değil, özellikle onu vurgulamak lâzım. 

Bitirirken bir şeyi söylemek istiyorum, biraz kişisel bir şey, çokça kişisel bir şey: 70’li yıllarda, biz solcuların en büyük çektiği çile “Moskof uşaklığı”ydı — ki o tarihlerde doğrudan Moskova yanlıları vardı, ben onlardan değildim, bir de Çin yanlıları vardı, Pekin yanlıları vardı, onlardan da değildim; ama genel kamuoyunun gözünde bütün solcular, komünistler, hepsi “Moskof uşağı”ydı, şuydu buydu. Türkiye’de bir Rus alerjisi var, özellikle Türk sağında var; ama bu sadece komünizmle ilgili, Soğuk Savaş’la ilgili bir şey değil; ama Soğuk Savaş’la birlikte çok ciddi bir şekilde güçlenmiş bir şey. Her ne kadar komünizm yıkıldıysa da, Sovyetler Birliği dağıldıysa da, Rusya aynı Rusya, aynı emperyal perspektifi büyük ölçüde muhafaza ediyor ve ülkede ne kadar sağcı bildiğimiz insan varsa birdenbire hepimizi sollayarak alabildiğine Rusyacı oldular, Moskovacı oldular; zamanında bizlere söylenen bir yığın şeyi, fazlasını –ki Türkiye’de solun belli bir bölümünün komünist partisi vs. gibi benzer yapılar dışında kimsenin Rusya’yla bir ilişkisi de yoktu, onu da çok iyi biliyoruz– şimdi en sıkı Rusya düşmanlarının alabildiğine Rusperver olmasını da ayrıca ilginç bir şekilde izliyorum. Bir diğer izlediğim ilginçlik de, zamanında Rusya düşmanlığını sağcılardan daha fazla yapan, o tarihlerin bazı solcularının, Çin yanlılarının bugün aynı şekilde, çok ciddi bir şekilde Rusya’nın Türkiye’deki sözcüleri gibi çalışıyor olmaları. Bunlar tabii garip bir şekilde Türkiye’nin ve dünyanın ne kadar değiştiğini gösteriyor. Tabii belli bir yaşta olan bizim gibi insanlar, bunları her an yaşamış olan, zamanında yaşamış olan insanlar için bütün bu olayların ayrı bir ilginçliği, abesliği var, onu da söylememe izin verin. Evet, söyleyeceklerim bu kadar, iyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.